Âyân-ı Sâbite ve Âlem-i Misal
Tahmini okuma süresi: 14 dk.
1367 defa okundu.

Kitap:Kalbin Zümrüt Tepeleri 3



Her şeyin özü, esası, zatı mânâlarına gelen ayn, çoğulu “âyân”, “sâbite” kelimesine muzaf kılınıp “âyân-ı sâbite” şeklini alınca “hakâik-i eşya-i ilmiye” diyebileceğimiz Hazreti Âlem-i ilmiyede esmâ-i ilâhiyenin suret-i tecellîlerinden ibaret olup hakâik-i mümkinâta dair ilmî vücudlar çerçevesinde zatlar ve mahiyetler demektir. Bu mânevî suret ve ilmî hakikatlerin, Hazreti Zât’la zamanî gibi görülen münasebetleri zaman itibarıyla değil, bizzattır; evet ilm-i ezelîdeki bilinenlerle, zamana bağlı taayyün, birbirinden farklı şeylerdir. İlm-i ilâhîde mevcut olan her şey, min vechin vücud râyiha ve hususiyetini teşemmüm etmiş bulunsa da haricî vücud nokta-i nazarından mümkin unvanıyla mevcud-u mukayyet ve mâdum arası bir konum ihraz etmektedir.

Sofiye ve bir kısım mütekellimîn –umûr-u âliyeye ait bu kabîl mevzuları ifadede elfâz ve kelime yetersizliği mahfuz– âyân-ı sâbite ve bu sâbit ayn’lara ait istidatların mevcudiyetlerine esas teşkil eden mevcud u meçhul ve tamamen “sırrullah” diyebileceğimiz tecellîye –daha önce de geçtiği üzere– “feyz-i akdes”, bütün bu hakâik-i ilmiyenin, hariçte zuhurunun kaynağı sayılan tecellîye de “feyz-i mukaddes” demişlerdir; demiş ve bu mülâhazalarla, bir yandan âyân-ı sâbite ile mümkinât-ı mevcûdenin aynı şey olmadığını hatırlatmak istemiş, diğer yandan da zuhur ve tecellî farklılığını ihtar ederek panteizm ve monizm mesleklerinin varlık hakkındaki yanlış yorumlarına karşı mevcudâtın mebde ve mesîri ile alâkalı Kur’ânî tevcihi ortaya koymuşlardır.

Zannediyorum, pek çok konuda olduğu gibi bu mevzuda da çok defa ifratlara-tefritlere girildiğinden, hakâik-i âliye-i ilâhiyedeki umumî muvazene korunamıyor ve çok tehlikeli yanlışlıklar yapılıyor: Her şeyi, o muhît meşîet ve kâhir kudretin tecellîsine bağlı yorumlayanlar, kesreti bütün bütün görmezlikten gelerek, umum eşyayı O’nun zuhurundan ibaret sayıyorlar; esbâbı olduğundan fazla öne çıkararak her şeyi kesrete bina edenlerse mazhar, meclâ ve memerri masdar zannederek her hâdiseyi bir kısım natüralist mülâhazalara ircâ ediyorlar. Aslında, varlıktaki vahdet, tecellînin kaynağındaki birlikten; mazharlardaki farklılık ve çokluk da ilm-i ilâhîde eşyanın modelleri diyebileceğimiz âyân-ı sâbiteye göre kudret ve iradenin farklı tasarruflarından ileri gelmektedir.

Bir nesnenin esasları kendinden, zatı itibarıyla var olması başka, onun Hazreti “İlim” ve “Vücud” tecellîleriyle farklı aynalarda farklı görüntüler sergilemesi daha başkadır. Böyle bir farklılığı sezebildiğimiz takdirde, vücud ve şuhûd mülâhazalarının dayandığı esasları bir mânâda görmek mümkün olabileceği gibi, suret ile hakikat arasındaki ayrılığı ve var edip ayakta tutanla var olup onunla kâim bulunanı idrak etmek de mümkün olacaktır.

Bu farklılığı biraz da avam üslûbuyla şöyle açabiliriz: Varlık ve eşya, kendi zatları itibarıyla mâdum, Hakk’ın ziya-i vücudunun gölgesi veya gölgesinin gölgesi olması açısından da mevcut sayılırlar. Vücud-u surî başkadır, vücud-u hakikî başka: Suretler, şekiller O’nun atıyyelerinden birer akistirler; ne O’durlar ne de O’ndan müstağnidirler. O, “Var olun!” dedi var oldular. Feyzini kestiği anda yok olur giderler. Ne hulûl ne ittihad ne tecessüm ne tecessüd ne de ruh-u sârî; O’nun esmâ ve sıfâtı bütün mevcudâtın hakikî medârı.. işte hepsi o kadar...

Sûrete nazar eyler isen “sen” ile “ben” var,

Ammâ ki hakikatte, ne sen var ne de ben var.

(Anonim)

Şimdi, var edip ayakta durduran O “Hayy u Kayyûm” olduğuna göre, kimin haddine düşmüş zatî varlık iddiasında bulunabilsin. Her nesnede O’nun vücud ve ilmi birer esas ve kaynak, bütün varlık ve eşya farklı birer ayna ve bu aynalarda sürekli bozma-yapma-şekillendirme mânâsında tecellî eden de ilâhî esmâ. İnsanoğlu bu aynaların en câmii ve mücellâsı, Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ) ise, en kâmili ve muhtevalısıdır. İşte size bu mülâhazayı aksettiren kâili meçhul hoş bir söz:

Âyinedir bu âlemde her şey Hak ile kâim,

Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim.

Âyân-ı sâbite, yukarıda da temas edildiği gibi, “taayyün-ü evvel”den kat-ı nazar, min vechin mâdum sayılan umûr-u mümkinedendir. Sâbit ayn’lar, zuhur hâlinde hafî ve bilinmezdirler, vücuda geldiklerinde de kendi nefisleri itibarıyla mâdumiyetlerini devam ettirirler. Bir sultanın icraatında onun vezirleri birer perdedârlık vazifesi gördükleri gibi, Hazreti “İlim” ve “Vücud”un tecellîsinde de sebepler o türden birer perdedârdırlar. Bu perdedârlık –Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle– aklın zâhirî nazarında, izzet ve azametin umûr-u hasîseye bizzat mübaşeretine karşı tekvînî bir tenzih olduğu gibi, potansiyel olarak hilâfetle serfiraz kılınmış bulunan insanoğlunu da böyle önemli bir konuda –Allahu a’lem– irşad içindir.1

Dünya dediğimiz bu kevn ü fesat âleminde var ve yok olmalar gibi, âyân-ı sâbite ufkunda da iradî olarak kahr u lütuf tecellîleri birbirini takip etmektedir; etmekte ve kahrdan idamlar ve lütuftan da icatlar meydana gelmektedir. Âyân-ı sâbite ve misâlî modellerdeki bu tebeddül ve tagayyür, haricî vücudla şereflendirildikten sonra da devam etmekte ve âdeta her şey sâbit ayn’lar kaynağından fışkırarak misâlî levhalar hâlini almakta, müteakiben de bu berzahî motifler, kendilerine göre farklı vücud urbaları giyerek daha değişik buudlarda âyinedarlık vazifelerini sürdürmektedirler.

Ziya-zulmet, hayır-şer, saîd-şakî hemen hepsi bu âyân-ı sâbiteden akseden misâlî levhalarda bellidirler; ancak, ziyanın ziya, zulmetin zulmet, hayrın hayır, şerrin şer, saîdin saîd, şakînin de şakî kabul edilmesi haricî vücud ve teklif altına giren varlıklarda onların bu teklif âlemindeki temayüllerine bağlanmıştır. Ortaya çıkıp teklif altına girecekleri ana kadar onlar hakkında, Allâmü’l-Guyûb’dan başkasının şudur-budur diye hüküm vermesi doğru değildir. “Mustafeyne’l-Ahyâr”ın, Cenâb-ı Hakk’ın bildirmesiyle bilmeleri ise bu konuda bir istisna teşkil etmektedir.. ve bizi bağlayan kaidelerin, kuralların üstünde cereyan eden bir hâdisedir. Hazreti Allâmü’l-Guyûb’un beyanları bazen âyân-ı sâbiteye, bazen de vücud-u haricîye taalluk ettiğinden, dikkatle bakmayanlar iki hâdiseyi birbirine karıştırabilirler. Kur’ân’ın şeytan hakkında mâkablinden kat’-ı nazar ederek: كَانَ مِنَ الْكَافِر۪ينَ “O, kâfirlerdendi.”2 fermanı, onun sâbit ayn’lar arasındaki durumu itibarıyla; sibâkıyla irtibatı içinde اِسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِر۪ينَ “Kibirlendi ve kâfirlerden oldu.”3 beyanı ise, teklif âlemindeki şekâvet sebeplerinin ortaya çıkmasına göredir.

Her zaman olmasa da, bazen evliyâullahın âyân-ı sâbitedeki ahvâli, açık veya rüyalarda olduğu gibi bir kısım sembollerle müşâhede etmeleri, onlara fevkalâdeden bir lütuf ve hususî bir tecellîdir. Bu seçkinlere bazen, daha sonra olacak şeyler bildirilerek onlara ait hususiyet ihtar edilmiş olur. Bazen, zuhur edecek hâdisenin keyfiyetine göre bu temkin kahramanlarına teyakkuz sinyalleri verilir. Onların gönülleri tazarru ve niyaza yönlendirilir. Bazen de esbab ve Müsebbibü’l-Esbâb konusundaki muvazeneyi koruma adına onlara tenbihte bulunulur ve haslar üstü hasların nazarları hakikî tevhide yönlendirilir.

Âyân-ı sâbite ile alâkalı bu bilgiler ve bu müşâhedeler, Mustafeyne’l-Ahyâra çok defa misâlî levhalar hâlinde arz edilir. Bu levhalar bazen, daha sonraki haricî vücud çerçevesine tam uygunluk içinde tecellî eder; bazen de mânâ ve muhtevalarına göre bir kısım sembollerle. Sembollerle ifade edilen hususların, açık olmayan rüyalar gibi tevile ihtiyaçları vardır. Bu teviller de, Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha’daki anahtar kelimeleri bilmeye veya keşfe vâbestedir. Aksine, ortaya atılan yorumlar “recmen bi’l-gayb” olması itibarıyla Hazreti Allâmü’l-Guyûb’a karşı saygısızlık demektir. Ne şekilde olursa olsun, âyân-ı sâbiteye ait mânevî suret ve modellerin akis ve temessül ettikleri âlem veya merâyâya “âlem-i misâl”, bu âlemde şekillenen resimlere de “suver-i misâliye” denir ki, daha sonraki –böyle bir zaman mülâhazası bize göredir– hissî ve maddî suretler bu mânevî heyetlerin tecessüm veya gölgesi mahiyetindedir. Bu suretlerin sırf ruhanî ve latîf olanına “mutlak misâl âlemi”; mufassal, mücessem ve tekâsüf etmiş olanına da “mufassal misâl âlemi” denilegelmiştir.

Ayrıca âlem-i misâli, varlık ve hâdiselerin mânevî suretler hâlinde, kendi özel kılıflarıyla ihsaslar dünyasına girmeleri, görülüp hissedilmeleri, hatta bir kısım tesirlerle kendilerini zâhir veya bâtın hâsselerimize duyurmaları şeklinde de yorumlayanlar olmuştur ki, ruh ve melâikenin belli suretlerde temessülleri bu hususa birer örnek teşkil edebilir. Evet, emir ve ruh âlemine ait nice basit (mürekkep olmayan) mahiyetler vardır ki, bunlar mazhar oldukları isimlerin müsaadesi ölçüsünde ilâhî irade ve meşîete bağlı temessül edip tıpkı cismanî varlıklar gibi görünebilir ve fizîkî dünya üzerinde –esbâb açısından– tesir icra edebilirler. İlmin süt şeklinde,4 İslâm’ın muhteşem bir kap mahiyetinde,5 Kur’ân’ın bal ve turunç keyfiyetinde,6 düşmanlık duygusunun yılan-çıyan suretinde temessülü ile alâkalı pek çok âsâr vârid olmuştur.

Sofîler, âlem-i misâl alanını biraz daha açarak şu mütalâada bulunurlar: Âlem-i misâl, dünya-ahiret arası mutavassıt bir mekân, taayyün-ü sânî (ayrı bir yazı konusu), nüfûs-u nâtıka, ervâh-ı kudsiye-i mücerrede (ruhların cisimlerle münasebete geçmeden önceki latîf hâl ve keyfiyetleri) madde-mânâ arası berzah âlemi vs.. bu mütalâalara göre misâl âlemi, mânâ ve mahiyetlerin belli bir taayyünle yeni bir hüviyet ve yeni bir keyfiyete ulaşmak için geçtikleri berzahî bir köprü, fizik ve metafizik dünya arasında sırlı bir koridor, birbirinden farklı iki buud ortasında bulunan hâil ve perde, mücerred hakikatlerle müşahhas varlıkların iltisak noktası, duyulup hissedilmeyenlerle duyulup hissedilenleri birbirinden ayıran ufuk.. ayrıca berzahı, meânî ve mücerred hakikatlerin urba giyme hazîresi görenler de olmuştur. Mücerred mahiyetler, haricî vücud atlasıyla berzahta tanışır ve daha sonraki âlemlere de bu rıhtım ve bu rampadaki donanımlarla yürürler. Zaten ona berzah denmesi de böyle bir ara âlem olması itibarıyladır.

Sözlüklerin berzaha yükledikleri; iki şey arasındaki hâil, iki denizi birbirinden ayıran dil, hâciz ve engel gibi mânâların yanında ona, dünya ile ahireti birbirine bağlayan özel koridor: Ölümle başlayıp kabir hayatıyla devam eden ve gidip haşr u neşre dayanan uhrevî vetire; âlem-i ervâh ve meânî-i mücerrede ile cismaniyet âleminin iltisak noktası; kalb ve ruh ufkuyla nefsanî hayat ortasındaki geçit diyenler de olmuştur.

Evet, varlıklar, “taayyün-ü evvel”le başlayıp zâhirî kılıf ve haricî vücud yolunda ilerlerken, âdeta metamorfoz geçiriyor gibi farklı bir mahiyet ve farklı bir hüviyete sıçradıkları/sıçrayacakları her rampaya berzah dendiği gibi her şey ve her nesnenin –donanımına göre– ebediyete yürüme yolundaki o uzun menzile ve insanlar için kabirle başlayan hayata da berzah denmektedir. Birinci mülâhaza itibarıyla o, ruh ve ceset arasında, mücerred ve müşahhas ortasında bir köprü; ikinci mülâhaza açısından da dünya ve ahiretin birleşik noktasında, gayb ve şehadet âlemi karışımı, ötelere açık rıhtımların başında bir intizar salonu gibidir. Herkes o köprüden gelip geçecek ve Hakk’ın diledikleri de gidip o intizar salonuna uğrayacak; sonra da donanım ve kazançlarına göre öbür âleme yürüyecektir ve yürümektedir.

Berzah dendiğinde bizim anladığımız mânâlar bunlardır. Bazı mutasavvıfîn “berzahu’l-câmi” diye ayrı bir berzahtan daha bahsederler ki o bütün berzahların aslı, esası mânâsında istimal edilen bir tabirdir ve “tecellî-i vahidiyet” ya da “taayyün-ü evvel”in başka bir unvanı olarak kullanılagelmiştir. Berzah-ı câmi, bazılarınca “berzah-ı evvel”, “berzah-ı âzam”, “berzah-ı ekber” adlarıyla da yâd edilmektedir. Bu berzahın özü, esası, insanî ruh ve mânâ; çekirdeği ve meyvesi de Hakikat-i Ahmediye’dir (aleyhi ekmelüttehâyâ). Bediüzzaman’ın ifadesiyle O’nun nuru, kâinat kitabını yazan kalemin mürekkebi, varlık ağacının hem çekirdeği hem meyvesi, Cennetlerin anahtarı, Cehennem yollarının aşılmaz sûru, gönüllerdeki itminan hissinin kimya-i saadeti ve insanî kemalâtın da aldatmayan biricik rehberidir.7

عَلَيْهِ وَعَلٰى اٰلِه۪ وَأَصْحَابِه۪ أَكْمَلُ الصَّلَوَاتِ

وَأَتَمُّ التَّسْل۪يمَاتِ وَأَشْرَفُ التَّحِيَّاتِ.



1Bediüzzaman, Sözler s.212-213 (On Altıncı Söz, Üçüncü Şuâ), s.311-312 (Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Birinci Lem’a).
2Bakara sûresi, 2/34; Sâd sûresi, 38/74.
3Bakara sûresi, 2/34; Sâd sûresi, 38/74.
4Bkz.: Buhârî, ilim, 22, ta’bîr 15, 16, 34, 37; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 16.
5Bkz.: Buhârî, fezâilü ashâb 5, 6, ta’bîr 28, 29, tevhîd 31; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 19.
6Bkz.: Buhârî, fezâilü’l-Kur’ân 17, 36, tevhid 57, et’ime 30; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 243.
7Bediüzzaman, Mektûbât s.349-350 (Yirmi Dördüncü Mektup, İkinci Zeyl, Hâtime).