Kitap:Fasıldan Fasıla 2
Bunlar bir yönüyle müstakil, bir yönüyle de birbirine bağlı konulardır. Zaten biz de, bu konuların kendilerinden değil, onlarla ilgili bakış açımızdan bahsedeceğiz. Roman, hikâye, tiyatro ve sinema, Batı’ya göre bizde çok geridir. Bunda, önceleri İslâm’ın bu mevzudaki tavrı rol oynasa bile, bize ait ihmalin rolü daha büyük olmuştur. Burada “İslâm’ın tavrı” ifadesini bilhassa kullanıyorum. Zira, bu konularla ilgili İslâm’ın kesin yasağı söz konusu değildir. Ancak açık‑kapalı bazı ifadelerden, karşı bir tavır sezmek de mümkündür.
Ben şimdilik bu konunun daha fazla detayına girmeyi düşünmüyorum. Sadece, her zaman tekrar ettiğim ve herkesin de tekrar ettiği bir hususu müsaadenizle yine tekrar etmek istiyorum. Bir kere bu türlü konular üzerinde fikir ve yorum yapılıp, mülâhaza yürütülürken ifrat ve tefritten âzamî ölçüde kaçınılmalıdır. Bu prensip, söz konusu ettiğimiz hususlar için de aynen geçerlidir. Edebiyatımızın büyük ustalarından Cemil Meriç, biraz da ifrata varan ölçüde roman ve hikâyeye karşı daima tavır almıştır. Ben şahsen edebiyatçılarımız arasında onun kadar bu konulara karşı tavır alan bir başkasını tanımıyorum. Bediüzzaman Hazretleri ise roman ve hikâye hakkındaki kanaatini “Ölü, hayat veremez.”[1] esprisiyle vecizelendirmiştir. Ne var ki onun, sadece bu sözünü ele alarak hüküm verirsek değerlendirmemiz eksik olacağından, vereceğimiz hüküm de yanlış olur.
Bununla şunu arz etmek istiyorum: Bediüzzaman ve ondan önceki pek çok İslâm âlimi, düşünce ve fikirlerini istiare‑i temsiliye yoluyla anlatmışlar ve kitaplarında bu mânâya gelen hikâyelere yer vermişlerdir. İstiare‑i temsiliyelerin ise öz bakımından hikâye ve romanlardan farkı yoktur. Öyleyse, roman ve hikâyeleri, buna bağlı olarak tiyatro ve sinema türü eserleri bir çırpıda alıp atmak ve onlara “yasaktır” etiketi yapıştırmak da doğru bir davranış olmasa gerek. Durum böyle olunca, bunların olup olmamaları gerektiğinden daha çok, üzerinde durulması gereken husus, bunların ihtiva ettikleri konuların neler olup neler olmaması gerektiği hususudur.
Bâtılı tasvirin tecviz edilmemesi gerektiği, herkesin ittifakla kabul edeceği bir meseledir. Ayrıca bunlarda İslâm’ın kesin haram dediği meseleleri terviç veya teşvik mânâsına gelecek her türlü tasvir, anlatış ve görüntüleme de kesinlikle kabul edilemez.
Yoksa temelde ne romana ne hikâyeye ne de diğerlerine karşı çıkma doğru değildir. İster Kur’ân’da anlatılan kıssalar ve temsilî tablolar, isterse Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait konuyla ilgili yüzlerce, binlerce beyan ve ifadeler zannederim bu konuda orta yolu bulmada, bizim için yeterli delil ve yol gösterici rehber sayılabilir.
Bununla beraber, “Eşya misliyle temsil edilir.” hakikatini de unutmamak gerekir. Onun için de İslâm âleminin büyük ve yüce tanıdığı kimseler bence temsil edilmemelidir. Peygamberler, büyük sahabiler ve bu çerçeve içinde birinci derecede değerlendirilmeleri gereken kişilerdir. Değişik şekilde onları da ifade edebilme imkânlarının söz konusu olduğu günümüzde, artık onları anlatmada müşahhas şekiller kullanma zorunluluğundan da bahsedilemez... Teknik imkânlar kullanılarak ışık ve renk oyunlarıyla çok rahatlıkla ifade edilmek istenen meseleler pekâlâ dile getirilebilir. Ve zannederim böylesi hem daha doğru hem de daha tesirli olur. Zaten günümüzde müşahhastan tekrar mücerrede doğru bir kayış gözlenmektedir ki, böylesinin, İslâm’ın ruhuna daha uygun düşeceği münakaşa götürmez bir gerçektir...