Kitap:Fasıldan Fasıla 2
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde: “Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vaad ettiğinde vaadini yerine getirmez ve emanete ihanet eder.”[1] buyururlar. Bu hadis‑i şerif üzerinde başka vesilelerle de durmuştuk. Şimdi biraz daha farklı bazı mülâhazalarımızı aktarmak istiyoruz:
Yalan, ilk nazarda ferdî bir günah gibi görünebilir. Sathî bakıldığında bu, bir bakıma doğrudur da. Ama yalanın bir de topluma yansıyan yanı vardır ki, bu durumda umumun hukuku devreye girer ve dolayısıyla yalan, topluma karşı işlenmiş bir cürüm hâline gelir. Diğer taraftan yalana açık bir insan, başkalarını aldatma ve kandırma gibi zaaflara da açık demektir. Bu yönüyle de yalana sadece ferdî bir günah nazarıyla bakmak doğru değildir. Hele uydurulan bir yalan, topluma mâl edilmişse, elbette böyle bir cürmün ferdî bir günah olarak düşünülmesi kat’iyen doğru değildir. Nitekim günümüzde kitleler böyle yalanlarla yönlendirilmekte ve bu da, yalanın revaç bulmasına sebebiyet vermektedir. Hatta bugün, kitleler yalanla o kadar içli dışlı hâle gelmişlerdir ki, bir sözün yalan olduğu bilindiği zamanlarda bile, kitlelerden gerektiği kadar tepki almamaktadır.
Yalan, bir zakkum tohumudur. İnsan ruhunda filizlendiği zaman, kişiyi; toplumda neşv ü nema bulduğu zaman da toplumu temelinden sarsar. Bu, aynı zamanda hem ferdin hem de toplumun büyük bir tehlikeye doğru sürüklenmesi mânâsına gelir.
Vaadini yerine getirmemeyi de aynı şekilde bir değerlendirmeye tâbi tutabiliriz. Emanete ihanetin ferdiyetle sınırlı kalamayacağı ise zaten açıktır. Durum böyle olunca, nifak alâmetleri olarak sayılan hususların, başkalarına ait hakları da ihlâl ettiği ortadadır. Bu ise “hakkullah” denilen sınırı ihlâldir. Hakkullaha riayet ise şeâirdendir. Bunların da kendi içinde sünnet, vacip ve farz olanları vardır. İşte bu noktada Üstad Bediüzzaman’ın şu tespiti öne çıkmaktadır: Şeâirden olan bir sünnet, şahsî farzlara tercih edilir. Çünkü bu tür meseleler bütün bir toplumu ilgilendirmektedir. Dolayısıyla bu kabîl hususlardaki ihmal büyük tahribata sebebiyet verebilir.[2]
Bu nokta nazara alındığında, hadiste söz konusu edilen hususların nifak alâmeti olarak vasıflandırılmasının hikmeti daha iyi anlaşılır. Gerçi Kur’ân‑ı Kerim’de, çeşitli vesilelerle münafıklara ait daha başka özellikler de anlatılmaktadır ama, bütün bunları hadiste sayılan yukarıdaki üç hususiyete irca etmek de mümkündür. Belki de, o üç vasfı tafsil ettiğimiz zaman, karşımıza Kur’ân’da anlatılan o nifak alâmetleri çıkacaktır. Eğer mesele bu zaviyeden bir değerlendirmeye tâbi tutulacak olsa, nifakın, küfürden daha eşed olması gerçeği de kendiliğinden anlaşılacaktır.
Kâfir, kâfirdir. Onun İslâm’a ve Müslümanlara vereceği zarar dış tahribatın gücü nisbetindedir. Hâlbuki münafık, bünyenin içine girmiş bir virüstür. Sezilemediği için de, önlem alınması imkânsızdır. Dolayısıyla münafığın İslâm’a ve Müslümanlara olan zararı, kâfirden daha şiddetlidir. Kâfir zayıfladığı veya güçten düştüğü zaman tahrip yapamaz. Çünkü karşısında her zaman mukavemet edecek bir güç vardır. Hâlbuki münafık, güçsüz de olsa tahrip yapabilir. Çünkü karşısında hiçbir mukavemet söz konusu değildir.
İsterseniz, meseleye bir de şu zaviyeden bakabiliriz: Münafık, mü’minlerin arasındadır. Hâlbuki hâsıl ettiği imajla karşıdaki insanların güvenini, itimadını sarsmaktadır. Böyle durumlarda sarsılan güven ve itimat onun şahsıyla sınırlı kalmamakta, içinde bulunduğu camiaya da bulaşmaktadır. Diyelim ki, kendisinde nifak bulunan bir insan, doğru ve dürüst göründüğü hâlde, hep başkasını aldatmaktadır. Afif görünürken fuhşiyata açıktır. Âbid görünürken ibadete karşı tembeldir. Müttaki görünürken çok rahatlıkla yalan söylemekte ve ticaretine gayrimeşru kazanç karıştırmaktadır. Elbette ki, böyle bir insanın, bu tür negatif görüntüleri toplumda aksi tesirler meydana getirecek ve Müslümanlar hakkında yanlış intibalara sebebiyet verecektir. Onun için de münafıkla ilgili verilen hükümler ağırdır ve bu ağırlıkta da, insanları bu kabîl kötü hasletlerden kaçındırma gibi bir hikmet saklıdır.
Baştan beri serdettiğimiz mütalâalar mahfuz olmakla beraber, bir de, böyle insanlar hakkında hüküm verme adına bize düşen hususun, “hüsnüzan” olduğunu hatırlatmakta da fayda var. Yani, bir insanın üzerinde on tane nifak belirtisi, bir tane de iman göstergesi olsa, biz o insan hakkında elimizden geldiğince hüsnüzan etmek mecburiyetindeyiz. Evet, o şahıs, o sıfatlarıyla kendi adına korkmalı ve akıbetinden endişe etmelidir; ancak, biz de, kat’iyen onu nifak hükmüyle mahkûm etmemeliyiz. Bu da bizim için hem bir temkin hem mü’minlik şiarıdır.
Burada karşımıza bir başka mesele daha çıkabilir. O da, üzerinde nifak alâmeti bulunan insanlara, herhangi bir kurumda bir vazife ve sorumluluk verilip verilemeyeceği hususudur. Bu noktada da yine, Üstad Bediüzzaman’ın getirdiği ölçüyle, dengeyi korumak gerekir. Bu denge, onun sözleri arasında, “hüsnüzan, adem‑i itimat” şeklinde vecizelendirilmiştir.
Üzerinde nifaktan bir iki alâmet bulunan insana, bütünüyle münafık nazarıyla bakmak ve onun hakkında nifak hükmü vermek doğru bir davranış değildir. Evet, eğer o şahıs, şeâire ait bir meseleyi doğrudan doğruya tezyif etmiyorsa bu böyledir. Aksi durumda ise sadece onun içinde bulunduğu yanlışlıkla ilgili hususa münhasır kalmak şartıyla böyle bir şey söylemek mümkün olabilir. Bunun da herhangi bir fayda getirip getirmeyeceği şüphelidir. Hatta İmam Teftâzânî gibi allâmeler, Yezid hakkında bile ulu orta söz söylenmesini doğru bulmamışlardır.[3] Bunun içindir ki, başkası hakkında hüküm verirken çok dikkatli olmak gerektir.
Evet, insan, kendi hakkında düşünürken olabildiğince katı davranmalıdır. Nitekim sayıları otuza kadar ulaşan sahabinin kendileri hakkında nifaktan endişe ettikleri bir gerçektir.[4] Tabi, bu onlardaki salâbet‑i imaniyenin tezahüründen başka bir şey değildir ve bizler için de çok önemli bir öğretidir.