Rıza
Tahmini okuma süresi: 24 dk.
1279 defa okundu.

Kitap:Kalbin Zümrüt Tepeleri 1



Rıza; insan kalbinin, başa gelen hâdiselerle sarsılmaması, kaderin tecellîlerini iç hoşnutluğu ile karşılaması; diğer bir yaklaşımla, başkalarının üzülüp müteessir oldukları, şaşırıp dehşete düştükleri olaylar karşısında gönül mekanizmasının tam bir sükûn ve itminan içinde olmasıdır. Bu konuda diğer bir yorum da şöyledir: Rıza, Allah’ın kaza, takdir ve muamelelerinin, nefislerimize bakan yanlarıyla, acılık, sertlik ve anlaşılmazlıklarına katlanıp her şeyi gönül rahatlığıyla karşılamak demektir.
Rıza yolu, başlangıç itibarıyla iradî olsa da, sevdiklerine Hakk’ın bir mevhibesi olması itibarıyla irade ve ihtiyar üstü ilâhî bir armağandır. Bu bakımdan da o, Kur’ân ve Sünnet’te sabır gibi emredilmemiş, bir mânâda sadece tavsiye olarak hatırlatılmıştır.[1] Vâkıa “Belâlara karşı sabretmeyen, kazaya rıza göstermeyen kendisine başka Rab arasın.”[2] mealinde bir hadis var ise de bu söz, hadis kriterleri açısından mâlûl kabul edilmiştir.
Ehlullahtan bir kesim, rızayı, tevekkül ve teslimin nihayetinde bir makam olarak görmüş, bazıları da, sâlikin diğer hâlleri gibi kesbî olmayıp zaman zaman zuhur eden, zaman zaman da kaybolan bir vârid olarak kabul etmişlerdir. İmam Kuşeyrî’nin de içinde bulunduğu diğer bir kısım kimseler ise onun, başlangıç itibarıyla iradî ve kulun kesbine bağlı olduğunu, nihayeti itibarıyla da bir tecellî ve hâlden ibaret bulunduğunu söylemişlerdir.[3]
Efendimiz’den şerefsudûr olan: ذَاقَ طَعْمَ الْإِيمَانِ مَنْ رَضِيَ بِاللّٰهِ رَبًّا وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ نَبِيًّا “Allah’ı Rab, İslâm’ı din, Hz. Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) de nebi kabul edip razı olan, imanın zevk-i mânevîsini tatmış olur.”[4] hadisi, mebde itibarıyla rızanın iradî ve kulun kesbine bağlı bulunduğuna, nihayetinin de meşîet-i hâssaya ait bir mevhibe olduğuna işaret buyurmaktadır.
Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyetine rıza, O’nu sevmek, O’na karşı saygılı olmak, O’na yönelmek ve beklediklerini de yalnız O’ndan beklemek.. rubûbiyetine rıza, hakkımızdaki takdir ve tedbirlerini gönül rahatlığıyla karşılamak, başlangıcı acı görünen hâdiselerde, o hâdise ile gelen şokun atlatılacağı ana kadar sükûtu ihtiyar edip acele karar vermemek.. ve kulları hakkındaki tasarruflarında O’na inanıp O’na güvenmek, dolayısıyla da O’nun yaptığı her şeyden hoşnut olmak şeklinde.. Nebi’nin elçiliğine rıza, bilâ kayd ü şart O’na teslim olup, O’nun hedy ü hidayetini kendi hevâ ve hevesinin önünde tutmak, akıl, mantık ve muhâkemesini O’nun emrine vermek ve kendi zekâsını, O’nun ilâhî vahyi kucaklayan engin fetanetinin aynası hâline getirerek, gölgeye değil asla yönelmek mahiyetinde.. İslâm’dan razı olmak ise, وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الْإِسْلَامِ دِينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ “Her kim İslâm’ı bırakıp da başka din ararsa, o ondan aslâ kabul olunmaz.”[5] esasından hareketle, dinin, ferdî, ailevî, içtimaî, idarî hayata hayat yapılması şeklinde özetlenebilir.
Bazı zamanlarda ve bazı şerait altında böyle bir rıza arayışı insanı, halk içinde de olsa, yalnızlığa ve gurbete itebilir. Ne var ki, Allah maiyyetine ermişlerin ve peygamber çizgisini paylaşanların yalnız kalmayacakları ve gurbet yaşamayacakları da bir gerçektir. Zaten hayatlarını “üns billâh” atmosferinde sürdürenlerin vahşet ve yalnızlığı da söz konusu değildir. Böylelerinin yalnızlık ve vahşeti bir yana, muvakkat gurbetleriyle, Hakk’a daha bir yaklaştıklarını, yaklaşıp “üns” esintileriyle coştuklarını ve sonsuzdan gelen meltemleri duyarak gerilip “Allahım, gurbetimi artır, beni, Senden uzaklaştıracak şeylerin insafsızlığına terk etme ve gönlüme maiyyetini duyur!” dediklerini çok işitmişizdir.
Daha önce de ifade edildiği gibi, rıza, hakikati itibarıyla ilâhî bir armağan, sebepleri itibarıyla da insan iradesiyle alâkalı bir mazhariyettir. İnsan ancak, imanının derinliği, amelinin ciddiyeti ve ihsan şuurunun enginliğiyle tevekkül, teslim, tefvîz fasıllarından geçerek rıza ufkuna ulaşabilir. Rıza, böylesine tahsili güç ve insan iradesiyle elde edilmesi zor olduğundandır ki Cenâb-ı Hak onu doğrudan doğruya emretmemiş; sadece tavsiyede bulunmuş ve o mertebeye erenleri de tebcillerle, takdirlerle pâyelendirmiştir.[6]
Esbap açısından, rıza mertebesine ulaşma adına; Rabbiyle muamelelerinde ciddî olmak; talepsiz gelen nimetleri, “tahdis-i nimet” ve şükre vesile olmaları mülâhazasıyla kabullenmek; her türlü mahrumiyeti rıza ve iç rahatlığıyla aşmak; vahşetlerin, yalnızlıkların, kabzların pençesinde kıvranırken bile, derin bir iç inşirahıyla bütün sorumluluklarını yerine getirmek; Hakk’ın emir ve yasaklarını “şeb-i arûs” davetiyesi gibi kabul etmek misillü bir kısım esaslar söz konusu olsa da, mebde itibarıyla onun en önemli rüknü; duygu, düşünce ve davranışlarıyla ferdin, Allah’a yönelip O’nu duyması, O’nunla doyması, O’nunla oturup-kalkması ve gönlünde her gün lâhutîliğe ait yeni yeni kurgular geliştirmesidir.
Havf ü recâ, insan üzerindeki tesirleri itibarıyla dünyevîdirler. Bu iki his, dünyada ümitsizlik ve mutlak emniyete karşı önemli birer misyon eda etseler de, semerelerinin dışında ötede mevcudiyetleri söz konusu değildir. Rıza ve muhabbete gelince, onlar dünya ve ukbâyı kucaklayan enginlikleriyle ötelerde ve ötelerin de ötesinde sürer giderler.
Rıza hem dünyada hem de ahirette çok önemli bir huzur kaynağıdır; ama bu, rızaya ermiş olanların bütün bütün ızdırap ve sıkıntılardan kurtulmuş olmaları mânâsına da gelmez. Aksine rıza yollarında dış yüzleri itibarıyla dünya kadar sevimsiz ve ürperten şeyler vardır. Ne var ki, rıza kahramanları, o yolda karşılaştıkları zahmetleri ayn-ı rahmet kabul eder.. içtikleri zehirleri tiryâka çevirir.. maruz kaldıkları meşakkatleri de Sevgili’yle alış-veriş ve muâşaka sayarlar.
Aslında rıza yolu, ağır ve sıkıntılı olduğu kadar emin ve kestirmedir de. Bu yol, bazen bir hamlede, bir nefhada hak yolcusunu, insanî kemalâtın ta zirvelerine ulaştırabilir. Bu, sâlik, bütün aktivitesiyle, cepheden cepheye koşarken veya kâinatı bir kitap gibi süzerken, süzüp her yerde Hakk’ı soluklarken böyle olduğu gibi, imkânsızlıklar ağında, kolu-kanadı kırık inlediği ve niyetleriyle mefkûresinin semalarında dolaşmaya çalıştığı, hatta evinde, kanepesinin üstünde oturup idealleriyle oynaştığı zamanlarda da böyledir.
Rızanın neticesi, biraz da insanın ümit ve recâ derinlikleriyle mebsûten mütenâsip (doğru orantılı) olarak Rabb’in hoşnutluğundan esip-gelen büyülü bir sevinç ve sürûrdur. Bu, ne kurb mülâhazasının hâsıl ettiği zevk ne ibadet ü taatten duyulan lezzet ne de günahlara karşı verilen savaştan meydana gelen vicdandaki hazdır. Bu, ümit zâviyeli, recâ dalga boylu ve temkin edalı ruhanî bir halâvettir.. ve doğrudan doğruya O’ndan, rıza makamına hususî bir teveccüh ve bir rahmet esintisidir. Rıza mertebesi bütün mülâhazaların Hakk’a kilitlenmesi makamı olması itibarıyla, onu zevklere, lezzetlere, hazlara vesile saymak veya o türlü beklentiler içinde bulunmak, esası duruluk ve safvet olan o makama karşı saygısızlıktır. Aslında, kalb ameli olarak mütalâa ettiğimiz diğer bütün ahvâl ve makamât için de aynı şeyleri düşünebiliriz. O’nu sevmek ve her hâlükârda O’nun hoşnutluğunu aramak, başka sebeplerden dolayı değil, yine O’ndan ötürü olmalıdır.
Dünden bugüne, ruh ve kalb dünyasının kahramanları, rıza ile alâkalı, birbirine yakın ve birbirinin tamamlayıcısı pek çok şey söylemişlerdir:
Zünnûn’a göre rıza; olacak şeyler henüz olmadan, ferdin, Hakk’ın ihtiyarını kendi iradesine tercih etmesi; Hakk’ın takdiri yerine gelip her şey olup bittikten sonra da, “Hayır, Allah’ın ihtiyar ettiğindedir.”[7] deyip herhangi bir rahatsızlık duymaması ve musibetlerin pençesinde kıvranırken dahi O’na karşı en âşıkâne duygularla coşmasıdır.[8]
Hz. Zeynelâbidîn’e göre rıza; hak erinin, Allah’ın irade ve ihtiyarına muhalif bütün arayışlara karşı kapanıp, herhangi bir yabancı dilek ve temennide bulunmamasıdır.[9]
Ebû Osman’a göre; Cenâb-ı Hakk’ın bütün celâlî ve cemalî tecellî ve takdirlerini hoşnutlukla karşılayıp, celâlin ayn-ı cemal ve cemalin de ayn-ı rahmet olarak kabul edilmesidir[1] ki, Allah Resûlü’nün أَسْأَلُكَ الرِّضَا بَعْدَ الْقَضَاءِ “Olacak olduktan sonra Senin rızanı isterim.”[1] nurlu beyanı da buna işaret etse gerek. Evet, Allah’ın hükmü henüz yerine gelmeden O’na karşı rıza, rızaya azimdir; gerçek rıza ise, başa gelen şeylerin şoku yaşanırken dişini sıkıp ona katlanmaktır.
Bu arada, yukarıdaki mütalâalardan herhangi birine ircâ edeceğimiz ve rızanın ayrı birer buudu sayılan şu küçük mülâhazaların tespitinde de yarar var. İşte onlardan birkaçı:
1. Rıza, ulûhiyet ve rubûbiyet kaynaklı hiçbir karara karşı rahatsızlık duymamak,
2. Allah’tan gelen her şeyi sevinçle karşılamak,
3. Kader rüzgârları ne yandan eserse essin gönül rahatlığıyla göğüslemek,
4. En sarsıcı ve ciğersûz hâdiseler karşısında bile kalb balansının ayarını korumak,
5. Allah’ın “Levh-i Mahfuz-u Hakikat”teki takdirlerini düşünerek başa gelenler karşısında yok yere vurunup dövünmemek...
Rızayla alâkalı bu tâlî esaslar içinde mütalâa edebileceğimiz daha başka hususlar olsa da, mevzuu dağıtmamak için bu faslı noktalamak istiyoruz.
Düz insanların rızası, haklarındaki ilâhî takdir ve tecellîlere itiraz etmeme.. mârifette derinliklere ulaşmış kimselerin rızası, kaza ve kaderden gelen her şeyi gönül rahatlığıyla karşılama.. kendini aşmış kalb ve ruh insanlarının rızası ise, kendi mülâhaza ve mütalâalarını devreden çıkarıp sadece ve sadece O’nun istek ve teveccühlerini rasat etme şeklinde yorumlanmıştır ki:
يَـٓا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ۝اِرْجِعِٓي إِلٰى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً۝فَادْخُلِي فِي عِبَادِي۝وَادْخُلِي جَنَّتِي
“Ey itminana ermiş nefis! Dön Rabbine, O senden hoşnut sen de O’ndan hoşnut olarak.. dön de gir kullarımın arasına ve ardından da Cennetime.”[1] âyetleri hemen bu mertebelerin hepsini ihtiva etmekte ve hemen hepsiyle alâkalı teveccüh edecek hususlara cevap mahiyetindedir.
Evet, bu âyetlerden de anlaşıldığı gibi, rıza mertebesine ulaşabilmek, nefsin Allah’a yönelişiyle kayıtlanmıştır. Bu yöneliş bizim, zaman ve mekânla alâkalı durumumuz açısından ve dünyevî-uhrevî buudlarımız itibarıyla değil; Hakk’ın, zamanları ve mekânları aşan tecellî ve teveccühlerine göre değerlendirilmelidir. Bu itibarla da diyebiliriz ki, bu yöneliş; dünyada, tevekkül, teslimiyet ve tefvîz televvünlü; vefat esnasında, kalb itminanı ve Rabbiyle karşılıklı hoşnutluk münasebeti şeklinde; ikinci dirilişten sonra da, sâlih kullar arasında yerini alma ve Cennet’e girme lütuf buudlarıyla tecellî edecektir.
Bir başka zaviyeden umum halk ve düz insanların rıza telakkisi, Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyetini rıza ile karşılama, başka arayışlara, başka yönelişlere bütün bütün kapanma ve hayatını قُلْ أَغَيْرَ اللّٰهِ أَبْغِي رَبًّا وَهُوَ رَبُّ كُلِّ شَيْءٍ “De ki: O her şeyin Rabbiyken, ben Allah’tan başka bir rab mı arayacağım?”[1] ve قُلْ أَغَيْرَ اللّٰهِ أَتَّخِذُ وَلِيًّا فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ يُطْعِمُ وَلَا يُطْعَمُ “De ki: Gökleri ve yeri yaratan, yediren-içiren ve yiyip-içmeye muhtaç olmayan Allah’tan başkasını mı rab edineyim?”[1] gerçekleri etrafında örgüleme şeklinde yorumlanmıştır ki, böyle bir rıza düşüncesi, aynı zamanda hakikî tevhidi ifade etmesi bakımından her mü’min için mutlaka çok önemlidir. Bu seviyedeki rıza, Hak sevgisinin kalbe hâkim olması ve o kalbde âdeta başka sevgilere yer kalmaması, hatta ağyâr adına sevilen şeylerin de O’ndan ötürü sevilmesi ve sevginin ibadet şekline dönüşmesiyle gerçekleşir.
İkinci derecedeki rıza, mârifet erbâbının rızasıdır.. ve buna “rıza anillâh” da denir ki, Hakk’ın kaza ve kaderini gönül hoşnutluğuyla karşılayıp, kalb ibresinin en az bir zaman içinde dahi, en küçük sapmalara meydan vermemesi hâli diyebiliriz. Birincinin, rıza adına avamca bir yaklaşım sayılmasına karşılık bu, mârifetle donanmış kalblerin Hak’la muamelesi olarak kabul edilmiştir.

Üçüncü derecedeki rızaya gelince o, asfiyânın rızasıdır ve Hakk’ın rızasına rıza şeklinde özetlenebilir. Bu makamla şereflendirilen fert, kendi namına öfkelenmez.. kendi namına huzur ve sevinç hissetmez.. kendi duygu, düşünce ve arzularından vazgeçerek, hep Rabbinde fâni olmanın zevk ve lezzetlerini yaşar.
Birinci derecedeki rıza; iradî olması ve tevhidi ifade etmesi bakımından farz ve aynı zamanda kurbet yolunun da mebdei; ikincisi ise, öncekinin devamı, son mertebenin de esası olması açısından vacip mesabesinde ve kurbet mülâhazalarıyla dopdolu; üçüncüsüne gelince, o, kesbîlikten daha çok mevhibe televvünlü ve ayn-ı kurbet olan nafileden sayılmıştır.
Ayrıca, bu derecelerden sonuncusunun, ikinci ve birinci dereceleri ihtiva ettiğini söylemek de mümkündür. Zira rıza yolunda olma ve rıza mülâhazasıyla yaşama, bir asıl ve esas, bütün bütün rızayla bütünleşme ve rızalaşma da onun neticesi ve semeresidir. Tabir-i diğerle, ilk iki mertebe Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarıyla alâkalı; üçüncüsü ise, buna terettüp eden sevap, mükâfat, tecellî, vâridât ve mukabeleyle alâkalıdır ki, zannediyorum رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ ذٰلِكَ لِمَنْ خَشِيَ رَبَّهُ “Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan.. işte bu, Rabbilerinden korkan kimselere ait bir mazhariyettir.”[1] âyet-i pürenvârı da bu üç hususa birden işaret etmektedir. Aynı gerçeğin bundan daha açık bir ifadesini de ذَاقَ طَعْمَ الْإِيمَانِ مَنْ رَضِيَ بِاللّٰهِ رَبًّا وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَسُولًا “Rabbim diye Allah’tan, dinim diye İslâm’dan, peygamberim diye de Hz. Muhammed’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) hoşnut olan, imanın zevk-i ledünnîsini tatmış sayılır.”[1] sözleriyle Efendimiz dile getirmektedir.
Aşağıdaki mülâhazalarla, rıza adına duygu ve düşüncenin beslenebileceğini, bu çetin yolun bir kısım sertliklerinin kırılabileceğini, cismanî ve dünyevî tepkilerin de bir ölçüde tâdil edilebileceğini düşünüyoruz:
⦁ Hakk’ın takdir ve tecellîleri karşısında insan bir figürdür; o, üzerine aldığı rolün şekil ve keyfiyetine karışamaz..
⦁ Başa gelen her şey, şart-ı âdî planında insanın eğilimlerine göre tespit edilmiştir. Ve bunu değiştirmeye de Yaratan’dan başka kimsenin gücü yetmez..
⦁ İnsan her şeyiyle Allah’ın mülkü ve kölesidir; köle, efendisinin tasarruflarına müdahale edemez..
⦁ Eğer insan, gerçekten Allah’ı seviyorsa, O’ndan gelen gülü de, dikeni de hoş görmelidir.
⦁ İnsan, başına gelen şeylerin neticelerini pek kestiremez; oysaki bunların içinde dünya kadar maslahatlar da olabilir. وَعَسَۤى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَۤى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ “Olur ki siz bir şeyden hoşlanmazsınız ama, o sizin hakkınızda hayırlıdır.. ve yine olur ki siz bir şeyi seversiniz ama, o sizin için şerdir; siz bilmezsiniz, her şeyi Allah bilir.”[1] ferman-ı sübhânîsi bunu tasrih etmektedir.
⦁ Müslüman, Allah’a teslim olmuş kimse demektir.. bu itibarla da onun, Cenâb-ı Hakk’ın icraatına karşı hoşnutsuzluğu kat’iyen söz konusu olamaz.
⦁ Her şeyden evvel mü’min bir hüsnüzan insanıdır; insanlara karşı hüsnüzanla emredilen birinin, Rabbisinin muamelelerine karşı suizan ifade eden hoşnutsuzluğu nasıl söz konusu olabilir ki.?
⦁ Kaderden gelen hâdiseler karşısında, iyi görmek, iyi düşünmek ve hüsnü tevilde bulunmak, her şeye rağmen insanın içini huzur ve inşiraha gark eder.
⦁ Dünyada, yerine getirme mecburiyetinde olduğumuz sorumluluklar veya maruz kaldığımız hususlar, öteler hesabına şekillenmemiz için birer esas ise, cebrî eğitim ve öğretim gibi, insanın bunları severek yerine getirmesi gerekmez mi?.
⦁ Kulun, Rabbisinden gelen şeylere karşı rıza göstermesi, Rabbisinin de ondan razı olması demektir.
⦁ Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyetine karşı rahatsızlık duymanın, gam, keder ve dağınıklığa sebebiyet vermesine karşılık, hep rıza yörüngeli yaşamak ise, hislerimiz açısından cehennem içinde dahi olsak bize, cennetlerin neşvesini yaşatır.
⦁ Rızanın gerektirdiği yerlerde, sebepleriyle hep onu arama, ilâhî teyidâtın reddedilmeyen davetiyesidir.
⦁ İnsanlara karşı kalb bulanıklığı ve gıll ü gış eğer bir suiedepse, bunun, Allah’ın icraatına karşı duyulup hissedilmesinin nasıl affedilmez bir günah olduğunu ifadeye saygımız müsaade etmeyecektir.
⦁ Bir insan için kader ve Hakk’ın tecellîlerine rıza, en önemli bir saadet vesilesidir. Konuyla alâkalı Hz. Sâdık u Masdûk’un مِنْ سَعَادَةِ ابْنِ اٰدَمَ رِضَاهُ بِمَا قَضَى اللّٰهُ، وَمِنْ شِقْوَةِ ابْنِ اٰدَمَ سَخَطُهُ بِمَا قَضَى اللّٰهُ “Âdemoğlunun en ehemmiyetli saadet kaynaklarından biri, hiç şüphesiz Allah’ın kazasına razı olması.. ve onun en önemli tali’sizliği de Allah’ın takdirlerini öfkeyle karşılamasıdır.”[1] şeklindeki mübarek sözleri de bu hususu tenvir etmektedir.
⦁ Bir insanda Allah’ın icraatına karşı hoşnutluk hissi, onun kalbini lâhûtî esintilerle doldurur; hoşnutsuzluk duygusu ise, şeytanî vehimlerle.
⦁ Hayatlarını rıza yörüngeli yaşayanlar, ömürlerini âdeta bir şükür dantelâsı hâline getirirler; hep hoşnutsuzluk homurdanıp duranlar ise, bu nankörlük değirmeniyle, en müsbet, en olumlu işlerini bile ezer, öğütür ve bitirirler...
⦁ Hakk’ın icraatına karşı adem-i rıza ve öfke, şeytanın insana nüfûz yollarının en müessiridir. Böyle bir ruh hâleti içinde bulunup da şeytana yenik düşmeyen çok az insan vardır.
⦁ Hakk’ın seninle olan muamelesini gönül rızasıyla karşılaman, seninle gök sâkinlerinin ortak paydasıdır.. ve bu da, şeref olarak sana yeter.
⦁ Razı olan, Hudâ’ya; olmayan da, hevâya uymuş demektir.
⦁ Allah’ın, hakkımızdaki hükümlerine razı olmak, O’nun istediklerini, şahsî arzu ve isteklerimizin önüne geçirme mânâsına gelir. Bilmem ki, aksi mülâhazaları hatırlatan madalyonun öbür yüzünü ifadeye gerek var mı?
⦁ Bütün ibadet ve taat, rıza meşcereliğinin meyveleri; bütün mâsiyetler de, rızadan mahrumiyetin..
⦁ Rıza, insanı, Rabbiyle iç cedelleşmeden kurtarır. Böyle bir cedelleşmenin nasıl bir suiedep olduğunu söylemeyi israf-ı kelâm sayarız..
⦁ Hakk’a karşı rıza duygusu, عَـدْلٌ فِيَّ قَضَـاؤُكَ “Hakkımdaki her hükmün ayn-ı adalettir.”[1] düsturuna saygı ve inancın ifadesidir..
⦁ Yeryüzünde ilk mâsiyet, şeytanın, kendi hakkındaki takdire rıza göstermemesiyle başlamıştır.
⦁ Bir insan için rızadan daha büyük bir pâye yoktur; eğer olsaydı Allah, cennet ötesi âlemlerde sevdiklerini onunla pâyelendirirdi.. oysaki, ötelerde sonu olmayan en son nimet 2 وَرِضْوَانٌ مِنَ اللّٰهِ أَكْبَرُ fehvâsınca Hakk’ın hoşnutluğudur..
⦁ Rıza, dinin temeli sayılan en önemli esaslar üzerine bina edilmiştir. O, tevekküle dayanmakta; onun hakikati, yakînle kanatlanmakta; onun özü, muhabbetle ebediyete mazhar olmakta ve onun mâyesi, sadakatin şahidi, şükrün de fiilî beyanıdır.
⦁ Rıza bir hamlede insanı evc-i kemalâta çıkaran öyle büyülü bir asansördür ki, ona binebilenler, hedeflerine zamanüstü bir hızla ulaşırlar.
⦁ Muhabbet, ihlâs, inâbe, evbe, rıza yamaçlarının çiçekleridirler. Hak rızasına kilitlenememiş gönüllerde bu vasıfları aramak ise beyhudedir.
Zâhirî duygularla ifa edilen amellerin mükâfatları, kat kat da olsa, kemmiyetin dar kalıplarıyla ifade edildiğinden az sayılır. Rıza ve rıza buudlu kalbî amellerin sevapları ise, kalbin enginliğiyle mebsûten mütenâsip (doğru orantılı) ve tasavvurlar üstüdür.
Rıza, Hak katında en büyük bir mertebedir ve onun en seviyelisi de en büyüklerin ortak vasfıdır. Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’dan diğer peygamberlere, onlardan da diğer bütün asfiyâ ve evliyâya uzanan çizgide, ihlâs, yakîn, tevekkül, teslimiyet ve tefvîzde finale kalmış devâsâ kametlerin, ulaşabilmek için soluk soluğa yarış yaptıkları mübarek bir hedeftir. Bu hedefe ulaşma uğrunda nelere katlanılmış, ne tahammülfersâ şeyler göğüslenmiş ve ne kandan irinden deryalar geçilmiştir.
İşte rızaya kilitli bir çilekeşin iniltileri:
اَي جَفَايِ تُـو زِدَوْلَت خُوْبتَر.....وَانْتِـقَـامِ تُـو زِجَـانْ مَحْبُوبْتَرْ
عَاشِقَم بَرْقَهرُ وُ بَر لُطْفَشْ بَجِد بُو.....العَجَب مَن عَاشِقِ هَرْ اِينْ دُوضِد
وَاللّٰه اَرْ زِينْ خَار دَرْ بُسْتَان رَوَم.....هَمْچُو بُلْبُل زِينْ سَبَبْ نَالَانْ شَوَمْ
اِينْ عَجَبْ بُلبُل كِه بُكَشَايَدْ دَهَانْ.....تَـاخُورَدْ او خَـارْ رَا بَا گُلِسْتَان
“Ey Sevgili, Senin cevr u cefân devletli olmaktan daha güzeldir. Senin intikamın candan daha sevgilidir. Ben cidden O’nun kahrına da lütfuna da âşığım. Ne gariptir ki ben zıtların âşığıyım. Allah’a kasem olsun ki, bu hâr-ı belâdan bostân-ı safâya gidersem, hep bülbül gibi inleyici olacağım. Gariptir; bülbül ağzını açtığında hem hâr hem de gülistan söyler.” (Mesnevî)
Bu sahada hoş bir söz de Hurûfî şair Nesimî’den:
Bir cefâkeş âşıkem ey yâr Senden dönmezem
Hançer ile yüreğimi yar Senden dönmezem
Ger Zekeriya tek beni baştan ayağa yarsalar
Başıma koy erre neccâr Senden dönmezem
Ger beni yandırsalar, toprağımı savursalar
Külüm oddan çağırsalar Settâr Senden dönmezem.
Evet, rıza makamı, cem u fark üstü bir makamdır ve o makamın solukları da: 2 ضَرْبُ الْحَبِيبِ زَبِيبٌ “Lütfun da hoş kahrın da hoş.” sözleridir.

اَللّٰهُمَّ إِلٰى مَا تُحِبُّ وَتَرْضٰى
وَصَلَّى اللّٰهُ عَلٰى سَيِّدِنَا وَسَيِّدِ الْمَرْضِيِّينَ وَعَلٰى اٰلِه۪ وَأَصْحَابِهِ الْمُخْلَصِينَ.



1 Misal olarak bkz.: Tevbe sûresi, 9/62; Mümtehine sûresi, 60/1; Beyyine sûresi, 98/8.
2 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 22/320; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/218.
3 el-Kuşeyrî, er-Risaletü’l-Kuşeyriyye s.193.
4 Müslim, îmân 56; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/208.
5 Âl-i İmrân sûresi, 3/85.
6 Bkz.: Mâide sûresi, 5/119; Mücadele sûresi, 58/22.
7 Aliyyülkârî, el-Esrâru’l-merfûa s.196; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/478-479.
8 Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 9/342; el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.195.
9 el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.195.
10 el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/217; el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.196.
11 Nesâî, sehv 62; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/191.
12 Fecr sûresi, 89/27-30.
13 En’âm sûresi, 6/164.
14 En’âm sûresi, 6/14.
15 Beyyine sûresi, 98/8.
16 Müslim, îmân 56; Tirmîzî, îmân 10; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/208.
17 Bakara sûresi, 2/216.
18 Tirmizî, kader 15; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/168.
19 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/391, 452; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 1/223.
20 “Hepsinden âlâsı ise Hakk’ın kendilerinden razı olmasıdır.” (Tevbe sûresi, 9/72)
21 Sevgilinin vurup dövmesi size üzüm şırası içirmek demektir.