Kitap:Prizma 7 (Zihin Harmanı)
Soru-cevap metodu ile başlamış olduğumuz bu faaliyette bütün tasavvur ve düşüncemiz, Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) zamanında tatbik edilen bir uygulamayı toplumumuz içinde yeniden ihya etmektir. Çünkü biz inanıyoruz ki, o Altın Çağ'ın anlayışını, hayat tarzını hayata hayat kılan insanlar, bugün olmasa yarın mutlaka ilâhî inayete mazhar olacaklardır.
Hemen belirtmeliyiz ki, böyle bir üslûp, başlangıçta bir kısım kimseler
tarafından yadırganabilir. Çünkü günümüzde öz malımız gibi sahip çıktığımız bir
kısım ecnebî alışkanlıklarımız olduğu gibi, kendi içimizden çıkan ve öz be öz
bizim malımız olduğu hâlde yadırgadığımız ve garipsediğimiz âdetlerimiz de var...
Camilerde soru sorma meselesi, Saadet Asrı'nda yaygın temel hususiyetlerden
biridir. Çünkü o dönemde cami, mü'min için her şeydi. O Altın Çağ insanları
sadece namaz kılmak için camiye gitmezlerdi; o zamanlar cami çok fonksiyonlu bir
mekândı. Meselâ, mü'minler sorup öğrenmek istedikleri meseleleri bu mekânlarda
dile getirir, sorularına cevaplar arar, va'z u nasihat dinler ve bir ilim-irfan
yuvası olarak camileri çok farklı şekilde değerlendirirlerdi.
Hatta Osmanlı Devleti'nin kuruluş döneminde, askerî meselelerin dahi
camilerde halledildiğini, devlet meselelerinin de yine camilerde müzakere
edildiğini görmekteyiz. O abdesti hatırlatıp, namazı tedaî ettiren üslûbuyla
şakır şakır akan şadırvan sularının yanında ve o mânevî, uhrevî atmosferde bu
tür meselelerin görüşülmesi çok şey vaad edici bir yöntemdir. Aynı zamanda işte
bu anlayış, Saadet Asrı'nın saf ve duru anlayışıdır.
Elbette ki, cemaate bir şeyler vermek, onları bazı meselelerde aydınlatmak
için bu tek çare değildir. Cenâb-ı Hak (celle celâluhu) tertemiz gönüllere yeni
yollar ilham edeceği ana kadar müsaadenizle bunu deneyelim. Hizmet ve irşadda
"Şu yolu da deneyelim." diye teklifte bulunulursa –inşâallah– o yolu da deneriz.
Genel anlayışım açısından hak ve hakikatin kabul edileceği ve sinelerde mâkes
bulacağı her yerde bu mevzuları anlatmaya kendimi mecbur hissediyorum. Gerekirse
kahvehanede, sinema ve tiyatro salonlarında da bu hususların anlatılması
gerektiğini düşünüyorum.
Son bir husus olarak şunu da hatırlatmakta yarar var: Camiye gelmek çok mühim
bir meseledir fakat her şey demek değildir. İslâmî hayat bir bütündür. Eğer bir
mü'min camiye geldiği hâlde onun aile hayatında rahneler (gedikler, yarıklar,
bozukluklar) ve boşluklar var ise, o mü'minin Müslümanlık hayatında da bir kısım
boşluklar var demektir. Bu sebeple mü'min, doğrudan doğruya ibadet ve dinî
hayatla alâkalı meseleleri bilip öğrenmesi gerektiği gibi hayatın diğer
sahalarına ait meseleleri de öğrenme durumundadır. Bundan dolayı sorulan
soruların çeşitli ve farklı sahalarda oluşunun anlayışla karşılanacağını ümit ediyorum.
Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz merhametinden ümit edilir ki, bu faaliyetimizle, kendi
çapımızda camilere eski fonksiyonunu kazandırır ve اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ
"Sebep olan, yapan gibidir." sırrınca bir kıtmir, bir mücrim olarak kendi
günahlarımıza keffaret vesilesi bulmuş oluruz.
* * *
Sorular, daha çok içtimaî bünyemizin umumî durumuna tercüman olarak geliyor.
Başka memleketlerde halkın içtimaî seviyesi az çok birbirine yakındır. Oralarda,
ne olabildiğine farklı bir kültür seviyesi, ne de cehalet vardır. Az çok herkes,
yazılıp çizilen şeyleri anlayabilmektedir. Ne var ki, Türkiye, bazı konularda
aşması gerekli olan hususları henüz aşmış değildir. Memleketimiz, hiçbir şey
bilmeyen insandan, diğer memleketlere gittiğinde imparator gibi karşılanabilecek
çapta büyük ve seviyeli ilim adamlarının arasında mütalâa edebileceğimiz
mütefavit (farklı) derecede çeşitli insanların bulunduğu bir ülkedir. İçimizde
belki Avrupa'da dahi o seviyede rastlayamayacağımız kadar ilim adamı bulunduğu
gibi, orta seviyede yazılan kitapları anlamayacak kadar kitap, ilim, kültür ve
fikir hayatından mahrum kimseler vardır. Esasen bu, diğer bazı ülkeler için de
söz konusudur. Cenâb-ı Hak, yeniden İslâm'a yönelme duygumuzu böyle de
tetiklemiş olabilir. Evet, birkaç tokat yedikten sonra bu merhaleyi –inşâallah–
aşacağımız ve çok parlak seviyede her şeyimizle yeniden dirileceğimiz ümit
edilebilir.
Gelen sorular umumiyet itibarıyla çok geniş alanlı geliyor: Bazen ilâhiyata,
bazen fünun-u müsbeteye (pozitif bilimler) ait en mûdil ve en muğlak meseleler
geldiği gibi, bazen de çok basit avamî meseleler sorulabiliyor. Bunların hepsini
hoş ve güzel görmek icap ediyor. Çünkü hepsi de halkın yapısına tercüman. Ben,
halkın yapısına tercüman olan bu soruları saygıyla karşılıyorum. Temenni ve
arzum o ki, umum cemaat de saygıyla karşılasın. Başından aşkın meseleler
kendisine anlatılan kardeşlerimiz kat'iyen bilsin ki, bu cemaat içinde o
meseleyi soru hâlinde tevcih eden kimseler de vardır. Ayağının dibine dahi
ulaşmayan soruları gören kardeşlerimiz de kendini çok büyük görmesin. Bilsin ki,
bu cemaat içinde böyleleri de bulunuyor.
Ayrıca şu hususu belirtmekte de yarar var: Sorulara cevap verirken bazen
haksızlık yaptığım zehabına kapılıyorum. Çünkü soruların hangisinin önce,
hangisinin sonra sorulduğunu karıştırıyorum. Bu haksızlığı irtikâp etmemek için
kabilse sorulara birer numara koyacağım. Ondan sonra gelecek olan soruları
numaraya tâbi tutacağım. Meselâ 100. soruya kadar gittiysek, sonra gelecek olan
soruları ertesi haftada 101., 102. diye sıralamaya çalışacağım.
* * *
Bazen aralarında cevabı herkes tarafından arzu edilmeyen ve herhangi bir
ilmihal kitabında da bulunabilecek sorular olmakla beraber, öyle anlaşılıyor ki,
soru-cevap için bir kapı açılınca insanımız aklına gelen her şeyi soracaktır ve
biz de bunu gönül hoşnutluğuyla karşılayacağız. Zira soruların içinde, hakikaten
insanın nefsi ve hevası tarafından kalbine ve kafasına takılan ve çok defa bir
tereddüt ifade eden ciddî ve hayatî meseleler var. İnşâallah arkadaşlarımızın da
yardımıyla bu tür şüphe ve tereddütlere cevap vererek, kısmen dahi olsa kafamızı
karıştıran hususlardan sıyrılmış olacağız.
Bütün bunların yanında bazılarımız bu tür soruların neden ve nereden
geldiğini merak edecek, belki de menşe itibarıyla böyle bir soru sormayı zait
sayacaklardır. Ancak bu kabîl sorular, sorula sorula herhâlde onların
dimağlarında da bu türlü sorulara karşı hazırlık nevinden bir müktesebat
oluşacak ve sonuçta bu durum onları da bu kabîl soruların cevaplarını bulmaya
zorlayacak ve onları araştırmaya sevk edecektir. Dahası bu bizi bir yönüyle
kütüphanelere, kitap mütalâa etmeye mecbur edecektir. Bu soruların cevabını
bulabilmek için okuma ve araştırma hislerimiz tetiklenmiş olacaktır. Esasen
bunların hepsi bizim dertlerimiz.
Evet, meselelerimizi götürüp erbabına arz edememe, kütüphanelerden uzak
kalma, kitap okumama bizim büyük dertlerimizdendir. Bu cemaatin yüzde seksenine
kitap okutma, düşündürme ve bu kabîl meseleler arkasından koşturma çok önemlidir
ve inşâallah bu sayede bir iki nesil sonra, içi-dışı, kalbi-kafası münevver bir
cemaat yetişmiş olacaktır.
Bu itibarla, sizden de rica edeceğim, meseleleri sadece burada dinlemekle
bırakmayalım. Burada cevap mahiyetinde arz edilen şeyleri de kâfi görmeyin.
Esasen bunu kâfi görüp sorulan konuları derinlemesine incelememe dûnhimmetliktir.
Öyle ise mümkün olduğu nispette siz de araştırırsanız; –inşâallah– bu sayede
daha cazip, daha cedit, –Frenkçe ifadesiyle– daha orijinal cevaplar
bulabilirsiniz.
* * *
Devamlı değişen ve tebeddül eden bir dünyada yaşadığımız için hâdiseler
karşımıza daima değişik şeyler çıkarmaktadır. Bugünün meselesi, yarının meselesi
olmadığı gibi yarının meselesi de bugünün meselesi olmayacaktır. Bu nokta-i
nazardan her Müslüman, "Benim artık öğrenmeme gerek yok, ben her meseleyi
öğrendim ve işimi bitirdim." dememelidir. Çünkü Müslümanın işi hiçbir zaman
bitmeyecek, o, öğrenmesi gereken şeyleri tam mânâsıyla hiçbir zaman
öğrenemeyecek ve halletmesi gereken meseleleri de bitamamiha hiçbir zaman
halledemeyecektir. Bu, yanlış ve çarpık bir anlayıştandır; yakın tarihimizde
Müslümanlar, "Her şeyi hallettik." demiş, devrin hâdiselerinin gelişmesine kulak
verememiş, hâdiseleri yeniden yorumlayamamış; bunun için de, içinde yaşadığı
dünyadan habersiz kalmış, içinde yaşadığı dünya sürekli gelişip yenilenirken, o
çok gerilerde kalmış ve birkaç düzine eski şeyi tekrarla meşgul olmuş...
Müslümanın soru sorup bunlara cevaplar araması ayrı mesele, bunları kavraması
ayrı bir meseledir. Bu ikincisi, tamamen tetkik ve araştırmaya bağlı bir
konudur. On dört asırdan beri, o asırlarla alâkalı hatta birkaç asır sonraki
devirlerin dertlerine derman havi kitaplar yazılmıştır. Bu kitapların bazıları
kendi devirlerini aşamamış ve eskilerde kalmıştır ki, işte bu durum bizim
tedennimize sebebiyet vermiştir. Bir taraftan içimizde aşk, vecd ve heyecan
sönerken, diğer taraftan Batı'nın teknolojisinin hayranı ve esiri hâline
gelmişizdir. Evet onlar, devrin meselelerine uymaya çalışırken bizler eski
felsefe meselelerini cevaplandırmaya çalışmışızdır.
İşte bu durum şunu göstermektedir: Biz, gelişen dünya şartlarından
habersiz başka bir dünyada, devrimizin insanları başka bir dünyada yaşamaktadır.
Oysaki yaşanan dünyaya bakmadıktan sonra ciddî mânâda Kur'ân'ın ruhuna da ıttıla
mümkün olmayacaktır. Kur'ân kendi kamet-i kıymetine uygun anlaşılamayacaktır. Bu
itibarladır ki, Müslümanın karşısına çıkan meseleler, hiçbir zaman
bitmeyecektir. "Bitirdik, rafa koyduk." meselesi bizim için hiçbir zaman
mevzuubahis olmayacaktır. Çünkü yarın daha başka meseleler ortaya çıkacaktır.
Hz. Ali, "Evlâtlarınızı kendinizden sonraki devre göre yetiştirin." demektedir.
İşte bu, düşünen, ilim yapan insanların işi olacaktır. Onlar çağlarını okuyacak,
düşünecek, düşündürecek ve yığınların şaşkınlık yaşamalarına meydan
vermeyecektir.
* * *
İnsan okuyup düşündükçe karşısına bir kısım istifhamlar (sorular) çıkabilir.
Bu gayet tabiî ve fıtrîdir. İnsan, bu istifhamların cevabını araştırmalı,
bunlara cevap vermeye çalışmalı, üstesinden gelemediği hususları da ehline
havale ederek onlardan cevap almaya çalışmalıdır. Aynı zamanda bu, Kur'ân'ın
emridir. Cenâb-ı Hak, bilinmeyen şeylerin, işin erbabına, o sahada ihtisas
yapanlara sorulması gerektiğini bildirmektedir. (Bkz.: Nahl sûresi, 16/43)
Ancak burada aldanılabilecek bir husus da söz konusu olabilir. İnsan durup
dururken istifham imal etmemeli, kendi kendine dini, akidesi ve İslâm'ın amelî
yönlerine ait şüpheler üretmemelidir; evet İslâmiyet'te şüphe imal etmek caiz
değildir.
Usûlî disiplinler açısından "Edille-i Şer'iye" dörttür: Kitap, Sünnet, İcma
ve Kıyas. Allah Resûlü, Hz. Muaz b. Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderirken,
"Yâ Muaz! Bir hâdise ile karşılaşırsan nasıl hüküm vereceksin?" diye sorar.
Hz. Muaz, "Allah Teâlâ'nın kitabı ile yâ Resûlallah." diye cevap verir. Resûl-i
Ekrem devamla, "Ya o hâdisenin hükmünü kitapta bulamazsan?" diye sorar.
Hz. Muaz, "Allah'ın Resûlü'nün sünnetine müracaat ederim." diyerek cevap verir.
Bunun üzerine Efendimiz, "Allah Teâlâ'nın kitabında ve benim sünnetimde de o
hâdisenin hükmünü bulamazsan, nasıl hüküm verirsin?" diye sorunca, Hz. Muaz,
"O zaman kendi içtihadımla hüküm veririm." der.
Biz de karşımıza çıkan problemlerde bu yollara başvuracağız. Ancak durup
dururken de mesele çıkarmamaya bakacağız. Zira mesele çıkaran kimsenin şeytana
mel'abe olacağına kanaatimiz tamdır. Şayet inançsız kimseler veya hayat-ı
içtimaiyeden kaynaklanan bir problem olursa biz ona cevap vermeye çalışacağız.
* * *
Soruları sorarken edeb-i nezihane dairesi içinde sormak gerekir. Belki
dinsizlerden edebe ters soruların gelmesi normal sayılabilir. Ancak, bir
mü'minin ağzına edep dışı ifade kalıplarıyla kurulmuş bir soru tarzı yakışmaz.
İnançsız birisi, geçmiş zamanda ayağını ayağının üzerine atarak bana, "Şu Tanrı
denen şey nedir?" diye sormuştu. Benim buna canım sıkılmış olmasına rağmen
nezaketle dinlemiş ve gereken cevabı vermiştim. Ancak böyle bir soru mü'minden
gelirse onu Allah affetmez, ben de affetmem. Allah, ne bizim –hâşâ!– babamız, ne
anamız, ne de arkadaşımızdır. Allah Teâlâ'ya karşı mutlaka çok edepli
olunmalıdır. Ağzımızdan çıkan her şeyin kayıt altına alındığını bilmeli ve
saygıda kusur edilmemelidir. Zira mü'min, Huzur-u Kibriyâ'ya mü'mince gitmeye
bakmalıdır. Bu sebeple çok dikkat edilmelidir.
Ben not kâğıtlarına Efendimiz'in adını yazarken bazen (sallallâhu aleyhi
ve sellem) yazmayı unutup "Hz. Muhammed" yazıyorum. Hemen birden içimde bir
ürperti hâsıl oluyor ve kulaklarımda âdeta, "Küstahlık yapma, benim ismimin
arkasında sallallâhu aleyhi ve sellem var. Adım nerede anılırsa salât
tazimiyle mukabele edeceksin." hatırlatması çınlıyor. Ötede defterler
açıldığında Efendimiz'e babamın oğlu gibi Hz. Muhammed dediğim kaydını görürsem,
utanır, Fahr‑i Kâinat karşısında yerin dibine girerim.
Her meselenin, bütün sırların açık seçik ortaya döküleceği günde, bizi
utandıracak şeyler için bugünden çok dikkat etmemiz lâzımdır. Mevlâ, çok
merhametli olduğundan, biz O'nu anarken bazen gereken tazimatı yapmıyor ve
affeder diye düşünüyoruz. Gelin Allah'a karşı çok edepli olalım ve O'nun
hakkında kullandığımız ifadeleri en seçkin tazim beyanlarına bağlayalım.