Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın
Tahmini okuma süresi: 23 dk.
1819 defa okundu.

Kitap:Kalbin Zümrüt Tepeleri 3



İlk, birinci ve kadim demek olan “Evvel” bidayeti olmayan, her şeyden akdem ve bütün varlığın mebdei ve mübdii; son, en son ve nihayeti bulunmayan anlamındaki “Âhir” ise, bütün eşyanın fenâ ve zeval bulmasına karşılık, كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ “O’nun Zât’ı müstesna her şey yok olacaktır.”1 ve وَيَبْقٰى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ*كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ “Arz üzerinde bulunan herkes fenâ bulacak ancak, senin azamet ve kerem sahibi Rabbinin Zât’ı bâki kalacaktır.”2 âyetlerinin ifadesi çerçevesinde her şeyin gidip kendisine dayandığı bekâ ve sermediyetin biricik Sultanı demektir. ez-Zâhiru’l-Bâtın, varlığı mahlukatın varlığından daha açık ve her nesne kendini, kendi cirmi kadar göstermesine mukabil, bütün hususiyetleriyle O’nu ruhlara ve gönüllere duyurması ölçüsünde bir Zâhir; izzet, azamet ve şiddet-i zuhurundan ötürü ihata edilemez ve “mâsivâ” ölçüsünde kavranamaz bir Bâtın’dır.

Evvel-Âhir, Kur’ân’a göre, leyl-nehâr, Cennet-nâr, mü’minîn-küffâr... gibi mütekabil esmâ ve mesânîdendir. Zât-ı Ulûhiyet mülâhazaya alınıp “Evvel” dediğimizde; her şeyden ve herkesten müstağni, sâbıkı bulunmayan, kıdem tahtının Sultanı ve varlığı kendinden “Vâcibu’l-Vücud” kastedilir. كَانَ اللّٰهُ وَلَمْ يَكُنْ مَعَهُ شَيْئٌ “O evvellerden evvel vardı ve beraberinde de hiçbir şey mevcut değildi.”3 gerçeği, böyle bir evveliyet ve kıdemi ifade etmektedir. Bazıları bu hadise وَهُوَ الْاٰنَ عَلٰى مَا كَانَ عَلَيْهِ “O şu anda da olduğu gibi bulunmaktadır.”4 ilavesini yapmaktadırlar ki, eğer bu sözle, “O’nun varlığı kendinden ve vacip, eşyanın vücudu ise O’nunla kâim.” demek istiyorlarsa bunda bir mahzur olmasa gerek; yok, var olan sadece O, varlık ve hâdiseler bütünüyle vehim ve hayalden ibaret olduğunu iddia ediyorlarsa, حَقَائِقُ الْأَشْيَاءِ ثَابِتَةٌ5 gerçeğine zıt böyle bir çarpıklığı kabul etmemiz mümkün değildir.

O, kendinden başka her şeyden (mâsivâ) mukaddem bir “Evvel”; her şeyin encam ve nihayetine hâkim, varı yok yoku da var eden bir “Âhir”; vücudu varlığın her satır, her kelimesinde netlerden daha net, apaçık okunan bir Zâhir; her şeyin ötesinde, ötelerin de ötesinde kâinat ve hâdiselerin biricik mercii bir Bâtın; ama hem evveliyeti hem âhiriyeti, hem zâhiriyeti hem de bâtıniyeti birbirinden ayrı olmayan bir Evvel u Âhir ve bir Zâhir u Bâtın’dır. O, evveliyetiyle ezeliyetin ve âhiriyetiyle lâyezâliyetin biricik Sultanıdır. O’nun evveliyetindeki takdirleri, âhiriyette yine O’nun ilmî planlarına göre zuhur eder, derken her şey bir inkişaf sürecine girer.

O, kadîm, ezelî bir Evvel; dâim ve sermedî bir Âhir’dir; hiçbir şey yokken O vardı; sürekli varlık-yokluk arası gel-gitler yaşayan bütün eşya fenâ ve zevalle silinip gittikten sonra da O bâki kalacaktır. Her şey O’ndan gelmekte ve gidip yine O’na dayanmaktadır; O ise gelmekten-gitmekten münezzeh, herkes ve her şeyin biricik penâhıdır.

O’nun varlığı evvelden evvel,

Bu mânânın adı nezdinde ezel.

Yok nihayeti, olmaz O’na hitâm,

Halkeden O’dur, O’nunladır devâm.

Tekmil varlık nezdindeki bir nurdan,

“Ol” dedi, oldu bir ışık billûrdan.

O, ilk halk ve ibdâ ihsanlarıyla Evvel, kullarına merhamet, mağfiret ve hazırladığı ebedî saadet saraylarıyla da Âhir’dir. Hidayetiyle Evvel, bu ilk mevhibeye lütfedeceği keremleriyle de Âhir’dir. İbtidasız bir Kadîm u Evvel, intihasız bir Bâki u Âhir’dir. Kıdem ve ezeliyetiyle mebdei olmayan bir Evvel, ebediyet ve sermediyetiyle de sonu tasavvur edilmeyen bir Âhir’dir. Vâcibu’l-Vücud, Vâhidu’l-Ehad olmasıyla evvellerden Evvel, fenâ ve ademden münezzehiyetiyle de âhirlerden Âhir’dir.

Böyle bir tespit ve kabulün sonucu olarak ism-i Evvel tecellîsine mazhar bir vicdan, geçmişin derinliklerine dalınca: “Acaba hakkımda kaderin hükmü ne merkezdedir?” diye düşünür ve endişeyle kıvranır; ism-i Zâhir mazhariyetini düşünüp Cenâb-ı Hakk’ın iman, islâm ve ihsan gibi lütuflarını mülâhazaya alınca da, davranışlarının nimetlere şükürle mukabeleden ibaret olduğunu görür ve ümitle oturup kalkmaya başlar. Keza, ism-i Bâtın tecellîsi ile muhat bir gönül, kapalı ve müphem binlerce hâdise karşısında sürekli dehşet ve hayret yaşar; ism-i Âhir menfezlerinden ruhuna sızan rahmet esintileriyle de telaşlardan, endişelerden kurtulur ve kendini olabildiğine tatlı, sonsuza yönlendirici bir heybet ufkunda bulur.

İsm-i Evvel itibarıyla, görülen-görülmeyen bütün âlemlerin bir evveli, ism-i Âhir itibarıyla da bir âhiri vardır. Biz evveliyeti düşününce hayretler yaşar, âhiriyeti mülâhazaya alınca da dehşetle ürpeririz. Bilfarz Muhbir-i Sadık’ın eşrât-ı sâat, kıyamet, Cennet, Cehennem... gibi âhiriyetle alâkalı beyanları olmasaydı, evveliyeti sessizlik murâkabesine bağladığımız/bağlayacağımız gibi âhiriyet hakkında da hiçbir şey söyleyemeyecektik...

O hem Evvel ve Bâtın hem Âhir ve Zâhir’dir. Ezelden ebede, ilim planında, taayyün hususiyetinde, ruh seviyesinde ve cisim keyfiyetinde her şey O’na ait, O’na râci; halk, hudûs, imkân, emir, kudret ve tedbir açısından da O’nun tasarrufundadır. Evvel O’dur, evveliyeti de, hüviyet-i Hakk’a nâzırdır ve her şey tecellî itibarıyla O’ndandır.

Bir nokta içre bunca şuûn Hudâ’dandır,

Bir hardal içre bunca nücûm Hudâ’dandır.

Hakikî vücud Zâhir u Bâtın Hak’tandır,

Hiç kimse bilemez hem ibtidâ nedir...

(İsmail Hakkı)

Âhir O’dur; seyr u sülûk-i ruhanîde ve urûc-i umumîde her şey O’na dönmekte ve O’na dayanmaktadır. Zâhir O’dur; varlık kitabı, eşya meşheri, kâinat sarayı bütün işaret, alâmet, âyet ve şahitleriyle O’nu haykırmaktadır. Bâtın O’dur; melekûtî bütün mertebelerin müntehâsı O’na bakmaktadır. O’nun ötesi yoktur; bu konuda “öte” diye bir şey de yoktur ve işte bu nokta öteden beri قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنٰى6 hakikatiyle işaretlenegelmiştir.

Ne var ki O, görüp bildiğimiz hüviyette bir Zâhir olmadığı gibi bir Bâtın-ı Sırf da değildir. Aksine O, his, müşâhede, tasavvur ve tahayyül edilemez, münezzeh bir Zâhir olmanın yanında müteâl bir Bâtın’dır. O’na “Zâhir” dediğimiz aynı anda “Bâtın” da demezsek, zât, sıfât ve esmâsına ait bütün hususiyetleri eşya ve hâdiselere verme zorunda kalırız. Aksine, “Bâtın” derken de, varlığının delâil ve şevâhidini görmezlikten gelirsek, dolayısıyla ruh-i küllî mülâhazasına sapmış oluruz. O hem eşya ve onunla istidlâl açısından hem de isimlerinin, sıfatlarının tezahür alanı zaviyesinden kâinat kitabının çehresinde okunan bir Zâhir ve zâhirî duyularla ihsas ve imtisası kabil olmayan münezzeh ve müteâl bir Bâtın’dır. Âsârında parıldayıp duran izzet ve azametin göz kamaştıran ihtişamıyla bir Zâhir, nâkâbil-i idrak hakikat ve hüviyetiyle bâtınlar ötesi bir Bâtın’dır. Varlığın bağrında görüp müşâhede ettiğimiz ibdâ, inşâ ve ihsanıyla bir Zâhir, ifnâ ve imâtesiyle de bir Bâtın’dır. Lütf u ihsanlarının her taraftaki sağanaklarıyla bir Zâhir, perdesiz, hicapsız ulaşılmazlığı ve görüşülmezliğiyle de bir Bâtın’dır. Hâsılı, O hem Evvel hem Âhir, hem Zâhir hem de Bâtın’dır.

Bazen bu isimler, tecellî alanları itibarıyla, birleşik noktaları bulununcaya kadar farklılık arz edebilirler. Hz. Musa ve Hızır vak’ası buna iyi bir örnek sayılabilir. Bu iki zattan biri, vazife ve misyonu icabı birkaç kadem diğerinin önünde, diğeri de temsil ettiği hizmet açısından birkaç arşın berikinin ilerisindedir. Bu iki ufuk insanın muvakkat arkadaşlıkları sayesinde, esrarlı ilâhî icraatın perde arkası müphemiyetleri giderilince medâr-ı nizâ konuların hemen bütününde mutabakat sağlanmış; yolculuk devam etmese de zâhir ve bâtının mutlak mânâda birbirine zıt olmadığı ortaya çıkmıştır.

Bu konuda şöyle bir yaklaşım da söz konusu olabilir: İsm-i Zâhir ufkunda, her iş ve her faaliyet bir plan çerçevesinde halktan Hakk’a doğru cereyan etmektedir. Böyle bir alanın rehberi için yapılması gerekli olan şey, insanları, insanî melekelerini inkişaf ettirerek alıp Hakk’a götürmektir. İsm-i Bâtın itibarıyla ise, Cenâb-ı Hakk’ın öldürme, helâk etme icraatında olduğu gibi, esbâb ve istihkaktan kat-ı nazar, mukarrer ve mukadder olan şeylerin icra edilmesi söz konusudur. Bu zaviyeden, Hz. Musa zâhirî yörüngesi ve bâtınî ufkuyla insanları ukbâ ve rıza-i ilâhîye hazırlamaya memur bir büyük; Hızır ise, tekvînî ve teşriî emirler karşısındaki durumu itibarıyla, fakat o emirleri söz konusu etmeden tıpkı “melekü’l-mevt” gibi farklı bir buudda her şeyi icraya memur bâtın eksenli ayrı bir büyüktür. Bunlardan biri, tebliğ ve temsil rehberi, diğeri de olup bitenlerin takipçisi gibidir ve kat’iyen birbirlerine zıt değil, mütemmimdirler.

Zâhir u Bâtın birdir bil ey kardeş;

Evvel-Âhir dahi birbirine eş.

İsm-i Zâhir’in de, ism-i Bâtın’ın da birinci derecede inkişaf alanları Kitap ve Sünnet; mahall-i tezahürleri ve tatbik sahaları ise bütün derinlikleriyle din ve diyanettir. Tekvînî emirler açısından bir baştan bir başa bütün kâinatlar ism-i Zâhir’in dili, tercümanı, ziyası ve mahall-i in’ikası; ism-i Bâtın’ın da resm-i nuranîsi, ruhu ve mânâsıdır.

Bir kitabullah-ı âzamdır serâser kâinat,

Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.

(R. M. Ekrem)

Teşriî emirler zaviyesinden ism-i Zâhir’in kıvamı imam ve sultan iledir; ism-i Bâtın’ın kıvamı ise hakikat âleminin emiri kutup iledir. Yani sultan-ı zâhir, ism-i Zâhir’in, sultan-ı bâtın da ism-i Bâtın’ın memerri, meclâsı ve minvechin temsilcisi mahiyetindedir. Zâhir, bâtının bir tezahürü, bâtın da zâhirin iç ucu ve öteler buududur. Bâtın olan “Kenz-i Mahfî” tecellî yoluyla zuhur etmeseydi, o mukaddes kaynak bilinemez, her taraftaki bu göz kamaştırıcı güzellikler temâşâ edilemez ve ism-i Bâtın ufkundaki mânâlar da okunamazdı. Bâtın kenzi, zâhirle soluklandı ve zâhir bâtına müzeyyen bir zarf hâline geldi; لَيْسَ فِي الْإِمْكَانِ أَبْدَعُ مِمَّا كَانَ7 mazmunuyla ifade edilen derin, ziyadar ve ihtişamlı bir zarf.

Her şey bu kadar net ve bu kadar vâzıh olduğu hâlde; öteden beri en mâkul ve başka türlü tevillere de kapalı olan meseleleri dahi çarpıtmaya çalışan sapık ideolojiler, zâhiri bâtından ayırarak ve bâtına da garip mânâlar yükleyerek şer’-i şerifle telifi imkânsız, diyanetin ruhuna muhalif ve akl-ı selime de ters pek çok yanlış yorumlar ortaya atmış ve İslâm düşüncesini bulandırmaya çalışmışlardır. Kaynak itibarıyla bu sapık düşünce ve çarpık yorumlar, büyük ölçüde Yunan felsefesi, Hint düşüncesi, Hermetizm inancı, Sâbiîn akidesi... gibi eski mirasın güçlü cereyanlarından kaynaklanmıştı. Bilerek veya bilmeyerek pek çoğumuz itibarıyla biz Müslümanlar, hem kalbî hem de ruhî hayatımız itibarıyla bu çarpık ve dahîl düşüncelerin tesirinde kalarak itikadımız açısından bugüne kadar bir hayli inhiraf yaşadık...

***

Müslümanların içinde bazıları Kur’ân ve Sünnet’in açık emirlerine ve selef-i sâlihînin saf, temiz, dupduru içtihat ve istinbatlarına “zâhirîlik” deyip her şeyi hafife aldı ve değişik fantastik mülâhazalarla kabul edilemez tevil yollarına saparak muhkemâta bile farklı mânâlar yüklemeye kalkıştılar. Bunlar namaza, “Hakk’a ulaşmanın avamca yolu.” diyerek “vâsılûn u bâtınûn (!)” için gereksiz olduğu iddiasında bulundu; zekâtı benzer bâtıl bir yoruma bağladı; haccı avamca cem’ gayreti saydı; orucu boş eziyet gördü; muharremâta karşı tavır almayı aptallık kabul etti ve dolaylı yoldan herkese, ibâhiyecilik ve bohemlik aşılamaya çalıştılar.

Bütün bir tarih boyu bu kabîl düşünce ve telakkiler Câmi’lik, Ethemîlik, Haydarîlik, Babaîlik, Şemsîlik, Karmatîlik, İsmailîlik gibi cereyan ve ocaklarda üretildi; sonra da belli usûllerle tekye, zaviye ve medreseler kullanılarak saf İslâm düşüncesi bulandırılmaya çalışıldı ve çalışılıyor. Bunlar, Kur’ân ve hadisleri hevâ ve heveslerine göre yorumluyor, nassları, sembolik ifadeler kabul ederek rüya tabirlerinde olduğu gibi onlara farklı mânâlar yüklüyorlardı. İbn Sebe ile başlayan bu fitne hareketleri, Ehvazlı Meymun’la ayrı bir derinliğe ulaştı; Berkâî ile korkunç bir yangın şeklini aldı; Hasan b. Sabbah’la İslâm’ı temelden sarsacak bir gaile hâline geldi ve derken bir hamle daha yaparak getirip her şeyi insilâha bağladı.

Onlara göre, Kur’ân ve Sünnet’in zâhiri ve herkes tarafından anlaşılan mânâsı kat’iyen muteber değildir; muteber olan zâhir ötesi ve zâhir üstü bâtındır. O bâtınî mânâları da ancak bu işin zirvesindeki seçkinler bilir. Ve yine onlara göre, Allah bir tanedir, taaddüde vesile olacakları için O’na sıfat isnadı doğru değildir – تَعَالَى اللّٰهُ عَمَّا يَقُولُ الظَّالِمُونَ عُلُوًّا كَب۪يرًا –.8 Meselâ –yüz bin defa hâşâ– Allah kudret sahibi olduğu için değil, başkalarına kudret verdiği için –ne demekse– kadîrdir. Ve O’nun diğer sıfatlarını da bu çerçevede yorumlamak icap etmektedir.

Kadim filozoflardan tevârüs ettikleri diğer çarpıklıklar gibi “ukûl-ü aşere” telakkisi bunların önemli bilgi kaynaklarından birini teşkil etmektedir: Yani Allah önce bir “akl-ı evvel” yaratmış; sonra bilvasıta bir nefs-i evvel.. nefis aklın kemalini isteyince harekete ihtiyaç hissetmiş ve bu hareketten eflâk-i semaviye meydana gelmiş.. feleklerin hareketinden soğukluk, sıcaklık, yaşlık, kuruluk, bunlardan da “mevâlid-i selâse” hâsıl olmuş.. sonra gayri iradî böyle bir feyezânla insana kadar bütün varlık şeceresi vücut bulmuş – نَعُوذُ بِاللّٰهِ تَعَالٰى مِنْ هٰذِهِ التَّأْو۪يلَاتِ الْفَاسِدَةِ9– ve derken her şey bugünkü hâlini almış...

Varlığı bütünüyle bir akl-ı evvele bağlama ve peygamber yerine de “insan-ı kâmil” unvanıyla birini ikame etme, hemen bütün sapık sistemlerde karşılaşılan bir husus. Allah ve peygamberlerin (aleyhimüssalâtü vesselâm) sözlerini bâtınî mânâlara bağlama, her ifadede yorumu öne çıkarma ve “tevil” deyip durma bâtınî diyalektiğin önemli unsurlarındandır. Hurûfîlerin yaptıkları gibi, harflere şer’-i şerif ve akl-ı selimle telifi imkânsız mânâlar yükleme, iğlak ve iphamda keramet arama da diyeceğimiz daha ne paradokslar.. ve bütün bunları, din adına, hüsn-ü niyetle yapıyor gibi görünme, hatta günümüzdeki bazı gizli cemiyetlerin yaptıklarına benzer şekilde bir kısım anlaşılmaz merasimlerle yapılan şeyleri daha bir büyülü gösterme türünden şeyler, din-diyanet bilmeyen cahil yığınları baştan çıkarmak için yetip artmıştır.

Bunların, ibadet ü taati farklı yorumlamaları, mâsiyet ve lâahlâkîliği âdeta teşvik etmeleri, zamanla insanları bütün bütün serazat ve kural kabul etmez hâle getirmiş; sonuçta da her şey gidip anarşiye incirar etmiştir/etmektedir. Ne var ki, bunlar ruhları âheste âheste ifsat ettiklerinden, dinin ruhundan habersiz kimseler farkına varmadan bu mel’un ağın içine düşmüş ve bir daha da kurtulamamışlardır. İşte o mel’un vetireden bazı ipuçları:

1. Teferrüs: Muhatabın bir şeyi anlayıp anlamaması açısından iyi belirlenmesi.

2. Te’nis: Alıştıra alıştıra ve rehabilite ede ede hedefin veya kurbanın ruhuna girilmesi.

3. Teşkik: Namzedi din hakkında şüpheye düşürme, itikadını sarsma veya onların Allah yerine değişik ritüellere yönlendirilmesi.

4. Ta’lik: Namzedi kabul etmenin belli yeminlere bağlanması.

5. Râbıt: Sırlarını fâş etmeme ahd ü peymânında bulunulması.

6. Tedlis: Namzedin, anlattıkları şeylerin ilhama bağlı olduğuna inandırılması.

7. Hal’: Bâtını tam kavrama kıvamına gelmiş olanların, zâhirden bütün bütün koparılması.

8. İnsilâh: Namzedin dinî emir ve yasaklardan tamamen uzaklaştırılarak hürriyet-i mutlakaya (!) ulaştırılması.. evet, onlar hep bu gibi yâvelerle insanları iğfal etmişlerdir. Ve iğfal edilenler de bir daha kurtulamamışlardır.

Oysaki, zâhir de hak, bâtın da hak. Her ikisinin Hazreti Zât-ı Vâhid’de müşterek mütalâası ise haklar ötesi haktır. Zâhir, varlığın hiçbir hâl ve hiçbir durumunun O’na kapalı olmaması demektir; bâtın ise, insanların bugününe de yarınına da muttali bulunması, muttali bulunup iyilere iyilik sürprizleri, affetmeyeceği fenalar için de فَأَتٰيهُمُ اللّٰهُ مِنْ حَيْثُ لَمْ يَحْتَسِبُوا “Allah hiç beklemedikleri şekilde onları bastırdı.”10 fehvâsınca su-i akıbetler takdir buyurması mânâsına gelmektedir.

Din ve şer’-i şerif rivayet ve dirayet kaynaklarıyla zâhir ve bâtının müşterek unvanı mesabesindedir. Şeriat-ı Garrâ, insanların kalbî-ruhî derinlikleriyle bâtınî televvünlerin ifadesi; onların duygu, düşünce, hâl ve tavırlarını disipline etmesiyle de zâhirî tezahürlerin mahall-i temsil ve inkişafından ibarettir. Ayrıca şer’-i şerif hem ilm-i zâhir hem de ilm-i bâtın buudludur: Ef’âl-i mükellefîn diyeceğimiz taharet, namaz, oruç, hac, zekât, cihad... gibi ibadetler; alışveriş, zenaat, şerikât… türünden muameleler; hudût ve ta’zir nevinden cezalar onun zâhirî olanına.. tasdik, iman, yakîn, sıdk, ihlâs, mârifet, muhabbet, teslim, tevekkül, tefvîz, rıza, zikir, tevbe, inâbe, evbe, haşyet, heybet, havf, sabır, kanaat, kurb, aşk, vecd, istiğrak, hayâ, tazim, iclâl... gibi makam ve hâl ile alâkalı hususlar da bâtınî olanına nâzırdır.. ve bunlar arasında asla bir zıddiyet de söz konusu değildir. Bir zıddiyetin mevcudiyeti şöyle dursun, zâhir ve bâtının inkişaf ve tezahürleri sayacağımız bu hususlar bir hakikatin değişik yüzlerinden ibarettir. Ve birbirinin mükemmili ve mütemmimi mahiyetindedir.

Mutasavvifînin, نَفْيُ الْوُجُودِ، بَذْلُ الْمَجْهُودِ، اَلْقَنَاعَةُ بِالْمَوْجُودِ، اَلْوَفَاءُ بِالْعُهُودِ، نِسْيَانُ مَا سِوَى اللّٰهِ ف۪ي مُشَاهَدَةِ الْمَعْبُودِ sözleriyle ifade ettikleri; insanın nefis ve enaniyet cihetiyle kendini nefyetmesi, hedefe kilitlenip o yolda bütün gücünü kullanması, Hakk’ın takdirleri karşısında kanaatkâr olması, sözünde durup vaadini yerine getirmesi, Hazreti Cemal-i Lâyezâl’i müşâhede iştiyakıyla “min vechin” mâsivâullahı nisyana gömmesi... gibi hususlar kat’iyen Kur’ân ve Sünnet nasslarına mugayir değildirler; aksine bunları benimseme, hayatı kalb ve ruh seviyesinde yaşamanın yoludur, asılları da Kitap ve Sünnet-i Resûlullah’a dayanmaktadır.

Elhâsıl, din ve diyanet esas, şer’-i şerif bu yolun değişmez programı; fizik ötesi mülâhazalar, keza ruhanî haz ve zevkler ise âmilin ve sâlikin hulûsuna talepsiz terettüp eden ikram ve ihsanlardır. Birbirinden farklı görünen bu iki husus, kaynakları itibarıyla birlik ifade ettiği gibi neticesi itibarıyla da yine bire müncerdir ki, meseleye bu mülâhaza ile bakınca, her şey yerli yerine oturur, zihin ikilemden kurtulur, evvel ayn-ı âhir olur, zâhir de gider bâtına bağlanır.

Hak yolcusu için ilk duyulup hissedilen sıfât-ı sübhaniye ve esmâ-i ilâhiye ile alâkalı bâtın mücerret bir bâtındır ki; buna izafî bâtın da denir. Bunun ötesinde vicdanda inkişaf edip müntehînin iç dünyasını saran âlem-i zâta ait bir bâtın vardır ki, o da “ebtanu’l-bevâtın” diye anılagelmiştir. Bu itibarla da, bâtın ufkuna ulaşan bir hayli kimse olmasına karşılık, esrar-ı ulûhiyete vâkıf insan sayısı oldukça azdır.

İsterseniz bir hayli muğlak ve müphem bu konuyu Bediüzzaman’ın o câmi’ yaklaşımıyla noktalayalım: Her şeyin iç kısmına ve perde arkasına melekût, dış yüzüne ve perde önü keyfiyetine de mülk denir. Burada, insan ile kalb arasındaki münasebeti örnek olarak zikredebiliriz: Mülk itibarıyla insan zarf, kalb ise mazruftur. Melekût cihetinde ise bunun aksi söz konusudur. Bu durum, makro planda aynıyla, Arş ve kâinat için de geçerlidir. Şöyle ki, Arş Zâhir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin bir tecellî halitası mahiyetindedir. Böyle bir tecellî zaviyesinden Arş mülk, kevn melekût; ism-i Bâtın açısından ise Arş melekût, kevn mülk olur. Farklı bir ifadeyle, Arş’a ism-i Zâhir açısından bakılınca zarf, kâinatlar da mazruf hâlini alır; ism-i Bâtın itibarıyla mülâhazaya alınınca da o mazruf, kevn de zarf gibi mütalâa edilir. Bunun gibi ism-i Evvel itibarıyla وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَۤاءِ11 mazmunuyla müfâd her şeyin evveli ve bidayeti işaretlenmekte, ism-i Âhir zaviyesinden de, سَقْفُ الْجَنَّةِ عَرْشُ الرَّحْمٰنِ12 beyanına bağlı olarak her şeyin nihayeti vurgulanmaktadır.. ve bu derinliğiyle de Arş-ı Âzam, bilhassa bu dört ism-i şerifin meclâsı, mazharı, aynası olması açısından varlık, kâinat ve bütün şuûnu kaplamaktadır.13

اَللّٰهُمَّ رَبَّ السَّمٰوَاتِ السَّبْعِ وَرَبَّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ رَبَّنَا وَرَبَّ كُلِّ شَيْءٍ مُنْزِلَ التَّوْرَاةِ وَالْإِنْج۪يلِ وَالْقُرَاٰنِ فَالِقَ الْحَبِّ وَالنَّوٰى لَا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ كُلِّ شَيْءٍ أَنْتَ أٰخِذٌ بِنَاصِيَتِه۪،

أَنْتَ الْأَوَّلُ فَلَيْسَ قَبْلَكَ شَيْءٌ وَأَنْتَ الْاٰخِرُ فَلَيْسَ بَعْدَكَ شَيْءٌ وَأَنْتَ الظَّاهِرُ فَلَيْسَ فَوْقَكَ شَيْءٌ وَأَنْتَ الْبَاطِنُ فَلَيْسَ دُونَكَ شَيْءٌ،

اِغْفِرْ لَنَا كُلَّ شَيْءٍ حَتّٰى لَا تَسْأَلَنَا عَنْ شَيْءٍ

إِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ وَبِالْإِجَابَةِ جَد۪يرٌ.

وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَاٰلِه۪ وَصَحْبِه۪ أَجْمَع۪ينَ.



1Kasas sûresi, 28/88.
2Rahman sûresi, 55/26-27.
3Bkz.: Buhârî, bed’ü’l-halk 1, tevhid 22; İbn Hibbân, es-Sahîh 14/11.
4Bkz.: ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ 18/474, 19/344.
5“Kâinatın varlığı kesindir.” (Ömer en-Nesefî, el-Akâid s.1)
6“İki yay aralığı kadar ya da daha yakın.” (Necm sûresi, 53/9)
7“Mevcut durumdan daha bedîi, güzeli ve çarpıcısı olamaz.” (Bkz.: el-Gazzâlî, İhyau ulûmi’d-dîn 4/258)
8“Allah haddini aşmış o zalimlerin söylediklerinden münezzehtir.”
9“Bu tür fasit tevillerden Yüce Allah’a sığınırız.”
10Haşir sûresi, 59/2.
11Hûd sûresi, 11/7.
12ed-Deylemî, el-Müsned 2/338; el-Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân 17/61.
13Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.95-96 (Hubâb).