“İn ecriye illâ alellah” 1 âyetinin ifade ettiği neşr-i hak için enbiyâya ittibaı ifade eden istiğna düsturu dolayısıyla tebliğ ve irşad vasıtaları olan şeylerden şahsî kazanç temini olabilir mi?
Tahmini okuma süresi: 10 dk.
271 defa okundu.

Kitap:Asrın Getirdiği Tereddütler 4



“Ecrimiz, mükâfatımız Allah’a aittir.” âyetinin geçtiği yerde bunu Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Şuayb ve Hz. Lut gibi, beş büyük peygamber kendi kavimlerine karşı söylemişlerdir.2 Başka yerlerde Hz. İbrahim ve Hz. Musa da araya girer. Fakat, “Mükâfatımız sadece Allah’a aittir.” ifadesinin geçtiği yerlerde yalnız bu beş büyük zâtı görüyoruz. Bir de sûre-i Yâsîn’de anlatılan ve büyük ızdırap çeken kahraman (Habib-i Neccar) da “Sizden, yaptıkları tebliğ karşılığında ücret ve mükâfat istemeyenlere tâbi olun!”3 demek sûretiyle, yine bu âyetin mânâsına işaret etmektedir. Hz. Nuh başka bir yerde yine, değişik bir ifade ile aynı hususa dikkati çekmektedir.4 Yani enbiyâ-i izâm, yaptıkları tebliğ vazifesi karşısında, insanlardan bir şey istememe esası üzerinde yürüdüklerine dikkat çekilmektedir:
وَمَۤا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ
“Ben yaptığım tebliğ vazifesi karşılığında sizden bir şey istemiyorum, ücretim ve mükâfatım münhasıran Âlemlerin Rabbi Allah’a aittir.”5
Bu söz, her peygamberin âdeta, Cenâb-ı Hakk’a karşı, verdiği bir ahd ü peymân ve bir yemindir. Onlar, peygamberlik vazifesini yapacaklarına ve bunun karşılığında hiçbir şey almayacaklarına söz veriyorlar.
Neşr-i hak vazifesinde ne zaman olursa olsun, her devrin mürşidleri, enbiyâ-i izâma iktida etmekle mükelleftirler. Hizmetini Allah için yapan hemen herkes; vaaz ve nasihat ederken, bir yerde sohbette bulunurken, gezerken, köy köy, kasaba kasaba dolaşırken, hak ve hakikati neşretme karşılığında kat’iyen bir şey almayacaktır. Evvelâ, sözün tesir etmesi, Allah’ın elindedir. Allah bu kimselerin sözlerinin tesirini, büyük bir ölçüde onların hasbîliğine, diğergâmlığına ve yaptıkları irşad vazifesi karşılığında hiçbir şey beklememelerine bağlamıştır. Enbiyâ-i izâmın sözü tesirlidir, asfiyânın sözü tesirlidir. Günümüzde sözler tesir etmiyorsa, tesir için gerekli olan bir kısım şartları yerine getirmediğimizdendir.
Evet, mükâfatını dünyada almak isteyenlerin sözleri için Allah, sinelerde tesir yaratmamaktadır. Bu çok önemli bir meseledir. Diğer bir önemli mesele de şudur; neşr-i hak hizmetinde bulunan kimseler, enbiyâ-i izâma iktida edip vazifelerinin karşılığında bir şey almamalıdırlar; almamalıdırlar ki, ehl-i dünya tarafından tenkide maruz kalmasınlar. Çünkü ehl-i dünya diyecektir ki, “Bunlar neşr-i hak vazifesi yapıyorlar ama aynı zamanda temettü hakkı da arıyor ve geçimlerini bu yolla temin edip gidiyorlar.”
Mevlitçi niçin tenkit ediliyor? Çünkü gırtlağına hakk-ı temettü arıyor. Bir ilâhi okuyor, bir Allah’ı methediyor, sonra da sanki: “Methettim Allah’ını, ver bakalım şunu!” diyor. Onun için de sinelerde, mâşerî vicdanda bir tesir uyarmıyor. Niyet bu olduğu sürece uyarmamaya da devam edecektir. Bir yerde, bir köşeyi veya bir kürsüyü tutmuş samimî bir insan görürsünüz; hasbîdir, diğergâmdır, Allah için yaşıyordur. Bakarsınız, sesi cılız çıksa bile, mâşerî vicdanda kendine göre bir tesiri vardır. Bu da, neşr-i hak vazifesinde onun, insanlardan istiğna etmesine bağlıdır.
Gönül ne kadar arzu ediyor ki, bu işe omuz verenler, Allah rızasına giden yolu bir şehrah hâline getirme gayreti içinde bulunanlar, Kur’ân ve iman hizmetine sahip çıkanlar; geleceğin gerçek mimarları kudsîler, aydınlar ve ışığa gönül vermiş mübarekler dünyanın malına, menaline meyil göstermesinler, eteklerini kire, lekeye bulamasınlar, istiğna içinde hareket etsinler ve neşr-i hak hizmetinde kimseden bir şey istemesinler. Kifâf-ı nefs edecek kadar bir şey bulurlarsa, onunla geçinsinler ve kendileri çekip gittiklerinde, arkalarında bir ev bile bırakmasınlar. Çünkü hiç tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki, ilklerden günümüze kadar, dünya çapındaki büyüklerden hiçbirinin ciddî bir evi yoktu. Medine-i Münevvere’de Ravza-i Tâhire’ye girerken, “Ömer Kapısı” diye bir kapı var, “Bab-ı Ömer”. Devletin başında bulunduğu ve Aral gölüne kadar ordular sevk ettiği, ülkeler fethettiği hâlde, nerede Hz. Ömer’den kalan ev..?
Evet, neşr-i hak vazifesinde bulunanlar, arkada ev, han, hamam, halı, kilim bırakmamalı ve çoluk çocuklarını zengin etme düşüncesiyle yaşamamalıdırlar. Evet, neşr-i hak vazifesi yapanlar mutlaka müstağni yaşamalıdırlar. Dinimize ve milletimize hizmet yarışında ipi göğüsleyenlerden birisinin vefatında, cüzdanından 25 tane 25 kuruş çıkmıştı... Hepsi bu kadar. Ne güzel misal! Böylece dost ve düşman herkes bildi ve inandı ki, İslâm hizmetkârlarının dünya adına zerre kadar tamahları ve arzuları yok.
Evet, neşr-i hak hizmeti yapanlar sadece çoluk çocuklarını dilenci etmesinler, okutsunlar veya bir işe koysunlar... Ayrıca bizzat İslâm’ı anlatanlar, bunun karşılığında kat’iyen hakk-ı temettü aramasın ve şahsî arzularını yaşamasınlar. Yaşamak şöyle dursun, sürekli maddî-mânevî füyûzat hislerinden fedakârlıkta bulunmalıdırlar ki, güvenilirliklerini koruyabilsinler. Evet onlar, yaşama arzusuyla değil, yaşatma arzusuyla dolup taşmalıdırlar.. dolup taşmalıdırlar ki, bir an bile dünya onların hayallerine girmesin.. gözlerinin içinde dünya hayali bir ân-ı seyyale bile yer etmesin. Yoksa kazandıkları safvetlerini kaybeder ve sonra da iflah olmazlar. Bir dönemde Allah’ın rızasını tahsil yolunda yürürken daha sonra dünyalık peşinde koşanların kötü akıbetleri kendilerine dokunmasa bile, çoluk çocuklarına veya torunlarına öyle dokunur ki, dokunduğu gün iki büklüm olur, inlerler.
Neşr-i hak vazifesinde bulunan kimseler gerçekten ihlâslı ve müstağni bir yaşayış sergilemelidirler ki, bütün âlem hatta Mele-i A’lâ’nın sakinleri: “İşte bunlar onlardır.” desinler. Dünyayı aşamayan insan, ahireti aşamaz. Dünyanın altında kalmış olanlar, önlerindeki sarp tepeleri aşamaz. Her zaman dünyaya hükmeden kimseler, kendini ve dünyayı aşmış kimseler arasından çıkmıştır. Öncekilerin çoğundan geriye kalan, tavlasında atı, sadağında oku ve atının eğeriydi.. Halid öldüğü zaman, iki devleti yere sermiş bir insandı ama, “Atımdan, kılıcımdan başka geriye bir şey bırakmadım.” diyordu.
Gerçekten onları anlamak çok zor. İnsan diyor ki: “Sen melek misin, sofî misin, derviş misin, söyle Allah aşkına sen nesin?” Evet görüyoruz ki iki devleti (Bizans ve İran’ı) yere sermiş bir insan, atıyla kılıcından başka bir şey bırakmadan göçüp gidiyor. Ama o, sinelerimizde yaşıyor, kıyamete kadar da yaşayacak.
Netice olarak diyebiliriz ki, neşr-i hak, istiğna ile bu kadar bütünleşmiştir ve onu ondan ayırmak kabil değildir. Artık, bugün ikbal ve istikbal düşüncesini aşmış hasbîler üç asırdan beri yeryüzünde sahipsiz olan Kur’ân’ı ve bir fecir nesli bekleyen Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhaniyetini düşünmeli; hem öyle bir düşünmeli ki, duyguda, düşüncede başka şeylere yer kalmasın... Bugün bütün dünya yepyeni bir devir bekliyor. İslâm ve Kur’ân davasını temsil edenler de yepyeni bir diriliş türküsü söylüyorlar. Benim ifade etmeye çalıştığım şeyler de bu diriliş bestesini terennüm edeceklerin sadece bir tek vasfıdır.
Bu meselenin bir diğer yönü şudur: İmana ve Kur’ân’a hizmet edenler, medar-ı maişetlerini ve geçimlerini o hizmetlerine bağlamamalıdırlar. Bu millet hamiyetperverdir, hiçbir zaman sahip çıkanları yalnız bırakmamıştır; şöyle veya böyle mutlaka onlara destek olmuştur. Ama onlar da müstağni davranmalı ve hiçbir şey talep etmemelidirler. Sadece geçinecek ve kifâf-ı nefs edecek kadar eline bir şey geçmesinde de -inşâallah- bir mahzur olmasa gerek. Bunu söylerken de وَالْعَامِلِينَ6 kelime-i kudsiyesini esas alıyor, zengin dahi olsa, Müslümanlar hesabına vergi toplayan bir insanın, o vergiden istifade edebileceği prensibine dayanıyorum. Bunun için de kendilerine yetecek kadar almalarında da mahzur görmüyorum. Ama tekrar ediyorum; imana ve Kur’ân’a hizmet edenler için evvel ve âhir, müstağni kalma esas olmalı… Onlar katiyen el âleme el açmamalı, muntazırâne bir hâl içinde bulunmamalı ve bir şey beklememelidirler. Evet işte bu, insanlığın mutlu geleceğine su serpen bahadırların mümtaz vasıflarından önemli bir vasıftır.
İstiğna düsturu: Cenâb-ı Hak’tan başka kimseden bir şey istememe, minnet altına girmeme.
Temettü: Kâr, fayda, menfaat.
Mâşerî vicdan: Kamu vicdanı.
Ravza-i Tâhire: Tertemiz bahçe.. Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kabri ile minberinin arasında kalan cennet bahçesi.
Müstağni: Tenezzül etmeyen, tok gözlü.
Füyûzat: İlâhî feyizler, ihsanlar, lütuflar.
Hamiyetperver: Millî ve dinî değerlere bağlı.
Muntazırâne: Yaptıklarının karşılığında bir şeyler bekler tarzda.
Diğergâm: Başkalarını düşünen, yaşatma zevkini yaşamaya tercih eden.
Menal: Elde edilen, kazanılan, sahip olunan şey; mal mülk.
1 Yûnus sûresi, 10/72.
2 Şuarâ sûresi, 26/109, 127, 145, 164, 180.
3 Yâsîn sûresi, 36/21.
4 Yûnus sûresi, 10/72.
5 Şuarâ sûresi, 26/109, 127, 145, 164, 180.
6 Tevbe sûresi, 9/60.