Ehadiyet - Vahidiyet
Tahmini okuma süresi: 19 dk.
1330 defa okundu.

Kitap:Kalbin Zümrüt Tepeleri 3



Ehadiyet; birlik, teklik mânâsına gelen “ehad” kelimesinden türetilmiştir. “Bir” demek olan, ferd ve vâhid mânâlarını da ihtiva eden ehad, mâadâyı nefyetmede emsali kelimelerden daha mübalâğalı ve ikincisi olmayan bir rakamdır. Bu itibarla da vâhid kelimesinin isbatta kullanılmasına karşılık ehad lafzı hep nefiyde kullanılagelmiştir. Ehad, hiçbir şeyin ona, onun da hiçbir şeye nisbeti söz konusu olmayan bir kelimedir ve Zât-ı Ehad u Samed’in has sıfatıdır. Ehadiyet âlemi ise böyle bir sıfatın tecellî ve inkişaf ufkudur. Vahidiyet sıfâtta iştiraki nefyetmesine mukabil, ehadiyet tam tenzihe bakması itibarıyla Zât-ı Mutlaka ve Sırfe’ye –esmâ ve sıfât mânâları meknî– nâzırdır. Hulâsa ehadiyet, bütün kesretlerin kendisinde fenâ bulup gittiği, bütün lâhutî hakâikin onda meknuz bulunduğu, umum varlığı kâmilen tutan, ezeliyet ve ebediyeti birden ifade eden bir hakikat-i mukaddesenin unvanıdır.

Bazılarının zannettiği gibi, ehadiyet mülâhazası ile esmâ ve sıfât-ı sübhaniyenin yok farz edilmesi veya – فَتَعَالَى اللّٰهُ عَمَّا يَـظُــنُّونَ –1 bunların mütelâşi olup gitmesi söz konusu değildir. Söz konusu olan, esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhaniyenin müessiriyet, tecellî ve inkişafları mahfuz, bir zât-ı mutlaka-i sırfe mülâhazasıdır. Buna, ulûhiyet dairesi muvacehesinde, her şeyin kendine bakan yönüyle fâni ve mâdum sayılmasına, rubûbiyet âlemi itibarıyla bütün varlığın O’nun vücuduna bir ayna olmasına, vahidiyet mertebesinde de esmâ ve sıfât-ı ilâhiyenin bir güneş gibi her şeyi gölgede bırakmasına mukabil, ehadiyet ufkunda Zât-ı Mutlaka’dan başka hiçbir şeyin mülâhazaya alınmaması da diyebiliriz.

Diğer bir yaklaşımla, vahidiyet tecellîsi itibarıyla, esmâ ve sıfâtın ziyası karşısında bütün varlık ve eşyanın, tıpkı güneş karşısında kaybolan semavî cirmler gibi –حَقَائِقُ الْأَشْيَاءِ ثَابِتَةٌ2 sözüyle anlatılan gerçek mahfuz ve melhuz– muzmahil olup gitmesine mukabil, ehadiyet mülâhazasında, hakikat-i nefsü’l-emriyelerine rağmen esmâ ve sıfât dahi “min vechin” gaybet-i mukayyedeye girer ve bütün idrak ve ihsas ufkunu, ehadiyet-i ilâhiye veya sübühât-ı vechin şuaâtı tutuverir; tutuverir de Zât-ı Baht’a göre ağyâr sayılan her şey bir mânâda silinir gider. Bu itibarla, ehadiyetten maksat –burada kelâmcıların, sıfât-ı sübhaniyenin, Zât’ın aynı veya gayrı olmaları mülâhazalarına girmeyi gereksiz görüyorum– Zât-ı Mutlaka ve Sırfe’dir. Şöyle ki ehadiyet mülâhazasında, esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı rabbâniye bizzat nazara alınmamakta, his, şuur, idrak ehadiyetin nâkâbil-i idrak olması mülâhazasıyla hayret ve dehşet yaşamaktadır. Vahidiyette ise bütün merâyâ ve mecâlî, esmâ ve sıfâtın zuhur alanı hâline gelerek her şeyi kaplamaları gibi bir durum söz konusudur.

Lâhut, rahamût, hatta bir mânâda ceberût âlemleri, ehadiyet tecellîlerinin –alâ merâtibihim– mahall-i taayyünleridir ve bu âlem, aynı zamanda, münezzeh, müberra, mukaddes lâhut âleminin de 3بِغَيْرِ كَيْفٍ وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالِ mahall-i tecellî ve inkişaf sahasıdır. “Kenz-i mahfî”nin لِأُعْرَفَ ufkunda celâlî ve cemalî açılımı bu mebde-i taayyünle başlamıştır/başlamaktadır. Bu itibarla da bu âlem, bütün izzet, azamet ve kahırların yanında, umum lütufların, ihsanların, hususî iltifatların da mahall-i tevziidir. Ve burası aynı zamanda, Hazreti Zât’ın Kendi zâtına, Kendi ef’âline, Kendi sanat ve âsarına muhabbetini ifade ettiği; edip onu ruhlarımıza duyurduğu; vicdanlarımızı aşk u şevkle şahlandırdığı câmi bir âyine-i “Samed” ve vahidiyete de bir açılma merhalesidir.

Evet, ehadiyet âlemi, vahidiyet dairesi önünde hakâik-i ulûhiyet ve esrar-ı sübhaniyenin sırlı bir ifadesi gibidir. O hakâik-i ulûhiyete dair söylenebilecek sırları söyler; söyler de okuyabilen herkes onda esrar-ı بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ve قُلْ هُوَ اللّٰهُ أَحَدٌ ‘i okuyabilir. Yani Allah, ilâhiyetinde vâhid olduğu gibi rubûbiyetinde de birdir. Keza O, sıfât-ı sübhaniyesinde tek ve yektâ bulunduğu gibi esmâ-i ilâhiyesinde de Ferd ü Samed’dir.. evet Allah, zâtında vâhid, vücudunda vâhid, rahmâniyetinde vâhid, rahîmiyetinde vâhid, rezzakiyetinde vâhid, hallâkiyetinde vâhid... bir Vâhid ü Ehad’dir.

Daire-i ulûhiyet, bütün esmâ ve sıfât-ı sübhaniyeyi câmi –İsm-i Zât’ın umum esmâ-i hüsnâyı bittazammun ve bililtizam iktiza etmesi bunu göstermektedir– âlemler üstü bir âlemdir ve tecellî sahası itibarıyla da rahamûttan melekûta ve ondan da bittafsil zâhir-bâtın hemen her âlemin menba-i feyezânıdır. Ehadiyet, bir âlem-i münkeşife ve müteayyine, vahidiyet de ikinci bir âlem-i tafsil ve taayyüniyedir. Bu açıdan ulûhiyette câmi ve şamil celâl edalı bir cemal, ehadiyette mütesavi bir tecellî-i celâl ve cemal, vahidiyette ise cemal inkişaflı bir celâlden söz edilebilir. Bu hususta ehadiyete ait hususiyetleri vahidiyette, vahidiyete ait hususiyetleri de ehadiyette görüp konuyu öyle yorumlayanlar da vardır. Böyle bir yaklaşım بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ deki zât, sıfat ve ismin ifade ettikleri mânâya da uygun düşmektedir.

Esmâ ve sıfâtın zuhur ve hafâsı, tabir-i diğerle, münhasıran Hazreti Zât’ın nazara alınması ya da esmâ ve sıfât mülâhazasına iktiran içinde düşünülmesi itibarıyla iki ana merhalenin –bu mütalâa da yine zaman mülâhazasından tecerrüd edememeye bağlı bize ait bir nakîsenin ifadesi– mevcudiyeti söz konusudur:

İlk merhale, esmâ, sıfât ve daha değişik izafât ve itibarların min vechin mülâhazaya alınmadığı ehadiyet meclâ ve aynasıdır ve aynı zamanda zâhir ve bâtının da birleşik noktası sayılmaktadır. Bu itibarla da ona umumiyetle “berzahiyyetü’l-kübrâ” denegelmiştir. “Taayyün-ü evvel” bu merhalenin ayrı bir unvanı, hakikat-i Ahmediye ise –ehadiyet ve vahidiyetteki farklı mütalâa türünden, “hakikat-i Ahmediye” ve “hakikat-i Muhammediye”yi tercihte de benzer bir mülâhazadan söz edilebilir– en yaygın ve en çok kullanılan ismidir.

İkinci merhale, esmâ ve sıfâtın zuhur, tecellî ve inkişaf alanıdır ki, bu âlem melekût ve mülk şeklindeki tafsilin de nokta-i evvelidir. Vahidiyet ufku da diyeceğimiz bu merhale, özünde melhuz ve mermuz bulunan kesretin, tecellî-i esmâ ve sıfât karşısında mütelâşi olup gittiği dairedir. “Ayn-ı sâniye” bu dairenin en mâruf unvanı, “menşe-i mâsivâ” tecellî alanı itibarıyla en meşhur adı, “Hazretü’l-Cem” de hususiyetinin sıfatı olarak anılagelmiştir.

Vâhid ve dolayısıyla da vahidiyet, hâricen ve zihnen terkip, taaddüt ve bunları gerektiren ya da bunların gerektirdiği cismaniyet, tahayyüz gibi durumlardan, müşareket, mümaselet gibi şaibelerden münezzehiyetini ve sıfatı bulunduğu Hazreti Mevsuf’un bütün vücuhuyla vahidiyetini; kesret-suret, cevher-araz gibi şeylerden müberra olduğunu gösteren bir vasıftır. Bu, bütün güzelliklerin –celâlî bile olsa– lütufların, ihsanların, mükâfatların inkişaf ve zuhurlarının da kaynağıdır. Aynı zamanda bu mukaddes ve müteâl merci-i mübarek, –idrak ve ihata edilebilirlik mülâhazası açık– pek çok hakikî ve izafî güzelliklerin de menbaı sayılmıştır. İsterseniz siz buna, celâlin, mertebe-i kemaldeki zuhurunun, cemal şeklinde tecellîsi de diyebilirsiniz.. aslında, bütün cemal ve kemaller, bütün celâl ve azametler O’nun cilve-i cemal ve celâlinin bir gölgesi, hatta gölgesinin gölgesi mesabesindedir.

Ehadiyette, ulûhiyet ve rahmâniyete bakan –bu bir itibara göre böyledir, bu mülâhazayı vahidiyet için düşünen mutemet insanların sayısı da az değildir– bir ihata edilmezlik, bir nâkâbil-i idrak olma keyfiyeti söz konusudur. Evet insan, her zaman ehadiyetle müfad celâlî tecellîyi kavrayamayabilir; zira onda, ulûhiyet ve rahmâniyet tecellî dalga boyunda bir külliyet, bir umumiyet ve dolayısıyla da göz kamaştıran ve görmeye mâni azamet ve izzetin kuşatıcılığı bahis mevzuudur. İşte bu hâliyle de o muhittir.. ve dolayısıyla da ihata edilmesi imkânsızdır. Bu durumda da vicdanlar bir tenezzül ve daha farklı bir inkişafa ihtiyaç duymaktadırlar. Kur’ân-ı Kerim’in bazı yerlerde ortaya koyduğu böyle bir tavr-ı tenezzülün, vicdanların ihtiyacını karşılamak üzere bu kabîl bir inkişafa baktığı söylenebilir: Kur’ân, çok defa, kâinat ve hâdiseleri nazara verdiği aynı anda, görülüp hissedilebilen, okunup anlaşılacak olan cüz’iyyât dairesindeki bir şefkat, bir merhamet, bir nizam ve bir âhengi hatırlatarak, ihata edilmezler üzerine kavranılabilirlik merceğini koyup her şeyi doğru okumamızı sağlar ve bizi muhit olanın ihata edilmezliği karşısında hayrette bırakmaz.

Ulûhiyette bir celâl-i kâhir ve bu celâlin zirvesinde de bir cemal-i bâhir nümâyandır. Zira ulûhiyet dairesi, bütün evsâf-ı kemaliye ve esmâ-i sübhaniyenin biricik merciidir. Bu itibarla da onda hem bir azamet ve celâl-i daim, hem de bir lütuf ve cemal-i lâyezâlînin mevcudiyetinden söz edilebilir ki, bütün tecellîler, bütün cilveler hep o hususî menbadan nebean etmektedir: Evet taayyün mertebesindeki bir nebean, inkişaf çerçevesindeki bir feyezan, tafsil dairesindeki bir tecellî gibi her şey ulûhiyet arşından kaynayıp gelmektedir.

İzzet, azamet ve fevkalâde ululuk zuhuru sayılan celâlî tecellî, “hüviyet-i mutlaka” unvanıyla da yâd edilmektedir. Zât-ı Ulûhiyet’in hâssa-i lâzimesi kabul edilen böyle bir azamet ve ululuğu hatırlatma sadedinde, ism-i Zât olan “Allah” kelime-i mübarekesine hep “lafza-i celâl” ve Hazreti Zât-ı Ulûhiyet’e de “Zülcelâl” denegelmiştir. Farklı bir yaklaşımla, Cenâb-ı Hakk’ın herkese ve her şeye, o şeyin istidat ve kabiliyetleri ölçüsünde, aynı zamanda seviye ve ihtiyaçları nisbetinde lütuf, ihsan ve ikramla taltifine cemalî tecellî dendiği gibi, O’nun esmâ ve sıfatlarının aşkın ve ihata edilmez şekilde gâlibane, kâhirane, hâkimane zuhurlarına da celâlî tecellî denmiştir.

Hazreti Zât-ı Mutlak –ki buna “vahdet-i mutlaka-i sırfe” de diyorlar– ehadiyet dairesinin cilveleri sayılan celâl öncelikli tecellîlerin de kaynağıdır. Bu dairede, bütün esmâ, sıfât, niseb ve itibarlar, Zât hesabına min vechin tebeî olarak mütalâa edilirler. Böyle bir mütalâa ile Hak mefhumu o muhit hususiyetiyle bütün mülâhaza ufuklarını tutar, derken umum duyabilenlere tevhid-i Hak ayân olur; olur da böyle bir nokta karşısında insan kendini, idrak ve ihsaslarını aşkın kâhir bir tecellî hayreti içinde bulur.. ve –Allahu a’lem– işte bu tecellî celâl esintili bir tecellîdir. Buna karşılık, Hazreti “Rahmânu’r-Rahim”in, duyulup, anlaşılıp kavranabilen lütuf, ihsan, inayet ve riayet şeklindeki teveccüh ve iltifatlarına gelince bunlar, cemal televvünlü tecellîlerdir. Arz u semanın, şuur, his, idrak ve irade sahibi varlıkları, bu celâlî tecellîler karşısında hayret, dehşet ve kalaklarını اَللّٰهُ أَكْبَرُ كَب۪يرًا وَسُبْحَانَ اللّٰهِ بُكْرَةً وَأَص۪يلًا –kendimize kıyas ederek söylüyorum– kelimeleriyle seslendirirler. Cemalî meltemler muvacehesindeki behcet ve sürurlarını da وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ كَث۪يرًا inşirahbahş sözleriyle dile getirirler. Bunlardan birincisinde, hissedip fakat kavrayamama, duyup fakat ihata edememe, dolayısıyla da sürekli dehşet yaşamaya karşılık, ikincisinde duyma, anlama, zevk etme ve değişik değerlendirmelerin yanında bu ihsas ve imtisasları, diğer daireye ait esrarı yorumlamada da bir kıstas olarak kullanabilme söz konusudur.

Muhakkikîne göre celâl; Cenâb-ı Hakk’ın, kâhir, gâlib ve muhit bir izzet ve azamet sıfatı olması itibarıyla –ehadiyet ve vahidiyet konularındaki farklı mütalâa mahfuz– bir ehadiyet tecellîsi gibi görülmektedir. Vahidiyet ise, Zât-ı Ulûhiyet’in, esmâ ve sıfât tecellîlerinin bir unvanı olduğu gibi, aynı zamanda bunların bir mahall-i tezahürü mesabesindedir.

Celâl, kalblerde mehâfet, mehâbet, tâzim, mezâhir ve merâyâsındaki âsârıyla da hayret ve dehşet uyarır. Bununla beraber bu tecellî ve tezahür, netice ve akıbetleri itibarıyla fevkalâde yumuşak, sıcak, inşirah verici ayrı bir derinliği de haizdir. Görüp hissedebilenlerce bazen ehadiyette vahidiyete ait âsâr müşâhede edildiği gibi, celâl ufkunda da çok defa –biraz da müşahidin durum ve seviyesine göre– cemal meltemleri duyulup yaşanır. Bunu; “Celâlin zirvesi cemal, cemalin kemali de min vechin celâldir.” şeklinde de ifade edebiliriz.

Aslında biz “Cemalullah” dediğimizde, hep sıfât-ı ulyâ ve esmâ-i hüsnânın merâyâ, mecâlî ve mezâhirdeki durumlarını düşünürüz. Zira, Zât, şuûn ve sıfât dairesinde bir mütalâada bulunmaya hem gücümüz yetmez hem de bir memnuiyet söz konusudur. Biz, âsâra bakar, ef’âli değerlendirir; esmâyı mütalâaya alır, sıfât-ı sübhaniye mülâhazalarına dalarız. Tabir-i diğerle biz, mâverâ-i tabiata ait esrar, cemal, âhenk ve mânâları, tabiat meşherinde, varlık kitabında, kâinat kamusunda mütalâa etmeye çalışır ve satır aralarında ruhlarımıza duyurulmak istenen mesajlarla –tabiî onları iyi anlayıp, iyi değerlendirmek şartıyla– iktifa ederiz. Eşya ve hâdiseler iyi okunup yerinde yorumlandığı takdirde, kim bilir belki de bazılarımızın çok önem atfettiği bir kısım bilgi nazariyeleriyle uğraşmaya da hiç gerek kalmaz.

Varlığın zâhir ve bâtınındaki bütün güzellikler, kemaller, behcetler, cazibeler, ihtişamlar, âhenkler, Hakk’ın cilve-i cemalinin çok perdelerden geçmiş gölgesinin gölgesidir. Biz, hemen her zaman çevremizde; varlığın çehresinde, insanların simalarında, mahiyet-i insaniyenin derinliklerinde, canlı-cansız hemen her şey arasındaki yardımlaşma ve dayanışmada, hatta muânaka ve muâşakalarda; dahası yüksek seciyelerde, üstün karakterlerde, ahlâkî tavırlarda, iyilik duygularında, fazilet hissi ve îsar mülâhazalarında, bütün varlık arasındaki aşk u şevklerde, cazibe ve incizaplarda göz kamaştıran bir âhenk ve güzellik, bir mükemmeliyet ve fevkalâdelik müşâhede eder, âdeta kendimizden geçeriz; geçer de bunların kaynaklarına ulaşma gayretiyle şahlanır ve inanç ufkumuzun yol verdiği, kalbî ve ruhî hayatımızın da müsaade ettiği ölçüde hep o kudsî menbaa doğru yürürüz –seyr u sülûk-i ruhanî bu istikametteki yürüyüşlerden sadece biridir– yürür ve istidatlarımızın el verdiği nispette, her şeyin gidip rahmâniyet, rahîmiyet, rezzakiyet, hallâkiyet ve bunların yanında lütuf, ihsan ve kerem... gibi sıfatlara dayandığını anlar, bu mübarek sıfatların saha-i inkişafı sayılan isimlerde evsâf-ı sübhaniyedeki “Kenz-i Mahfî”nin aksettiği merâyâ ve mecâlîyi temâşâ etme imkânını yakalar ve kendimizi sonsuz, sınırsız, serhaddi olmayan iç içe bir güzellikler meşherinin ortasında buluruz.

Böyle bakanlar için, ehadiyetin tezahürleri vahidiyetin tecellîleri şeklini alır. Celâl, ayn-ı cemal olur. Evet, ism-i Rab, mebde’den müntehâya her şeyin var edilip kemale yönlendirilmesinde, çamurdan balçıktan en mükemmel âyine-i câmia ve mazhar-ı tam varlıklar inşa etmede hep cemalle tüllendiği gibi, ism-i Kahhar suver ve rüsumu mahvederek; ism-i Cebbar, nazarlarımızda fizikî güçlerin mevhum kuvvetlerini dağıtarak bize sürekli celâl ufkunda cemalin bağ ve bahçelerinden demet demet güller ve salkım salkım meyveler sunarlar.

Ta taayyün-ü evvelden başlayıp sıfât ve esmâ yoluyla âsâra akseden bu güzellikler ve mükemmellikler, erbab-ı basîret için her zaman mütalâa edilebilen bir kitap, temâşâsına doyulmayan bir meşher, içine girip gezen insanların görme arzularını gıcıklayan bir saray gibi görülüp değerlendirilmiş ve onlarda yürüyüp saray sahibine ulaşma arzularını coşturmuştur. Bu sayede dünyadaki tabiî geliş-gidişler anlam kazanmış; gelişler, vazife ve sorumluluk altına girme şeklinde yorumlanmış ve ömür boyu hep O’na doğru yürünmüş, gidişler de bir terhis, bir vuslat açılımı ve bir şeb-i arûs telakki edilmiştir.

İşte bu anlayıştaki bir hakikat eri, dünyada olsa da hep O’nunla beraberdir. Her hamle ve her hareketi O’na yürüme istikametindedir. Ömür boyu hep kesret içindedir ama, hedefi vahdettir: Öyle ki sırtında taşıdığı ağır cismaniyet yüküne rağmen, kalbî ve ruhî hayat ufuklarında sürekli O’na doğru kanat çırpmaktadır…

Evet, o nerede bulunursa bulunsun oturur-kalkar “Allahu Ehad, Allahu Samed” der; kalbini sağlamca O’na bağlar, ihtiyaçlarını sadece O’na açar. Ehadiyetin esrarını vahidiyetin envarıyla çözer. Celâlî tecellîlerin sert gibi görünen esintileri karşısında cemalî yorumların meltemleriyle serinler. Hayretlerini tekbir ve tesbihlerle, mazhariyetlerini de hamd ü senâlarla seslendirir.. ve Hazreti Ehad ü Samed’i bilmeme cehaletinden uzak durmaya çalışır; çalışır ve dilinde:

Âlem-i kesretten ey sâlik firar eyle yürü;

Ferd ü Ehad bârgâhında karar eyle yürü;

Rûy-i vahdet görmek istersen bu kesretten eğer,

Saf kıl mir’ât-ı kalbin, tâbdâr eyle yürü.

Kimi Kâbe, kimi Arş’ı etmede dâim tavaf

Sen harîm-i kurb Hakk’ı ihtiyâr eyle yürü.

(İsmail Hakkı)

sözleri muhtemel haybetlerini تِجَارَةً لَنْ تَـبُورَ4’a, gaybetlerini de huzur-u dâimîye çevirir, ehadiyet ve vahidiyet semalarına doğru sürekli pervaz eder durur.

﴿رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةًۚ إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ﴾

﴿رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَۤا إِنْ نَس۪ينَۤا أَوْ أَخْطَأْنَا﴾

وَصَلِّ وَسَلِّمْ يَا رَبَّنَا عَلَى الْهَادِي الْمَهْدِيِّ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِه۪ وَصَحْبِه۪ أَجْمَع۪ينَ.



1“Allah, onların zann ü tahminlerinden çok yücedir.”
2“Eşyanın hakikati sabittir.” (Ömer en-Nesefî, el-Akâid s.1)
3“Keyfiyeti meçhul, idrak edilemez ve misallendirilemez.” (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.41)
4Bkz.: “Ziyan ihtimali olmayan bir ticaret.” (Fâtır sûresi, 35/29)