Ulvî Âlemler
Tahmini okuma süresi: 17 dk.
2130 defa okundu.

Kitap:Kalbin Zümrüt Tepeleri 3



Hâlık’ın nâmütenâhî isimleri olduğu gibi o esmâ ve arkalarındaki sıfatların birinci, ikinci ve üçüncü... derecede tecellî alanları ve taayyün noktalarının bulunduğu da bir gerçek. Bu âlemler, hem bizim idrak ufkumuz hem de kendi mânâ ve muhtevaları itibarıyla aşkın âlemlerdir. Âlem-i mülk ve âlem-i şehadete dair, her zaman net bazı şeyler bilmemiz mümkün olsa da, lâhut, rahamût, ceberût, melekût âlemleriyle alâkalı ne keyfiyet çerçevesinde ne de kemmiyet planında açık bir şey söylememiz oldukça zordur. Bu konudaki bütün mülâhazalar, Kitap ve Sünnet’in belirleyici temel esaslarına sadık kalınarak tamamen keşfe, müşâhedeye, mükâşefeye bağlı beyanlardır.

İlim nazariyesi (epistemoloji) açısından Allah’tan gayrı zâhir-bâtın, latîf-kesif, meşhud-gayrimeşhud, canlı-cansız, dünyevî-uhrevî her şeye âlem denir. Yukarıdaki çerçeve içinde bütün varlık ve onun perde arkası, Hazreti Zât’ın varlığının delili, icraatının belgeleri, kemalinin aynaları, kaderî plan ve programının kitap ve defteri, belli bir tafsil adına her şeyin mahall-i taayyünü, aynı zamanda sıfat ve isimlerinin tecellî alanı olması itibarıyla görünen-görünmeyen hemen her şey O’na ait derin izler, emareler, nişanlar taşıdığından, hatta O’nu haykırdığından O’nun şahitleri mânâsına âlem unvanıyla yâd edilmiş, hepsine birden “avâlim” veya “âlemîn” denmiş; akıl, ruh, nefis, şuur, his ve idrak gibi O’nun “Ol!” deyivermesiyle meydana gelen emir kaynaklı şeyler âlem-i emre bağlanmış; maddî, cismanî, terkip ve tahlil hususiyetlerini haiz, müddete vâbeste arzî ve semavî bütün nesneler de âlem-i halk çerçevesinde mütalâa edilmişlerdir. Bu taksime bağlı ve bir mânâda onun içinde, “âlem-i şehadet”, “âlem-i gayb” diye bütün avâlime esas teşkil eden iki ana âlem daha vardır ki, zikredeceğimiz bütün âlemler onların birer şubesi mesabesindedir:

1. Gözle görülmeyen ve zâhirî duyu organlarımızla hissedilmeyen, gayb âlemi ki, başta lâhut, rahamût, ceberût, melekût âlemleri olmak üzere, görülmezlik ve duyulmazlığın değişik basamaklarında yerlerini alan ve farklı unvanlarla yâd edilen, mânâ âlemi, ruh âlemi, misal âlemi, berzah âlemi ve bâtınî, latîf, nuranî daha bir sürü âlem hep bu gaybî âlem çerçevesinde mütalâa edilegelmiştir.

2. Gözle görülebilen ve zâhir duyu organlarıyla hissedilebilen şehadet âlemi ki, âlem-i halk, âlem-i mülk, âlem-i madde, âlem-i cisim, âlem-i suret, âlem-i kesafet... gibi değişik ad ve unvanlarla yâd edilen ne kadar âlem varsa hemen hepsi bu âlemin birer fakültesi durumundadır.

Âlem-i gayb ve âlem-i şehadet, âlem-i emir ve âlem-i halk birbirinden farklı unvanlarla anılsalar da, bunlar iç içe âlemlerdir ve biri diğerinin zâhirî buudu, öbürü de berikinin bâtınî derinliğinden ibarettir. Ancak, sıfât ve esmâ-i ilâhiyenin, hatta şe’n-i Rubûbiyetin birer mahall-i tecellîsi ve farklı mertebede birer taayyün faslı sayılan bu âlemler tamamen birbirinden ayrı hususiyetler arz etmektedirler.

Ehl-i tahkike göre varlığın, hususiyle insanoğlunun değişik vilâdet mertebeleri vardır:

Bunlardan birincisi, esmâ ve sıfâtın ilk zuhuru mertebesi; ikincisi, esnâf-ı melekûtun ceberût basamağında tulûu derecesi; üçüncüsü, cisim ve cevherlerin melekût burcunda bürûzu kademesidir. Böyle bir gelişme ve inkişaf, tasavvuf ve bazı felsefî ekollerdeki “nüzûl” ve “urûc” mülâhazalarına benzese de, urûc ve nüzûlle alâkasının olmadığı açıktır. Zira bunlar, birer taayyünün unvanı olarak zikredilegelmişlerdir.. ve aynı zamanda seyr u sülûk-i ruhanîde de sâlikin “bekâ billâh”a kadar uğrayacağı menzilleri işaretlemektedirler: Hak yolcusu, âsâr âleminden ef’âle, ondan esmâ ve sıfâta, ondan da بِغَيْرِ كَيْفٍ وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالِ1 tecellî-i Zât’a urûc eder. Buna, âlem-i mülkten âlem-i melekûta, ondan âlem-i ceberût ve âlem-i rahamûta, ondan da “fenâ fillâh-bekâ billâh” ufku şeklinde yorumlanan âlem-i lâhuta, bir mârifet, bir zevk-i ruhanî seyahati de diyebiliriz. Hakikî bekâ billâh âlem-i melekûtu duymakla başlar ve kalbî, ruhî hayat mertebesini tam ihrazla da daha ötelere devam eder gider. Nihayet varlığını, O’nun ziya-i vücudunun bir gölgesi görebilecek mülâhazalara ulaşınca da “min vechin” seyahat sona erer. Biz şimdi, farklılıkları çerçevesinde, yukarıdan aşağıya –konuyu biraz da kendi idrak ufkumuza bağlıyoruz– “bî kem u keyf” bu inkişafı takip etmeye çalışalım:

1. Âlem-i Lâhut: İcmalî tarif çerçevesinde, âsârıyla müberhen, esmâsıyla malum, sıfatlarıyla muhât, tasavvuru nâkâbil-i idrak, gaybu’l-gayb, kenz-i mahfî, âlem-i ıtlak, gayb-ı mutlak, hakikatü’l-hakâyık unvanlarıyla bilinen vahidiyetin (Bazıları ehadiyet demede ısrar ediyor) mahall-i tecellîsi âlemler üstü bir âlemdir.

Bir diğer yaklaşımla âlem-i lâhut; bizim varlığımızın, varlık basamaklarından birini ihraz edişimizin, gayb ve şehadet âlemlerinin, onlara ait bütün hususiyetlerin, hatta bizim ihsaslarımızın, duygularımızın, düşüncelerimizin, zâhir-bâtın latîfelerimizle alâkalı faaliyetlerimizin biricik feyiz kaynağı ve “Allah” ism-i şerifine bakan aşkın bir âlemdir. Bütün şuûnât-ı ilâhiye, sıfât-ı sübhaniye ve esmâ-i hüsnânın da mahall-i icmali –bu da yine kelime yetmezliğinden kaynaklanan fakir bir ifade– ve birleşik noktası mesabesindedir. Evet bu âlem, bilmutabaka bir tecellî-i Zât âlemidir; ama, bittazammun ve bililtizam diğer bütün âlemlerin de biricik kaynağıdır (Burada icmal ettiğimiz, tecellî-i Zât, tecellî-i şuûn, tecellî-i sıfât ve tecellî-i esmâ konuları üzerinde daha önce durmuştuk). Ve tecellî, taayyün itibarıyla da bu ilk ve muhit âlem, aynı zamanda “ubûdiyet” mülâhazasını da hatırlatan bir âlemdir. Yani ulûhiyet hakikati, mâbudiyet, maksudiyet, mahbûbiyet mânâlarını da hâvi bulunduğundan bu âlem, Kur’ân’ın emir ve tavsiyeleri çerçevesinde Hakk’a ubûdiyeti de tazammun etmektedir. Evet Allah, Allah olduğu için aynı zamanda Mâbud’dur, Maksud’dur, Mahbûb’dur...

Lâhut, Zât-ı Ulûhiyet’in câmi bir aynası olması itibarıyla ezelden ebede değişmezliği haizdir. Evet, o âyine-i ezel olduğu gibi tecellî-i lâyezaldir. Tarih boyu değişik düşüncelerden ubûdiyet şekilleri doğagelmiş ve bu ubûdiyetlere merci olmak üzere farklı mâbudlar uydurulmuştur. Ne var ki birer birer doğan bu ubûdiyetler, mevsimi gelince veya miadı dolunca hemen hepsi unutulmuş, mâbud kabul edilen bütün ilâhlar hafızalardan silinip gitmiş; sadece ve sadece o Vâhid ü Ehad, o sıfât-ı ulyâ ve o esmâ-i hüsnâ sahibi Zât-ı Ecell ü A’lâ bâki kalmıştır. O, ezelîdir; ezelî olduğu için de ebedîdir; kıdemi sâbit, ademi de mümtenidir.. ve işte lâhut âlemi de böyle bir tecellînin biricik mir’ât-ı mücellâsıdır.

Bir diğer yaklaşımla lâhut âlemi, kâinatın heyet-i mecmuasında görülen/görülebilecek olan, maddî-mânevî her şeyin vücudunu, evsâfını, hususiyetlerini, mebdeini, meadını, gelişimini, değişimini, inkişafını ve akıbetini câmi ilk mahall-i taayyün –yine dîk-i elfâza takıldık– ve icmalî ilk âyine-i tecellîdir.

2. Âlem-i Rahamût: Küre-i arz üzerindeki hayvanat ve nebatatın var olmaları, hayata mazhariyetleri, yaşamaları, üremeleri ve bütün bu merhalelerin hemen hepsinde apaçık müşâhede edilen uyumları, âhenkleri, insicamları, intizamları gibi hususlar.. sonra insanoğlunun ruhanî ve cismanî letâif ve uzuvları itibarıyla mazhar olduğu şefkat, merhamet, inayet, riayet... gibi özel bütün teveccühler hep bu ikinci taayyün diyeceğimiz rahmâniyet ve rahîmiyetin mahall-i inkişafı olan âlem-i rahamûta bakmakta, bu âlemin menfezleriyle teveccühe teveccühle mukabeleyi ifade etmekte ve o yolla beslenmektedir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Cenâb-ı Hakk’ın ehadiyet ve samediyetinin, bütün kâinat ve eşyadaki umumî, mutlak fakat inkişaf ve tafsile açık zâtî teveccühleri lâhutiyete ait bir tecellî –tecellî demek de doğru ise–; her nesne ve herkesin belli ölçüde ve istidadına vâbeste olarak yine O’nun rahmet, şefkat, himaye, inayet, riayet ve sıyânetinden istifaza ve istifadesi ise –vâhidî ve ehadî tecellîlerin farklılığı mahfuz– rahamût ufkundan akseden bir cilvedir. Rahamût âlemi tamamen, sıfât ve esmâ dairesine bakmaktadır. Rahmâniyete nisbeti açısından sıfât-ı Zât’ın daire-i hâssı, rahimiyetle münasebeti itibarıyla da sıfât-ı fiile mahsus bir tecellî alanı mesabesindedir. Rahamûtun, Cenâb-ı Zât’ın, gazabına sebkat eden engin, vâsi, hatta nâmütenâhî rahmetinin mebde’den müntehâya her tekevvün ve her şe’n adına bir mebde-i taayyün olduğunu söylemek de mümkündür. Evet, Hazreti Zât’ın rahmâniyeti, O’nun fevkalâde merhametli olduğunu, rahmet ve şefkatinin sınırı, haddi ve nihayetinin bulunmadığını ifade ettiği gibi, o rahmâniyetin mahall-i tecellîsi olan Rahamût da olabildiğine engin, şamil ve her şeyi kucaklayan bir mahall-i rahmet –vasfına tam muktedir değiliz– olduğunda şüphe yoktur. Rahîmiyet sıfatının, fiilî ve amelî bir durumu haiz olması açısından rahamût âlemine, her şeyin ilmî vücud merhalesinden –böyle denebilecekse– ötelerin en son noktasına kadar, varlıkla alâkalı, her şey ve herkesin liyakatı ölçüsünde ona mütemadi tecellîlerin kaynağı demek uygun olur zannediyorum. Rahmâniyet ve rahîmiyetteki farklılıklar açısından rahamût âlemi birinci sıfat itibarıyla ezele, ikinci sıfat açısından da lâyezâle bakar. Evet, her şeyin ilk yaratılışında mazhar olduğu cebrî lütfîler, ihsanlar Hazreti Zât’ın rahmâniyetine bağlı âsârdır ve bu âsârdan mahrum herhangi bir varlığın mevcudiyeti de söz konusu değildir. Her şey vücuduyla, hususî vasıflarıyla, yaşamasıyla, üremesiyle, neslini devam ettirmesiyle rahmâniyet çizgisinde rahamûta; herkesin sa’y u gayret, cehd ü hareket ve aktivitelerine terettüp eden ikramlar, ihsanlar, teveccühler, Cennetler ve Cemalullah’a mazhariyetler de ona rahîmiyet ufkundan bakmaktadır.

Hem âlem-i lâhut hem de âlem-i rahamût birer bilme; bilip rahmet, şefkat, inayet... gibi cebr-i lütfî tecellîlerle kendini bildirme, sonra da bütün bunları nazara vererek gönülleri ubûdiyet-i kâmileye hazırlama, yönlendirme âlemleridir.

3. Âlem-i Ceberût: İlâhî isim ve sıfatların tecellî alanı olarak bilinir. Ona; âlem-i vahdet, berzah-ı kebir, hakikat-i Ahmediye, ruh-u âzam, ruh-u küllî, zıll-i evvel de denmektedir. Bazı sofiye, âlem-i ceberûtu tamamen esmâ ve sıfât dairesinden ibaret görüp, onu âlem-i lâhut ve rahamût arasında veya lâhut ve melekût ortasında bulunan ilâhî kudret ve azamet âlemi olarak yorumlamıştır. Bu âlemin semavî ve mânevî olduğunda şüphe yok. Ancak böyle bir âlemin, Hermes’in semavî mülâhazaları ve Eflatun’un İdeler âlemiyle münasebetinin olmadığı da açıktır. İbrahim Hakkı Hazretleri’ne göre ceberût âlemi, bütün âlemlere nâzır, Kürsî’nin üstünde ve Arş-ı âzam’ın altında –altla-üstle her ne kastediliyorsa– mânevî bir âlemdir.

Bu mütalâalar çerçevesinde, melekût âlemi Kürsî’nin altında tasavvurlar üstü, aşkın lâhut âlemi ise, istiva-i Arş mazmununa bağlı ve “fevk-taht” mülâhazalarından müberra, her şeyin üstünde. Rahamût âlemine gelince o ayrı bir mahall-i tafsil ve inkişaf; ceberût âlemi ise, rahamût âleminin önünde veya yanında bir âlem-i azamet ve hâkimiyettir...

Kaza ve kader hâdisesinin ceberût âlemi ile hususî bir münasebeti vardır. Bu münasebet, kadere mevzu şahıslar planındaki hâdiselerle de dolayısıyla alâkalıdır. Âlem-i ceberût, hemen bütün eşya ve hâdiseler adına saf ve latîf bir âlemdir. Bu itibarla da onun âlem-i mülk ve melekûta bir fâikiyeti vardır. Bu âlemde bütün varlık ve hâdiseler külliyet planında bir vetire takip ederler; alttaki melekût ve mülk âlemlerinde ise, cüz’iyat ve teferruat dairesinde bir gelişme ve inkişaf gösterirler.

4. Âlem-i Melekût: Emir âlemi, ervâh âlemi, berzah âlemi, son taayyün ve ruh-i izafî ufku da diyeceğimiz latîf varlıklar âleminin son mertebesi ve âlem-i mülkün de tavanı mesabesindedir. Bu şekilde bir tasnif ve tertip; zât, sıfât ve ilâhî isimlerin tecellî mertebelerine birer unvan olmaları açısından zikredilmektedir.. ve böyle bir yaklaşımın temeli de keşfe, zevke, muhkem nusûsa bağlılık içinde içtihada, tevile ve tefsire dayanmaktadır.

Ceberût, melekût ve mülk âlemleri, iç içe, zâhir-bâtın münasebeti çerçevesinde birbirinin farklı derinliklerinden ibarettir: Yani ceberût âlemi, eğer müstakil ve zâtî bir âlemse, melekût ve mülk âlemleri onun birer buudu durumundadırlar. Aslında ceberût âlemi tamamen bir mahiyetler âlemidir ve haricî vücudu da söz konusu değildir. Onda, her nesne, muayyen mahiyetler şeklinde birer icmal; melekût ve mülkte ise zâhir ve bâtın yanlarıyla her şey bir tafsil ve inkişaf vetiresi yaşamaktadır.

Melekût dahil, bütün üst âlemler muallâ ve aşkın âlemlerdir ve bu âlemler için alt-üst, ön-arka, gece-gündüz, dün-bugün söz konusu değildir. Öyle ki, inkişaf etmiş bir gönül, melekûtî ufku itibarıyla dünü bugünle beraber, bugünü de yarınla beraber duyup yaşayabilir ve zamanüstü olmayı bütün derinlikleriyle duyabilir.

Aslında, insanın hilâfeti de onun, kalbi itibarıyla ve melekûtla münasebeti açısındandır. Onun zâhiri mülk, bâtını ise melekûttur. Kâinatlarla Arş, arzla Kâbe arasında da aynı şeyler söz konusudur. Melekûta açık bir kalb sahralardan daha geniş, mülk itibarıyla koca bir ceset ise fincandan daha dardır. Mülk hissin kesafet mahalli, melekût letâifin inbisat sahasıdır. Melekûtî vâridât her ruhun serveti, kuvveti ve temelidir ve hiçbir kimsenin bundan müstağni kalması da mümkün değildir. Bu itibarla da, melekûttan kopan ruh, bütün bütün kaybetme vetiresine girmiş sayılır.

Mülkün de, melekûtun da mazhar-ı tâmmı, mümessil-i hâssı Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’dır (aleyhi ekmelüttehâyâ). O, zâhiriyle en kâmil şekil, suret ve sîretin bâtınıyla da, ruh-u İslâm’ın benzersiz temsilcisidir. Miraç bu ufkun bir kerameti, bir mucizesi ve bir inkişafıdır. Evet O, miracıyla hem mülk hem de melekûta ait müşâhede, mükâşefe ve muayenelerin en erilmezlerine ermiş, yer ve gök ehlinin medar-ı fahri olma pâyesine yükselmiştir.

Hakk’ı müşâhedenin değişik mertebe ve basamakları vardır. Tevhid-i ef’âl ufkundan müşâhede bu mertebelerin ilki, tevhid-i sıfât zirvesinden müşâhede ikincisi, tevhid-i Zât şâhikasından duyup zevk etmek ise sonuncusudur. Ne var ki, bu seviyedeki müşâhedelere mâni bir kısım perdelerin mevcudiyeti de beşer tabiatının muktezasıdır. Evet hissî, hayalî, vehmî bazı hicaplardan tutun da şer’î kriterlere riayet edememe, Sünnet muvazenelerini koruyamama ve şatahata girme... gibi hususların her zaman insanın karşısına çıkıp onu engellemeleri söz konusudur.

İşte bu perdelere takılmayan kalbler, yükselip mâsivâ kirlerinden arınınca, değişik hakâik, hatta Hakikatü’l-Hakâik karşısında mücellâ birer ayna hâlini alır.. ve Hazreti Zât ve Sıfât’ın envârına birer mâkes seviyesine yükselir; yükselir de hak yolcusu bulunduğu yerden melekûtla münasebete geçer.. ceberûtun dilini kullanır.. rahamûtla alışverişte bulunur.. ve tecelliyât-ı lâhutla farklı bir aşkınlığa ulaşır; derken, kalb melekût mırıldanmaya, ruh ceberût soluklamaya, sır lâhûtî duygular yaşamaya başlar ki, bunlardan birincisi “feth-i karîb”, ikincisi “feth-i mübîn” üçüncüsü de, “feth-i mutlak” unvanlarıyla yâd edilmektedir.

اَللّٰهُمَّ يَا مُفَتِّحَ الْأَبْوَابِ، اِفْتَحْ قُلُوبَنَا وَحَوَاسَّنَا إِلَى الْإ۪يمَانِ وَالْإِسْلَامِ

وَالْإِحْسَانِ وَوَفِّقْنَا إِلٰى مَا تُحِبُّ وَتَرْضٰى.

وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَاٰلِه۪ وَأَصْحَابِه۪ ذَوِي الْقَدْرِ وَالْوَفَاءِ.



1“Keyfiyeti meçhul, idrak edilemez ve misallendirilemez.” (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.41)