Vahdet - Kesret
Tahmini okuma süresi: 29 dk.
769 defa okundu.

Kitap:Kalbin Zümrüt Tepeleri 3



Vahdet ve kesret sözcükleri de tıpkı “Evvel”-“Âhir”, “Zâhir”-“Bâtın” isimleri gibi lügavî mânâları itibarıyla birbirinin mukabili, hakikatleri açısından “zıdd-ı mülâyim” çerçevesinde hep birbirini hatırlatan ve beraber anılan kelimelerdendir.

Birlik, yalnızlık, teklik diyeceğimiz vahdet; hak yolcusunun, her şeyi Allah’a bağlayarak bütün eşya ve hâdiseleri O’ndan bilmesi, O’na vermesi; her nesne, her hâl ve her harekette O’nun ilim, kudret, irade ve sair sıfât-ı sübhaniyesinin parıltılarını müşâhede etmesi, topyekün ef’âl âleminin arkasında esmâ-i hüsnâ tecellîlerini görüp sezmesi; sözün özü, hep O’nu bilip, O’nu duyup, O’na yönelip, O’nun maiyyet-i mâneviyesine ermesi ve sonra da yalnız O’nu istemesi, O’nun rızasına kilitlenmesi ve her zaman O’nun emir ve isteklerine bağlı kalması demektir ki; bunlar, gerçek bir mü’minin, Hak karşısında düşünce, inanç, tavır ve davranışlarının da icmalî ifadesidir.

Hazreti Zât’a bakan yönüyle vahdet; O’nun tek, yektâ olması; şerik ve nazîr, vezir, muîn ve yardımcısının olmaması; herkes ve her şey, her hâlinde O’na muhtaç olduğu hâlde, O’nun herkesten ve her şeyden müstağni bulunması mânâsına Âlim-i Mutlak, Hâlık-ı Mutlak, Hâkim-i Mutlak, Müdebbir-i Mutlak, bütün evsâf-ı kemaliyenin Mevsûf-u Mukaddes’i, esmâ-i hüsnânın Müsemmâ-i Akdes’i ve bütün kesret âlemindeki tebeddül, tagayyür, elvân, eşkâl ve ahvâlin de biricik mercii ve mutasarrıfı demektir.

Buna karşılık kesret ise, üzerinde muhit bir ilim, kâhir bir kudret ve hâkim bir iradenin mührü, sikkesi, tuğrası bulunan bütün bir varlık ve hâdiseler mânâsına geldiği gibi, hak yolcusunun, kendi iman ve mârifet ufkuna göre tekvînî emirleri doğru okuyup doğru değerlendirerek, her biri O’nun cemal ve kemaline birer mücellâ ayna olan topyekün eşya ve onların kasda, iradeye bağlı hususî hâllerinin çehrelerinde Hazreti Mütecellî’nin okunduğu/okunacağı bütün bir kâinat kitabıdır.

Biz Müslümanlar, vahdet ve vahdâniye yolu ya da kesret ve kesretiye mesleği denince, konuyu yukarıda ortaya koymaya çalıştığımız hususlar çerçevesinde anlarız. Kadimden beri mişkât-ı nübüvvetin vesâyetinde seyahat eden bütün hak yolcuları da aynı şekilde anlamışlardır. Bu itibarla da, onların, her şeyi Hak’tan bilmeleri, O’na bağlamaları, O’nunla görüp duymaları kat’iyen bir kısım felsefecilerin mütalâalarıyla karıştırılmamalıdır. Bazı filozoflar, bizim, Allah’ı birleme diyeceğimiz vahdâniye mesleğini monoteizm ve her şeyin O’ndan gelmiş olması ve O’na bağlı bulunmasının ifadesi sayılan vahdet telakkisini de monizm, dahası kesretiye mülâhazasını da plüralizm şeklinde yorumlamışlardır ki, bunlar bizim bu kelimelere yüklediğimiz mânâlardan çok farklı şeylerdir ve bizden de bizim sofîlerimizin düşüncelerinden de fersah fersah uzaktır.

İslâm; Kitap, Sünnet gibi temel kaynakları; kelâm, fıkıh, tasavvuf gibi bu kaynaklardan beslenen değişik kollarıyla bütün varlığın; ilmî ve kaderî planlarla bir Kudret-i Kâhire tarafından yaratıldığını, O’nun kayyûmiyetiyle varlığını sürdürdüğünü; bu âleme bir bir gelenlerin bir bir gidişi, gidenleri yeni gelenlerin takip edişi hep o biricik Yaratıcı’nın idare ve tedbiriyle olduğunu; bir başka âlemde ebediyete mazhar olacakların da yine O’nun kayyûmiyetiyle olacağını kabul eder ve aksi mülâhazaları bütünüyle sapıklık sayar. Zevkî ve hâlî bir meslek olan “vahdet-i vücud” erbabının vücud mülâhazaları –bu konu başka bir münasebetle tafsilen izah edilmişti– müstesna, usûlüddinin büyük üstadları, tasavvufun dev imamları, kâinatı da içindekileri de Allah’ın yarattığına ve yaratılan her şeyi ayrı ayrı hususiyetleriyle yine O’nun devam ettirdiğine inanırlar. Aksine, “Yaratılanlar Yaratan’ın özündendir, bütün kâinat Yaratan’ın özünde vardı; yaratılma bu özün dışa vurması şeklinde oldu.. oluş bir zuhur ve feyezândan başka bir şey değildir...” gibi mülâhazalar, ilâhî sıfatların hakikatlerini, esmâ-i ilâhiyenin hususiyetlerini ve faaliyet-i rabbâniyenin de keyfiyetini bilemeyen panteistlerin mütalâalarıdır; kökleri de ta Herakleitos ve Parmenides ve daha sonraki dönem itibarıyla da Eflatun ve Plotinus’a, daha açık ifadesiyle “ukûl-ü aşere” ve tezahür felsefesine dayanmaktadır.

Bir kısım mutasavvifenin, tecellî ile mütecellîyi, zıllî ile aslîyi, Kayyûm ile O’nunla kâim olanı birbirine iltibas etmelerinden ya da “dîk-ı elfâz”a iktiran eden hâl ve zevklerini, başkalarının benzer mülâhazaları ifadede kullandıkları kelimelerle seslendirmelerinden panteizm gibi anlaşılan beyanlarının, bu kabîl felsefî mülâhazalarla hiç mi hiç münasebeti yoktur: İkincilerin vücud mülâhazaları, onların, Hazreti Zât’a gönülden teveccühleri, ciddî konsantrasyonları, her zaman O’na tahsis-i nazarda bulunmaları sonucunda –bir hâl ve istiğrak ifadesi olarak– bütün varlığın mütelâşî olup gitmesi mânâsında bir vücudîlik; birincilerinki ise, nazarî olarak, kâinat ve içindeki her şeyi, tek bir varlığın farklı tezahürleri, gayriiradî feyezânları ve bütün eşyanın O olduğu şeklinde bir panteizm mülâhazasıdır ve böyle bir mütalâanın Kitap ve Sünnet’le telifi de imkânsızdır.

Evet, ikinciler, daha ziyade hâl ve zevklerine tercüman olma yolunda, bir mânâda kısmen müteşâbihâta düşmelerine mukabil; birinciler, idrak ufkumuzu aşan konularda varlık ve varlığın perde arkasıyla alâkalı nazariyeler üretmektedirler. Bu itibarla da biz, birincilere; kendilerini beğenmiş, bencil ve müteâl hakikatlere akıl erdiremeyen ya da ancak vahyin aydınlatan tayfları altında görülüp sezilebilecek gerçeklere, minnacık akıl feneriyle bakmaya çalışan mübtedîler; ikincilere de, hayatlarını hep mahviyet ve tevazu yörüngesinde sürdüren, Hakk’a gönülden yönelmiş ve O’nun vücud ve diğer sıfât-ı sübhaniyesinin ziyası karşısında başka şey görmeyen, mevcudiyet ve sonraki bütün hususiyetlerini O’ndan bilen ve her zaman bütün varlığa da bu zaviyeden bakan müntehîler diyoruz; bazen zevk ve hâllerine yenik düşen, iştibah ve iltibasa açık müntehîler. Eğer bunların hissiyatlarının haritasını ortaya koymak mümkün olsaydı, o haritada, varlığın Allah’la münasebetinin, Hâlık-mahluk, Kayyûm ve O’nunla kâim olan münasebeti olduğu anlaşılacak ve âlem-i “sahv”deki hâllerinin dilinden, Kitap, Sünnet ve usûlüddin âlimlerinin söylediklerine benzer şeyler duyulacaktı.

Bir diğer ifadeyle kesret; kaderî kalıplara göre, farklı mahiyet aynalarında ilâhî esmâ ve sıfatların değişik tecellîleri demektir. Yani bu âlemde her şey, Hazreti Vâhid ü Ehad’in vahdet tecellîlerine bağlı olarak yaratılmıştır ve bir baştan bir başa topyekün varlık, trilyonlarca aynalar olarak, aralarındaki birlik, beraberlik, uyum, âhenk, yardımlaşma, dayanışma... gibi hususiyetleri ve farklı ses, farklı nağme, farklı secâlarıyla, hep aynı mânâ ve mazmunu ifade etmektedir. Bütün eşya ve hâdiseler bu şekildeki konumlarıyla O’nun vahidiyet ve ehadiyetini ilan ettikleri gibi, mekânî olan bu şeylerin yanında zaman dahi: أَنَا الدَّهْرُ “Zaman, Benim âyine-i izafîmdir.”1 mefhumunca dehr, dihâr ve dihûr unvanlarıyla mütemâdî kesret aynalarında yine O Vâhid ü Ehad’i haykırmaktadır.

Bu itibarla da hemen her mertebede hak yolcuları, eşya üzerinde nazarlarını sürekli bu mülâhazalar çerçevesinde gezdirir ve maddî-mânevî, cismanî-ruhanî her şeyin çehresinde vahdet temâşâlarıyla Bir’i görür, Bir’i duyar, birlikle alâkalı renk, desen ve şiveyle ürperir; her nesne ve her hâdisede O’nun ilim, irade ve kudretinin âsârını müşâhede edip kendinden geçer; geçer de:

Cemalini nice yüzden görem diyen dilber,

Şikeste âyineler gibi pâre pâre gerek..

diye mırıldanır ve her an yeni bir vuslat rampasında duruyor gibi, ebediyet televvünlü bir temâşâya start verileceği heyecanıyla kendini O’nu müşâhede kapısının önünde sanır.

Evet, Allah birdir. O’nun birbirinden farklı değişik sıfat ve isimlerini ayrı ayrı hususiyetleriyle aksettiren aynalar ise pek çoktur. Her yerde ve her zaman “vahdet-i asliye”nin yanında bir “kesret-i tebeiye” de mevcuttur.. ve inanmış bir gönül erinin nazarında müşâhede edilen bütün kesret âlemleri, değişik yorum ve değerlendirmeler ile her zaman gidip vahdete dayandığı gibi, böyle temiz bir ruh nazarında kesrete ait bütün ses ve görüntüler de bir zemzeme-i vahdet’e dönüşerek hep O’nu söylemekte, O’na bakmakta, O’ndan mesajlar sunmakta ve sürekli O’nu soluklamaktadır.

Aklın zâhirî nazarında bu kevn ü fesattaki mecâlî ve mezâhirin taaddüdü bir kısım kesret kılıklı farklılıklar ortaya koysa da, bu kat’iyen menba ve mercideki vahdete münâfî değildir. Her şey, her hâliyle O’nunla irtibatlı ve O’nun kasd u iradesine bağlı çalkalanmakta; gelmekte-gitmekte ve O’na dönmektedir. Bu itibarla da kesretten, kenz-i mahfî-i vahdetin halk ve icad çerçevesinde bir inkişaf tecellîsi diye de söz edebiliriz.

Tabiî bütün bu mülâhazalar, yakın bulunup uzak duranlar için değil, konumuna göre duruşunu ayarlayabilmiş yakın durup yakından görenler içindir. Bir meczup, böyle bir mülâhaza ile alâkalı şunları söyler:

“Ol sana senden yakındır, sen sakın olma O’na ırak,

Kesreti kov, vahdeti bul, kalbdeki irfanla bak!”

Evet, kalb ve ruhun hayat seviyesine erip otağını ruhanîlerin uçuştuğu zirvelere kurabilen, lâzaman ve lâmekân, lâleyl ve lânehâr hak erleri için kesret de vahdet de problem olmaktan çıkar ve birer “mâkûlü’l-mânâ” hâline gelirler.

Bu her zaman hep böyledir; bir taraftan, insanlığın idrak ufkunu tabiat-ı beşeriye zulmeti kuşatsa da, bir başka zaviyeden her şeyi ve herkesi nur-u hakikat ve ziya-i vahdetin ihata ettiği duyulur ve hissedilir. İnsan, cismanî tabiat atmosferinin üstüne yükselebildiği ve nazarını öteleştirdiği takdirde, vahdet dünyasının aydınlıklarıyla tanışır; idrak, ihsas ve müşâhedelerinde kendini el değmemiş, göz görmemiş sürprizler sağanağı içinde bulur. Ne var ki, böyle bir mevhibe sağanağı mazhariyetine eren hak yolcusu, eğer diyanetin ruhundaki âhengi koruyamaz ve bağlı bulunması gerekli olan usûlüddin prensiplerinden uzak düşerse, iç içe kazançlar kuşağında kaybetme ihtimali de söz konusudur. Zâhir-Bâtın, aynı hakikatin göz ardı edilmeye tahammülü olmayan birer buudu olduğu gibi, bu isimlerin tecellî alanı sayılan kesret ve vahdet ahkâmında muvazeneye riayet de fevkalâde önemlidir.

Onun için seyr-i ruhanîde sırf bâtınî hüviyet ve onun inkişafı sayılan müşâhede ve mükâşefeleri nazara alanlar, tevhid-i hakikîyi, لَا مَوْجُودَ إِلَّا هُوَ “O’ndan başka hakikî bir mevcud yok.” şeklinde duymuş ve ifade etmişler; sadece zâhirî hüviyete bakıp ona değer verenler ise çok defa natüralizme saplanmış ve şirkte boğulmuşlar; zâhir ve bâtını beraber kabul etmenin yanında, hâl ve zevk televvünü ile az da olsa bâtını bir-iki kadem öne çıkaranlar ise –hakka daha yakın olmaları müsellem– tevhid-i kâmili meşhûdâtlarına bağladıklarından لَا مَشْهُودَ إِلَّا هُوَ “Meşhûd olan sadece O’dur.” diyerek, gaybe imandaki ıtlakın enginliğine rağmen, imanî mülâhazalarını kayıt altına almışlardır. Mütalâa ve değerlendirmelerini tamamıyla esmâ ve sıfât-ı sübhaniye ile irtibatlandırıp varlık ve hâdiselere bu zaviyeden bakanlar ise, tevhid telakkilerini ıtlakın enginliğiyle ele alıp zâhirî tevhidleriyle “fark”a mürâât, bâtınî tevhidleriyle de “cem’ maa’l-fark”a işaret sadedinde لَا مَعْبُودَ إِلَّا اللّٰهُ “O’ndan başka mâbud, maksûd ve matlûb yoktur.” hakikatiyle gürlemiş, Kur’ân ve Sünnet’le ortaya konan hakikî ve iltibaslara kapalı bir tevhidi ilan etmişlerdir. Zannediyorum, işte böyle bir telakki sayesinde, hem tevhid-i Zât hem de tevhid-i sıfâtın vurgulanması yanında zâhir ve bâtın arasındaki muvazene de korunmuş olacaktır.

Aslında tevhid-i bâtın bir çekirdek ise, tevhid-i zâhir de bir ağaç ve meyve mahiyetindedir. Ne var ki, ilkinin büyük ölçüde vicdan mekanizmasıyla duyulup hissedilmesine karşılık, ikincisi daha çok, kesret âlemini mütalâada bulunmak, mütalâa edilen şeyleri yorumlayıp değerlendirmek suretiyle zâhir ve bâtın hâsselerle anlaşılıp zevk edilmektedir. Ayrıca böyle bir bakış farklılığının beraberinde getirdiği bir mukabele farklılığından da söz edilebilir. Şöyle ki, Hazreti Ehad ü Samed’i, kesretle münasebetimiz ve zâhir duyu organlarımızın idrak ve ihsas ufku açısından ve böyle bir mülâhazaya vurguda bulunma zaviyesinden andığımız zaman –hacda, bayramlarda olduğu gibi– cehrî olarak anarız; vicdanî sezi ve sır zirvesi açısından yâd ettiğimizde de kalbin dili, sırrın soluklarıyla yâd ederiz.

Evet, kendi kendimizi murâkabe ve muhasebe atmosferinde, halvethânelerdeki hususî zikir ve yakarışlarımızda kalb, sır ve hafî ufkuna bağlı kalmaya çalışır; bayram, cuma ve hususiyle de hacda, şeâiri ilanın esas olması mülâhazasıyla gürül gürül O’nu haykırır, hem kendi hesabımıza hem de bütün varlık ve varlık ötesi, arzdan semaya, semadan arza gelip giden şuur sahiplerine bir şeyler söylemeye çalışırız; çalışır, mezâhir ve mecâlîye fazla takılıp kalmadan, kesretin o boğucu atmosferini delik deşik ederek her zaman vahdete müteveccih olduğumuzu gösteririz. Böyle bir tavır, mebde ile beraber müntehâya da riayet etmenin ifadesi ve zâhirî imtisas ve ihsaslarımızın yanında bâtınî duyuşlarımızın da dilini kullanmak demektir.

Bunu biraz daha açabiliriz: Her şeyin ilmî vücudu itibarıyla mânevî bir suret ve mahiyeti –suret ve mahiyet tabiriyle yine kelime yetmezliğine takıldığımızı itiraf etmeliyim– vardır. Böyle bir suret ve mahiyet, kaderî plan çerçevesinde, akdes feyiz televvünlerine bağlı, feyz-i mukaddesle önce –bu da bizim gibi zamanla mukayyet olanlara ait bir husus– ruhanî mahiyetler seviyesine getirilir; sonra cismaniyet urbası giydirilir ve her varlık, topyekün eşyayı kuşatan bir ilmî program çerçevesinde, kendi mânâ ve muhtevasına göre belli hüviyete bürünerek başka bir mazhar ve meclâ durumuna yükselir. Kaba bir benzetme yapacak olursak; her varlık, ilmî vücud mertebesinde, kelime ve cümleleri meydana getiren harflerin özü ve ruhu gibidir. Bunlar, kelime mertebesine yükseldiklerinde belli mânâlara delâlet ettiği gibi, mevcudat da farklı taayyünlerle farklı şekiller alır. Bunların misalî levhalardaki siluetleri, âyetlere; belli numara, belli drop ve belli kalıplar çerçevesindeki şekilleri, resimleri de, çerçevesi belirlenmiş müstakil sûrelere benzetilebilir.

Temelde her şey, bâtını itibarıyla, çoklarımızın idrak ufkunu aşkın bulunsa da, nuranî, şeffaf ve vahdet edalı olduğu açıktır. Zâhirî televvünleri açısından ise büyük ölçüde esbab alaşımlı ve kesret edalıdır. Bu, biraz da aynaların kabiliyet ve hususiyetleriyle alâkalıdır: Evet, tıpkı Kur’ân sûrelerinin âyetlerden, âyetlerin kelimelerden, kelimelerin harflerden, harflerin de nokta ve belli hatlardan meydana gelmesi gibi, canlı-cansız bütün varlık da misalî levhalardan, misalî levhalar kelimât-ı ruhaniyeden, bunlar da –tabir caizse– hurûf-u ilmiye tecellîsinden ezelî program çerçevesinde, kudret ve iradenin taallukuyla meydana gelmiş cümleler, paragraflar, risaleler ve kitaplardır. Bunun böyle olduğunu duyup zevk eden ârifler, her zaman kesret arkasında vahdeti, ehadiyet cilveleri verâsında da vahidiyeti temâşâ etmiş ve cemalin rasathânelerinden ihataları aşkın celâlî tecellîlerin mehâfet ve mehâbetini duymuş ve tâzimle iki büklüm olmuşlardır. Başta namaz olmak üzere bütün ibadetler, bu seviyeye açık ruhlara, yerine getirecekleri sorumlulukları gösterme, tarif etme ve hatırlatma açısından fevkalâde önemlidir.

Varlık ve onun önüne-arkasına, ehadiyetin yaklaştıran menşûrundan, cemalin aydınlatan meş’aleleriyle bakamayanlar, maddî ve cismanî âleme ait esbab ve vesait perdelerine takılmış ve binlerce-yüz binlerce ışık kaynağına rağmen ışığa hasret gitmişlerdir. Kur’ân okurken ses ve nağmelerin ötesine geçemeyenler, onu yorumlama adına mantık ve felsefe dedikodularıyla ömürlerini tükettikleri gibi, kâinat kitabını doğru okuyamayan, okuduklarını yanlış anlayan, yanlış anlayıp esbaba takılanlar da, sürekli okudukları hâlde hiç mi hiç okumanın ötesini görememiş, vahyin aydınlatıcı ışıklarından mahrum yaşamış ve kesret deryasının amansız dalgalarıyla sağa-sola sürüklenmiş; sonra da bir türlü vahdet sahiline ulaşamamışlardır.

***

Hz. Âdem’in hilâfet pâyesiyle şereflendirilmesinin arkasında, onun esmâ-i ilâhiyeye vukûfu ve o isimlerin müsemmâları da diyebileceğimiz eşyayı iyi okuması, derken esmâdan Müsemmâ-i Akdes’e yönelmesi ve her şeyin mahiyetini, hakikatini kavraması olsa gerek. O, kendisine talim edilen isimleri müsemmâlarıyla, müsemmâları da kendilerine ait hususiyetleriyle okumuş, değerlendirmiş ve her şeyin çehresinde vahdet gerçeğini temâşâ ederek kesret dağdağasından kurtulmuş ve bütün perdeleri aşıp gönlündeki kenz-i mahfînin ihsas ve ışığıyla Hazreti Zât’a yürümüştü. Başka bir yaklaşımla o, şeriat-ı fıtriye de diyeceğimiz tekvînî emirlerin suret-i cereyan ve televvünlerinin çehresinde ulûhiyete ait esrarı, hem de kusursuz olarak okumuş ve حَقَائِقُ الْأَشْيَاءِ ثَابِتَةٌ2 hakikatini duyduğu aynı anda, Hazreti İlim ve Vücud’un tesirlerini de ilan ederek, melekûtun dilrubâ kametleri meleklere سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَۤا إِلَّا مَا عَلَّمْتَنَاۘ إِنَّكَ أَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ “Münezzeh ve mukaddessin yâ Rab! Biz, Senin bize bildirdiğinden başkasını bilemeyiz; her şeyi hakkıyla bilen Sen, hikmetle yaratan da Sensin...”3 dedirtmişti ki bu, Hakk’ın mükerrem ibâdından daha mükerremlerin de bulunabileceğinin ilanı ve insanoğlunun hilâfetine de ciddî bir vurgu demekti.

Herkes kesrette vahdeti görüp duyamayabilir; zâhirde bâtını temâşâ gibi çoklukta Bir’i bilip, Bir’i duymak imkân-ı aklîyle mümkün olsa da her babayiğidin kârı değildir. İlk insan, ilk peygamber Âdem nebi, aynı zamanda kesrete açık ve fakat müntehâ-i vahdete çağıran ilk mürşiddi. O, kesretin tahminleri aşan boğuculuğu, dağıtıcılığı, cazibesi karşısında başı dönmeden, bakışı bulanmadan, hemen her zaman vahidiyetin celâlî tecellîleri içinde ehadiyetin cemalî cilvelerini görmüş, hissetmiş ve her nesnede, hususiyle de canlılarda ilâhî isimlerin tecellîlerini müşâhede ile, bu iç içe celevât ve füyûzât arasında, kendi hakkındaki –tabiî insanoğlu adına– hususî bir teveccühün unvanı sayacağımız cemalî esintileri de duymuş; kalbinin kapılarını ardına kadar Zât-ı Akdes’e açarak O’ndan gelen ışıklar sayesinde gönlünün gözleriyle her varlığın çehresindeki vahdet sikkesini okumuş ve her şeyin en önemli derinliğinin O’na baktığını görüp anlamış, sonra da birer birer her varlık ve toptan bütün eşyadaki değişimlerin-dönüşümlerin hep o Kudreti Sonsuz’un tezgâhından çıktığını, “ayne’l-yakîn” müşâhede etmiş ve derin bir iz’anla ne rubûbiyetinde ne de ulûhiyetinde O’nun eşi-menendi, muîni ve veziri bulunmadığını ilan ederek mahiyet ve donanımının hakkını yerine getirip meleklerin önüne geçmişti; geçmiş ve kapıyı da her müstaiddin geçeceği şekilde aralık bırakmıştı.

Evet, bu yol, günümüzün vahdet yolcuları için de aynıyla söz konusudur; gözlerini her zaman tefekkürle açıp-kapayan, sineleri sürekli şefkatle çarpan, âcizliğini O’nun kudretine ulaşma dinamiği, fakirliğini de yine O’nun servet ve gınasına ermenin vesilesi sayan basîretli ruhlar, tıpkı Hz. Âdem gibi vahdeti kesret aynalarında temâşâ edebilir; her simada O’nun ziya-i vücudundan parıltılarla O’nun varlığını hisseder ve celâlî tecellîlerin göz açtırmıyor gibi görünen sağanakları karşısında dahi ehadiyet televvünlü cemalî cilvelerin üfül üfül esintileriyle serinler ve “bî kem u keyf” yudum yudum O’nunla bulunuyor olmanın hazlarını yudumlayabilirler.

Vâkıa, bazen böyle bir noktaya ulaşanların yer yer iltibasa düştükleri ve hâllerini ifadede kullandıkları kelimeleri iyi seçemedikleri, ya da onların gönül dünyasında sürekli “sübühât-ı vech” esintileri esip durduğu için “hulûl”e ve “ittihad”a çekilebilecek sözler ettikleri görülegelmiştir; ama bunun her zaman böyle olmadığı da bir gerçektir. Ve hele, seyr-i ruhanîsini Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi ekmelüttehâyâ) mişkât-ı nübüvveti altında sürdürenler için bu durum hiçbir zaman söz konusu olmamıştır ve olamaz da...

Aslında bu makam, hak yolcularının gönlünde لِمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ “Deyin bakalım bugün mülk kiminmiş?”4 hitabına, Hazreti Vâcibü’l-Vücud’un لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ “Kudret-i kâhire sahibi Allah’ındır.”5 hakikatinin tecellîlerinden muhit bir ziya ya da bir aks-i sadanın görülüp duyulduğu makam olduğundan; yani, asıl olan vahdet-i zâtiyenin, ârızî olan kesret-i fer’iyeyi bütünüyle kuşatıp her şeye bir vahdet rengi verdiğinden –tabiî böyle bir mesele avam için asla söz konusu değildir– hâle mağlup ve istiğrak eksenli yaşayan bu kimseler, iltibasa açık o kabîl beyanlarında mazur görülebilirler. Buna, sâlikin belli bir kurb mertebesine erince, müşâhede ufku itibarıyla her yanda ayân beyan esmânın tüllenmesi, insanî latîfelerin her an Müsemmâ-i Akdes’i duyması, bütün ihsas ufuklarında sıfat televvünlerinin kalben görülüp sezilmesi ve latîfe-i rabbâniyenin, Hazreti Mevsûf-u Mukaddes’i mülâhazaya alma heyecanıyla çarpması makamı da diyebiliriz ki; bu ölçüdeki ihsas ve imtisaslarla kuşatılmış bir gönül eri, tecellî-i vahdetle her şeyin silinip süpürülüp götürüldüğünü ve dört bir yanda hep O’nun bayrağının dalgalandığını duyup zevk eder ki, böyle birinin sahv hâlindekiler gibi düşünmesi de bir mânâda kendiyle çelişki olur.

Bazıları, ruhun bu seviyede irtifa ve inkişafına, kalbin kendi derinlikleriyle bedeni kuşatması, bazıları da ruh-u insanın nefha-i ilâhî olmasına bağlı, özündeki güce ulaşması demişlerdir ki; kendini aşmış ve kendi rekorunu kırmış bu seviyedeki bir hak erinin nazarında artık ne arz u sema farklılığı ne de öteler ve burası ayrılığı kalır. Böyle biri beden ve cismaniyetiyle arzda bulunsa da, latîfe-i rabbâniye ve sırrıyla semalar ötesinde; heykeliyle, şekliyle aramızda görünse de ruhuyla hep âlâ-i illiyyîndedir.

Evet, o, bütün bütün kalbî ve ruhî hayat ufkuna kilitlendiğinden, artık her zaman vahidiyet tecellîleri içinde ehadiyet cilveleriyle yaşar ve bâtınî hislerinin menfezlerinden sürekli cilve-i vahdeti temâşâ eder; eder de, gayrı Vâhid ü Ehad’den başka hiçbir şey duymaz ve hiçbir şey hissetmez. Önce de ifade edildiği gibi, böyle bir ufku ihraz edince, bazen Muhît’in vüs’at ve ihtişamı, muhâtın da hakâreti, muzmahil ve mütelâşî olması karşısında, mazur görülecek bir iltibasa düşerek: “O’ndan başka bir şey görmüyorum.” veya “Sizin gördükleriniz bütünüyle vehm ü hayalden ibarettir.” diyebilir.

Aslında, bir nesnenin var veya yok farz edilmesi, biraz da, o objenin bâtınî duygularla hissedilme şekline bağlıdır. Varlık ve hâdiselerin yorumlanması, bütün bütün öteleşmiş bâtınî duyguların imbiklerinde değerlendirilince, zâhirin tesir alanı da daraldıkça daralır; hatta, hak yolcusunun, objeleri tamamen bâtına göre değerlendirmesi ölçüsünde sır ve hafî atlası itibarıyla zâhir onun gözünde bütünüyle silinir gider ve her yanda bâtının bayrağı dalgalanmaya başlar. Artık böyle birinin nazarına yer yer kesret resimleri ilişse de bunlar, hiss-i mârifetin bağrında gelişmiş ve latîfe-i rabbâniyenin hâlî ve zevkî bir buudu hâline gelmiş hiss-i vahdete söz dinletemezler. Dinletemedikleri içindir ki varlığı böyle bir ufuktan temâşâ eden bir hâl eri, zaman zaman, أَنَا الْعَبْدُ وَأَنْتَ الْحَقُّ6 diyeceğine, iç ihsaslarının tesirinde أَنَا الْحَقُّ7; سُبْحَانَ اللّٰهِ الْعَظ۪يمِ8 demesi gerektiği bir yerde de سُبْحَان۪ى مَا أَعْظَمَ شَأْن۪ي9 şeklinde iltibaslı ve muhkemât-ı şeriat nazarında hatarlı beyanlarda bulunabilir.

Usûlüddin açısından, diyanetin ruhu ve kul olmanın lâzımı sayılan tevazu ve mahviyete münâfî olması bir yana, aklın zâhir nazarında istiklâl iddiası hissini uyaran bu türlü mülâhazalar, ubûdiyetin ruhuna tamamen zıttır ve peygamberlerin talim buyurdukları tevhid telakkisine de münâfîdir. Hele bir kısım mübtedîlerin, bu kabîl sözleri söylemeleri veya bu sözlere dayanarak hulûl ve ittihaddan dem vurmaları bütün bütün İslâm’ın ruhuna aykırı, bedâhet-i akla münâfî ve Kur’ân muhkemâtına da muhalif bir dalâlettir.

Sünnet yolunun yolcuları, her zaman kesret içinde vahdeti müşâhede etmiş, Hazreti Zât’ı, kendi sıfât ve esmâ-i hüsnâsı zaviyesinden, mâsivâyı da kendi keyfiyet ve hususiyetleriyle ele almış; Hazreti Hakk’ın müteâl bir varlık olduğunu, izafî hakikatlerin de O’nun var etmesiyle var olduklarını, kayyûmiyetiyle de devam ettiklerini düşünmüş; her türlü tasavvurda, taakkulde, inançta iltibaslardan uzak durdukları gibi ifadelerinde de ulûhiyet hakikatiyle telifi imkânsız beyanlarda bulunmamışlardır. Evet onlar, لَوْلَا الْإِعْتِبَارَاتُ لَبَطَلَتِ الْحَقَائِقُ “Eğer izafiyât olmasaydı pek çok nisbî hakikat maruz-u butlan olurdu.” fehvâsınca, her zaman hakâik-i eşyanın –Hakk’ın ziya-i vücudunun gölgesinin gölgesi olsa da– varlığını vurgulamış ve bunun da asla vahdete münâfî olmadığını düşünmüşlerdir.

Hâsılı, gözlerimizle, gönüllerimizle görüp duyduğumuz bütün eşya, O’nun kudret ve iradesiyle meydana gelmiş âdeta bir meşher; küre-i arz canlı-cansız aksesuarıyla, ilim, irade ve kudret tezgâhından çıkmış, olabildiğine mükemmel bir dizaynla müşahidlerin temâşâlarına arz edilmiş geniş ve muhteşem bir saray, insanoğlu da bütün bunları tanıyıp değerlendirmeye memur bir vazifelidir. Her yanda görülen bir kesret televvünü; her nesne ve her hareketin özünde duyulup hissedilense bir vahdet ruhudur. Hüşyâr gönüller bunu hep böyle bildi Hakk’a yürüdü; ifrat ve tefrite düşenlerse takılıp yollarda kaldı.

اَللّٰهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلًا وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ.

وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى عِقْدِ النَّبِيّ۪ينَ وَقَائِدِ الرَّكْبِ الْمُرْسَل۪ينَ

وَعَلٰى اٰلِه۪ وَأَصْحَابِهِ الطَّيِّب۪ينَ الطَّاهِر۪ينَ أَجْمَع۪ينَ.



1Buhârî, tefsîru sûre (45) 1, tevhid 35; Müslim, elfâz 1-3.
2“Eşyanın hakikati sabittir.” (Ömer en-Nesefî, el-Akâid s.1)
3Bakara sûresi, 2/32.
4Mü’min sûresi, 40/16.
5Mü’min sûresi, 40/16.
6“Ben kulum, Sen ise Hak.”
7“Ben Hakk’ım.” (Bkz.: el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 1/36)
8“Yüceler yücesi Allah’ı tenzîh ü takdîs ederim.”
9“Tenzîh ü takdîs ederim ki; benim şânım ne yücedir!” (Bkz.: el-Gazzâlî, el-Maksadü’l-esnâ 1/154; İbnü’l-Cevzî, Telbîsü iblîs 1/417)