Kitap:Asrın Getirdiği Tereddütler 4
Tevbe-i nasuh ile alâkalı bir âyette inanan insanlar muhatap alınıyor ve şöyle deniyor: “Ey iman edenler! Kendi nefsiniz hakkında hayırhahlık düşüncesiyle Allah’a tevbe edin.”1
Âyette üzerinde durulması gereken üç kelime var. Bunlar sırasıyla: İman, tevbe ve nasuh kelimeleridir.
Birinci kelime imandır. İman, İslâm’ın bütününü dil ile ikrar, kalb ile tasdik etmek demektir. İnanılması gereken meselelerin hepsine inanmadıkça insan iman etmiş sayılamaz.
Bizim için mühim olan imanın şer’î mânâsıdır. Bununla beraber “iman” kelimesinin lügat mânâsı nazara alınacak olursa, her iman eden insan Allah’ın teminatı altına girmiş olur. Evet, dünyada, dağlar gibi hâdiselerin altında kalıp ezilmekten; ahirette ise dünyanın en büyük musibet ve belâsına rahmet okutacak kadar dehşet verici azabın pençesine düşmekten, insan ancak imanı sayesinde kurtulur ve emniyete erer.
İkinci kelime tevbedir. Tevbe, kişinin kendini yenilemesi ve bir iç onarımdır. Yani, saptırıcı düşünce ve davranışlarla bozulan kalbî muvazeneyi yeniden düzene koyma uğrunda ferdin, Hak’tan Hakk’a kaçması, daha doğrusu, O’nun gazabından lütfuna, hisabından rahmet ve inayetine sığınmasıdır tevbe.
Tevbeyi, günah duygusuyla, benliğin bir hesaplaşması şeklinde tarif etmek de mümkündür. Yani, nefsin, hayatı sorumsuzca sevk ve idaresine karşı, benlik ve iradenin, yüce dağlar gibi, günahların karşısına dikilip ona geçit vermemesidir tevbe.
Günah, muvazenesizce bir çukura yuvarlanıp gitmekse, tevbe, usûlüne göre bir hamlede hoplayıp oradan dışarıya çıkmaktır. Diğer bir ifade ile günah; vicdanın muvakkat bir murâkabesizliğinden, ruhun aldığı yara ise, tevbe, kalbin, sürekli bir ızdıraba düşmesi ve çok ciddî olarak kendi kendini kontrole koyulması ve böylece duyguların yeniden fer ve kuvvet kazanmasıdır.
Günah, insanda şeytanın hâkimiyeti ve nefsin tesiriyle olduğuna göre, tevbe, şeytana karşı duyguların müdafaası ve ruhtaki âhenksizliği, dezarmoniyi düzenleme gayreti demektir.
Günah erozyonlarının ruhu törpüleyip aşındırmasına karşılık tevbe, gönül zeminini, düşünce ve sözlerin en güzeli “kelime-i tayyibe” ile çimlendirmek ve o erozyonların tahribatını önlemektir. Gözlerin döneyazacağı, yüreklerin hoplayacağı gün gelmeden, yürekleri hoplatan tevbe gayreti ne mübecceldir! Keşke onu, her günahın açtığı gediği kapatacak seviyede, âh u enînlerle yapmaya muvaffak olabilseydik!
İnsanlar dünyaya günahsız ve masum olarak gelirler. Hiçbir eğrilikleri yoktur. Fıtratın bu temiz ve doğru yolundan ayrılan insanlar, kendilerini kuvve-i inbatiyesi olmayan bir toprağın bağrına atar ve orada çürürler. Evet, günahlar insanları, yolun kenarına atıp çürüten faktörlerdir. Günahtan sonra insanın yeniden rücûu hakkında bir âyette “Allah’a inâbe edin (döndüm geldim deyin) Allah’a teslim olun.”2 buyruluyor.
Öyleyse tevbe, insanın bazen günahlarla temizliğini yitirince, hemen temizlenip asliyetine dönmesidir. Nitekim bir hadis-i şerifte buyruluyor ki: “İnsan günah işleyince, kalbinde bir siyah nokta belirir. Tevbe ile hemen onu silmezse, o nokta kalbinde öylece kalır. Sonra ikinci bir günah işlerse, kalbinde bir nokta daha belirir.”3 Yani günah işleme fikri artık onun dimağında gelişmiş olur. Nasıl ki merdivenin ilk basamağına adım atan bir insan, ikinci basamağa adım atma fikrine de hazırlanır. İkiye atan, üçe çok rahat adımını atar ve bir kere günah istikametinde perdeyi yırtınca -Allah korusun!- artık sıkılmadan, hayâ etmeden, peşi peşine çok günahlar işleyebilir.. ve günah merdivenlerinden aşağıya, gayyaya doğru gitmeye başlar. Onun için yine büyük bir Söz Sultanı diyor ki: “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var.”4 Tevbe, bu yolları tıkama, aşağıya doğru atılan adımı değiştirme, insanı Allah’a götüren helezona girdirme ve Allah’a yükseltme gayretidir.
Tevbe şaşmışlıktan, yoldan çıkmışlıktan sonra, tekrar dönüp gelip sahibini bulmadır. Onun içindir ki; Efendimiz Buhârî ve Müslim’deki bir hadislerinde bu dönüşü şu şekilde anlatmaktadır:
“Allah, kulunun tevbesinden sonsuz derecede memnun ve mesrur olur. Şöyle ki, bir insan çölde yolculuk yapıyor. Bütün azığı, eşyası ve suyu üzerinde olan devesi onu bırakıp kaçıyor. Adam sağa sola koşuşup devesini arıyor; fakat sonunda yorgun ve ümitsiz bir hâlde bir ağacın altında uyuyakalıyor. Gözlerini açtığında bir de ne görsün; devesi, üzerindeki eşyasıyla beraber başucunda durmaktadır. Adam sevincinden öyle hâle geliyor ki, Cenâb-ı Hakk’a şükrederken yanlışlıkla, ‘Ben Senin rabbin, Sen de benim kulumsun!’ diyor. İşte tevbe eden kulu karşısında Cenâb-ı Hakk’ın ferahı bu adamınkinden daha fazladır.”5
Elbetteki hadiste geçen “ferah” tabirini, bizim anladığımız mânâda ve bizim ölçülerimiz içinde Cenâb-ı Hakk’a izafe ve isnat edemeyiz. O’nun ferahı istiğna-ı mutlakına uygun bir ferah-ı mukaddestir ki, biz onun keyfiyetini idrakten âciziz. Bununla beraber, kulun tevbesi, Cenâb-ı Hakk’ı işte bu şekilde memnun etmektedir. Ve bizim için mühim olan da bu mânâyı anlamaktır.
Tevbenin iki yönü vardır. Bunlardan birincisi bize, ikincisi ise Cenâb-ı Hakk’a aittir. İşte bu mânâ içindir ki, Efendimiz: فَمَنْ تَابَ تَابَ اللّٰهُ عَلَيْهِ “Tevbe edene Allah da tevbe eder.”6 buyuruyor. Bizden tevbe, Allah’a dönmektir. Allah’ın tevbesi ise rahmetiyle bize teveccüh buyurup, kapısını yeniden açmasıdır. Biz yoldan çıkmakla, Allah’ın bize bakan bütün pencereleri muvakkaten kapanmış, bütün menfezleri de tıkanmış oluyor. Sonra da pişmanlık duyuyor ve: “Neden yaptık? Niçin fıtratımıza zıt bir yola girdik?” diyoruz. Biz içimizden kendimizi düzeltmeye başlarken ve nedamet hissiyle çırpınıp bir metafizik gerilime geçerken, birdenbire bakıyoruz ki, kapılar, menfezler bize yeniden açılmaya başlanmış. Birincisi bizim tevbemizdi. Yani o, bir niyet, bir düşünce ve bizi kıvrandıran bir nedametti. İkincisi de Allah’ın tevbesi. O da bize kapıyı ve menfezleri açtı ve “Kullarım, Ben sizi unutmadım, terk etmedim, siz Beni hatırladığınız sürece ahd ü peymânınızı elli defa dahi bozsanız Beni burada bulacaksınız.” dedi...
Evet, O Erhamürrâhimîndir. Ne yaparsak yapalım dilimizden: يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ اِرْحَمْنَا يَا غَفُورُ يَا غَفَّارُ وَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَتَجَاوَزْ عَنْ سَيِّاٰتِنَا demeyi düşürmemeliyiz.
Üçüncü kelime “nasuh”tur. Nasuh, “faûl” vezninde ism-i fail bir kelimedir. Mübalâğa ifade eder. Çok ciddî hayırhahlık, nefsine nasihat edicilik demektir. O, nasihat ile aynı kökten gelir. Nasihat, bir insanın iyi düşünmesi, iyi görmesi, başkalarının iyiliğini istemesidir. اَلدِّينُ اَلنَّصِيحَةُ “Din, nasihattir.”7 derken, başkaları hakkında hayırhah olarak hareket etmek kastedilmektedir. Yoldan sapmasınlar diye insanların ellerinden tutma, Allah’ı, peygamberi anlatma bunun icabıdır. Bugün, İslâm’a hizmet eden güzide Müslümanlar, nuranî kadro, Hz. Mesih’in dilinde “kudsîler ordusu” diye isimlendirilmektedir. Zuhur eden hâdiseler karşısında gök parça parça üzerlerine dökülse, yer şak şak olup açılan korkunç kraterleriyle onları yutmaya çalışsa, yine de İslâm’a hizmet eden bu kudsîler, dine sahip çıkacak ve elinde kor taşıyan yiğitlerin ruh hâletiyle kendilerine düşen vazifeyi bir lahza hatırlarından çıkarmayacaklardır.
Evet, Allah’ı, Resûlü’nü, Kur’ân’ı, İslâm’ı ve mübarek dinimizi anlatma, itminansız gönüllere itminan kazandırma, ahiret ümidi adına her şeyi kaybetmiş insanların vicdanında yeniden ahiret duygusunu tüttürme ve insanların gönüllerinde Cennet’in binlerce sene hayatı bir dakika rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen Cenâb-ı Hakk’ın cemalini görme arzusunu mayalama.. işte bunların hepsi hayırhahlıktır. Ve bunların hepsine bir çırpıda, Efendimiz اَلنَّصِيحَةُ buyuruyor. Ve sonra da “Dinin ruhu nasihattir.” diyor.
“Nasuh” yukarıda da söylediğimiz gibi, çok hayırhah demektir. İnsanın en fazla hayırhahlığı da kendi nefsine olmalıdır. Kişi en başta nefsini bütün kötülüklerden korumalıdır. Nefsin korunması, temel hukukun beş prensibinden bir tanesidir. İnsan nefsini yani kendisini içkiden, zinadan, küfre ve dalâlete girmeden koruyacaktır. Bu korumalardan her birisi “usûl-i hamse”den biriyle alâkalıdır. İnsan nefsini Cehennem’e müstahak bir hatab hâline gelmekten muhafaza etmelidir. Eğer odun gibi yaşarsa, odun gibi haşrolur, odunların gideceği yer de bellidir. Kur’ân; “Onlar, Cehennem’in odunlarıdır.”8 diyor. Böyle olunca, her insanın nefsine karşı hayırhahlığı, günahlara karşı çok dikkatli, titiz ve hassas olmasıyla mümkündür. İnsan nefsi için o kadar hayırhah davranmalıdır ki, “Allah onu bir kere küfür ve dalâletten çıkardıktan sonra, küfre ve dalâlete dönme, ona Cehennem’e girmekten daha ziyade ızdırap verici olmalıdır.”9
Bununla beraber insan yine sürçüp kayabilir. Böyle bir durum karşısında da o hemen akıl ve vicdanını harekete geçirerek, “Ben Allah’tan kopmakla bu hâle geldim. Öyle ise, ancak O’na yeniden bağlanmakla bu durumdan kurtulabilirim.” diyecek ve Cenâb-ı Hak’la olan irtibatını kuvvetlendirmeye çalışacaktır. Onun bu cehdi, nasuh tevbenin bir yanını teşkil etmektedir.
Onun diğer yanı da şudur: İnsan bir daha eski günahlarına dönmeyerek, nefsi hakkında hep hayır düşünmüş olmalıdır. İnsan nasıl evlâtlarının istikballeri hakkında hep hayır düşünür, onların iyi olmasını ve yükselmelerini diler, öyle de kendi hakkında da hep iyi şeyler dilemelidir. Onun için de, daha işin başında günahlara girmemeye azimli olmalı ve günahları açısından nefsini ele alırken, kendisinin Allah’tan uzaklaşmasını, affedilmez çok büyük bir cürüm ve kapatılmaz bir uçurum olarak kabul etmelidir ki, böylece nasuh tevbe yapmış sayılsın. Allah (celle celâluhu) bu zaviyeden buyuruyor ki: تُوبُۤوا إِلَى اللّٰهِ تَوْبَةً نَصُوحًا10 Yani siz, imanınız sayesinde, emniyet zemininde bulunuyorsunuz; evet, iman etmişsiniz, gözünüz açılmış, akı karayı birbirinden tefrik eder duruma gelmişsiniz; sonra Allah’a güvenmiş ve dayanmışsınız. Bu bakımdan, şayet sürçseniz ya da bir an yoldan inhiraf etseniz, kat’iyen ye’se düşmemelisiniz; zira ye’se düşmeyi gerektiren hiçbir şey yok; çünkü Allah, şirkten başka her şeyi mağfiret edeceğine söz vermiştir.11 Öyleyse düştüğünüz yerde kalakalmamalısınız; hemen harekete geçip, Allah’a yönelerek, eski günahlara da nedamet edip; kendinizi yeniden bulmaya çalışmalısınız ki, zannediyorum “Tevbe-i Nasuh” denen müstesna yöneliş de bu olsa gerek.
Ayrıca, bu tevbe için şu şartları öne sürmüşlerdir:
Birincisi: İşlenen günah kul hakkıyla alâkalı ise, evvelâ o hak, sahibine verilmeli ve ondan helâllik dilenilmelidir.
İkincisi: Bir daha aynı günaha dönmemek üzere ciddî ve kesin bir kararlılık içinde olunmalıdır.
Üçüncüsü: O günahla tevbe arasında ikinci bir günah işlemeye vakit bırakmamalı, yani elden geldiğince günahlar beş dakika bile tevbesiz kalmamalıdır.
Tevbenin bir başka buudu da şudur: Günah, ruhta bir ızdırap şeklinde duyulmalı, vicdan da o günaha karşı bir nefret, bir tiksinti ve bir ürperti hissetmelidir. Bir insan, işlediği günahlar karşısında hasta olmuyor ve ızdırap çekmiyorsa, alışageldiği gibi ağzıyla tevbe etse dahi, onun yaptığı tevbe değil, sadece bir merasim ve yararsız birkaç söz söylemekten ibaret kalır. Tevbe, vicdanın duyduğu nedamet ve bu nedametle insanın iki büklüm olmasıdır. Dil ile söylemek ise, sadece böyle iki büklüm olmuşluğa kavlen iştirak ve bir tercümanlıktır.
Evet, tevbe ancak ızdırabın terennümüdür. Ne var ki bu terennümü de yine Sahib-i Şeriat’tan öğreneceksin. Yani nedamet ve ızdıraplarını Resûlullah’tan öğrendiğin şeylerle soluklayacaksın:
أَسْتَغْفِرُاللّٰهَ الْعَظِيمَ الْكَرِيمَ الَّذِي لَا إِلٰهَ إِلَّا هُوَ تَوْبَةَ عَبْدٍ ظَالِمٍ لَا يَمْلِكُ لِنَفْسِهِ مَوْتًا وَلَا حَيَاةً وَلَا نُشُورًا
“Tevbe ve istiğfar ediyorum. Öyle bir kul, bir bende, bir tasmalının tevbesi gibi tevbe ediyorum ki, kendi kendine ne dirilebilir, ne ölebilir, ne hareket edebilir, ne yatabilir, ne kalkabilir. İşte ben böyle âcizlerden âciz bir zavallı; Sana günah ve zulümlerimden dolayı tevbe ediyorum.”
Allah Resûlü’nden mervî bir hadiste, tevbe ve istigfardan önce iki rekât namaz kılmaktan, sonra da tevbe edenin başını yere koyarak tam konsantre olup, Rabbin rahmetiyle münasebete geçeceği âna kadar, secdede:
يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلَا تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ
“Ey Hayy u Kayyum, benim her hâlimi ıslah eyle, Sen beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimle baş başa bırakma.”12 gibi dualardan da söz ediliyor. Yani içteki nedametin bu sözlerle soluklanması tavsiye ediliyor.
Bu mevzuda yine Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) şerefsüdur olmuş, sabah akşam okunan ve “Seyyidü’listiğfar” diye bilinen bir dua daha mervîdir ki o da:
اَللّٰهُمَّ أَنْتَ رَبِّي لَا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ خَلَقْتَنِي وَأَنَا عَبْدُكَ وَأَنَا عَلَى عَهْدِكَ وَوَعْدِكَ مَا اسْتَطَعْتُ أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا صَنَعْتُ أَبُوءُ لَكَ بِنِعْمَتِكَ عَلَيَّ وَأَبُوءُ لَكَ بِذَنْبِي فَاغْفِرْ لِي فَإِنَّهُ لَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا أَنْتَ
istiğfarıdır.13 Seleften bazıları, أَنْتَ kelimesinin sonuna يَا غَفَّارُ يَا غَفُورُ isimlerini de ilâve etmişler. Bunlar, Efendimiz’den mervî olanlar arasında olmasa da Rabbimiz’in iki mübarek ismini şefaatçi yaparak Allah’a teveccüh etme mânâsında çok güzeldir.
Evet tevbe, kalbin nedamet ve ızdırap duymasıdır. Biz böyle bir ızdırabı, tevbe ve istiğfarda kullanılan kelimelerle eda ettiğimiz sürece makbuldür. Ancak, içimizde günaha karşı hiçbir ızdırap duymadan, dilimiz: أَسْتَغْفِرُاللّٰهَ الْعَظِيمَ الْكَرِيمَ الَّذِي لَا إِلٰهَ إِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ وَأَتُوبُ إِلَيْهِ veya “Elimle, dilimle, ağzımla, gözümle, kulağımla işlediğim her günahtan tevbe ettim, pişman oldum…” diyor fakat duygu ve düşüncelerimiz bu kelimelere refakat etmiyorsa ve içteki dalgalanmalar soluklarımızı kesecek kadar ağırlıklarını hissettirmiyorsa, boşuna uğraşıyoruz demektir. İnsan hiç olmazsa Allah karşısında günahlarını ifadede, vicdanından gelen sesleri soluklamalıdır. Evet, tevbe ve istiğfar ederken şaka ve merasim yapmıyor, herhangi bir folkloru icra etmiyoruz. Bilakis Allah karşısında gerçekten işlediğimiz bir günahtan gerçek bir nedamet duygusunu Allah’a takdim ediyoruz.
Ve son olarak burada şunu da arz edeyim: Camilerde yapılan nikâh ve iman tecdidi gibi aslı esası olmayan ve bir mânâ ifade etmeyen sözlerin mü’minlere kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Hele nikâh gibi, ciddî bazı esaslara bağlı bir meselede, إِنِّي أُرِيدُ أَنْ أُجَدِّدَ الْإِيمَانَ وَالنِّكَاحَ demek sadece bir tevbe olarak değil, söz, dil kaideleri bakımından da tenkide açıktır. Çünkü adam: “Ben nikâhımı ve imanımı yenilemeyi düşünüyorum.” diyor. Yenilediğini de söylemiyor. Yani, düşünüyorum, ileride yenileyebilirim, demek istiyor. Allah korusun, bu çok tehlikeli bir ifadedir. Çünkü bir insan, bilerek veya bilmeyerek kelime-i küfrü telaffuz etmişse hemen anında tecdid-i iman etmesi lâzımdır. Bunun yegâne çaresi vicdanından gelerek, işlediği bütün günahlara, ciddî bir hiss-i nedametle arkasını dönüp أَشْهَدُ أَنْ لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ demektir. Bunun ise tehire tahammülü yoktur. Müslümanları boş şeylerle avutmak faydasızdır.
Ciddî tevbe edelim. Her hata ve her sürçmemizden ürperelim ve Allah’a yönelelim. Bütün bunları yaparken de Allah Resûlü’nün talim ve irşad daireleri içinde kalmaya çalışalım.
Hayırhahlık: Hayır dileme, iyiliğini isteme.
Hisab: Hesaba çekme, hesap sorma.
Kelime-i tayyibe: Güzel söz.
Mübeccel: Aziz, yüce.
Kuvve-i inbatiye: Yetiştirme kuvveti, verimlilik.
Rücû: Geri dönme, vazgeçme.
Gayya: Cehennem çukuru.
İzafe etmek: İlişkilendirmek, bağlantı kurmak.
İstiğnâ-yı mutlak: Kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmama.
Ferah-ı mukaddes: Cenâb-ı Hakk’ın Kendi Zâtına lâyık, duyduğu yüce, kusursuz sevinç, ferah.
Ahd ü peymân: Yemin etme, söz verme.
İtminan: Kararlılık, iç huzuru.
Usûl-i hamse: İslâm hukukunda korunması farz olan beş temel unsur; bunlar din, mal, can (nefis), akıl ve nesildir.
Hatab: Odun.
Hayy u Kayyum: Her zaman var ve diri olup varlıkların da hayatı ve devamı kendi idaresinde olan Zât.
Gaffâr / Gafûr: Çok mağfiret eden, çokça affeden Hz. Allah.
Cibrîl-i Emîn: Dört büyük melekten biri, vahiy meleği, Cebrail (aleyhisselâm).
Ye’s: Ümitsizlik.
1 Tahrim sûresi, 66/8.
2 Zümer sûresi, 39/54.
3 Tirmizî, tefsir (83) 1; İbn Mâce, zühd 29.
4 Bediüzzaman, Lem’alar s.9 (İkinci Lem’a, Birinci Nükte).
5 Buhârî, daavât 4; Müslim, tevbe 3-7; Tirmizî, kıyame 49; İbn Mâce, zühd 30.
6 Buhârî, meğâzî 35; Müslim, tevbe 56; Ebû Dâvûd, eşribe 5; Nesâî, sârık 1; İbn Mâce, ikâme 78. (Lafız İbn Mâce’ye ait.)
7 Müslim, îmân 95; Tirmizi, birr 17; Ebû Dâvûd, edeb 59.
8 Enbiyâ sûresi, 21/98.
9 Bkz.: Buhârî, iman 9, 14; Müslim, iman 67.
10 Tahrim sûresi, 66/8.
11 Bkz.: Nisâ sûresi, 4/48.
12 Hâkim, el-Müstedrek 1/730; Heysemî, Mecmau’z-zevâid 10/117, 180.
13 “Allahım, Sen benim Rabbimsin; Senden başka ilâh yoktur. Beni Sen yarattın; ben Senin kulunum ve gücüm yettiğince Sana olan ahdime ve vaadime bağlıyım. İşlediklerimin (kötülüklerin) şerrinden Sana sığınırım. Üzerimdeki nimetlerini itiraf eder, günahlarımı da ikrar ederim. Beni bağışla. Zira günahları bağışlayacak ancak Sensin.” (Buhârî, daavât 3; Tirmizî, daavât 15.)