Kalb
Tahmini okuma süresi: 12 dk.
2246 defa okundu.

Kitap:Kalbin Zümrüt Tepeleri 1



Dil beyt-i Hudâdır ânı pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde.
İ. Hakkı

Gönül ve yürek olarak da tanıdığımız kalb başlıca iki mânâda kullanılır: Birisi, göğsün sol tarafında, sol memenin altında ve daha çok da çam kozalağına benzeyen, aynı zamanda yapısı ve dokusu itibarıyla da bedendeki her uzuvdan farklı bulunan; ihtiva ettiği harika karıncık ve kulakçıkları, bütün his ve duygulara merkeziyeti, bütün damarlara ve damarcıklara merciiyeti ve insan uzuvları arasında bizatihî müteharrik olma gibi imtiyazı; hem bir motor gibi çalışması hem de bir emme-basma pompası gibi faaliyet göstermesi itibarıyla çok hayatî bir organdır ki bu organa biz yürek de deriz.
İkincisi ise, öncekinin dublesi, alternatifi, melekûtî buudu ve aynı zamanda, şuur, idrak, ihtisas, akıl ve irade gücünün de merkezi ruhanî bir latîfedir ki, tasavvufçular ona “hakikat-i insaniye” filozoflar da “nefs-i nâtıka” demişlerdir. İnsanın asıl hakikati de işte bu kalbdir. İnsana bu mânevî buudu itibarıyla “âlim”, “ârif”, “müdrik” denir. Ruh bu latîfenin esası ve bâtını, biyolojik ruh da bineğidir. Allah’a muhatap olan, sorumluluklar yüklenen, ceza gören, mükâfat alan, hidayetle kanatlanan, dalâletle yuvarlanan, aziz kabul edilen, hor görülen ve ilâhî mârifetin “mir’ât-ı mücellâ”sı olan hep bu latîfedir.
Kalb, hem idrak eden hem de idrak edilen hususiyette bir yapıya sahiptir. İnsan; ruhuna, cismine, aklına onunla girer. Kalb ruhun gözü gibidir. Basîret, kendi dünyasına göre onun nazarı; akıl ruhu; irade de iç dinamizmidir.
Umumiyet itibarıyla biz “gönül” derken de bu ikinci kalbi kastederiz. Gönül ve kalb farklılığı, bunların mecazen birbirinin yerinde kullanılması bir yana, bu ruhanî latîfe cismanî kalble sımsıkı alâkalıdır. Bu alâkanın keyfiyeti, dünden bugüne filozofları ve İslâm hukemâsını bir hayli meşgul etmiştir. Ancak, bu münasebet ister evvelen ve bizzat, ister sâniyen ve bi’l-araz, ister kalbin faaliyeti açısından, ister onun kabiliyetiyle irtibatlı olsun, sinelerimizde taşıdığımız “sanevberiyyü’ş-şekl” et parçası zâhirî kalble, insanın insanlığının remzi ve bütün duygularının hayat kaynağı olan “latîfe-i rabbâniye”nin, bir hakikatin iki yüzü denebilecek şekilde birbiriyle iç içe olduğunda şüphe yoktur. Ne var ki, bu alâka ve irtibatın keyfiyeti de, kalb, ruh, akıl ve idrakin keyfiyeti gibi biraz buğuludur.
Kur’ân’da, dinî ilimlerde, ahlâkta, edebiyatta, tasavvufta kalb dendiği zaman, daha ziyade bu ikinci mânâdaki kalb kastedilir. Aynı zamanda iman, mârifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhanî de, bu mânâdaki kalbin “ille-i gâiyesi” ve varlığının hakikî hedefleridir.
Kalb, iki yönü olan öyle nuranî bir cevherdir ki, bir yönüyle devamlı ruhlar âlemine, diğer yönüyle de cisimler âlemine bakar. Cisim, şer’î ölçülerin birleştiriciliğinde ruhun emrine girmişse, kalb, ruhlar âlemi yoluyla aldığı feyizleri bedene ve cisme taşır; orada da huzur ve itminan esintileri meydana getirir.
Kalb, eskilerin ifadesiyle “nazargâh-ı ilâhîdir.” Allah, insana insanın kalbiyle bakar. 1وَلٰكِنْ يَنْظُرُ إِلٰى قُلُوبِكُمْ fehvâsınca da, insanla muamelesi kalbe göre cereyan eder. Zira kalb; akıl, mârifet, ilim, niyet, iman, hikmet ve kurbet gibi insan için çok hayatî hususların kalesi mesabesindedir. Kalb ayakta ise, bu duygular da hayatta sayılır; o, yıkılmış veya bir kısım mühlikâtla sarsıksa, bu latîfelerin hayatiyetinden, devam ve temadisinden bahsetmek de oldukça zordur. Hazreti Sâdık u Masdûk:
أَلَا إِنَّ فِي الْجَسَدِ مُضْغَةً إِذَا صَلَحَتْ صَلَحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ، وَإِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ؛ أَلَا وَهِيَ الْقَلْبُ.
“Bakın, cesette bir çiğnem et vardır ki, o sıhhatli olunca bütün ceset de sağlam olur; o fesada yüz tutunca da bütün ceset bozulur gider. Dikkat! İşte o kalbdir.”[2] buyurarak kalbin insan bedenindeki yer ve önemine dikkatleri çekmiştir.
Kalbin bundan da ehemmiyetli yanı, mahiyetindeki istinat ve istimdat noktaları itibarıyla her zaman Cenâb-ı Hakk’ı göstermesi, varlık kitabıyla tafsilen anlatılanları, ihtiyaç ve ihtiyaçların karşılanması diliyle insan gönlüne sürekli ihtar etmesidir ki, hadis diye rivayet edilen bir mübarek sözde onun bu lâhutî buudu nazara verilmektedir.[3] İbrahim Hakkı, o sözü nazmen şöyle tercüme eder:
Sığmam dedi Hak arz u semaya,
Kenzen bilindi dil madeninden.
Böyle, mârifet-i ilâhînin pürüzsüz, mücellâ ve yalan söylemeyen sâdık bir lisanı olması itibarıyladır ki, insanî mülkün melekûtu sayılan kalb, Kâbe’den daha eşref görülmüş ve Zât-ı Hak adına bütün kâinatların ifade edebileceği yüce gerçeği beyanda biricik hatip kabul edilmiştir.
Kalb, düşünce sıhhati, tasavvur sıhhati ve ruh sıhhati, hatta beden sıhhati için âdeta bir kale gibidir. İnsanın maddî-mânevî duyguları bu kaleye sığınır ve korunmuş olurlar. Bu açıdan insan için bu kadar önemli olan kalbin de karantinaya ve gözetilmeye ihtiyacı vardır. Zira o, yaralanınca tedavisi çok güç ve ölünce de hayata döndürülmesi çok zor bir latîfedir. Kur’ân bize: رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا “Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma...”[4] duasını öğütlemekte, Efendimiz de sabah-akşam el açıp hem de defaatle:
اَللّٰهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ
“Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Kalbimi dininle sabitleyip perçinle!”[5] tazarruunda bulunmakla bu çok önemli korunma ve karantinayı hatırlatmaktadır.
Evet, kalb, bütün hayırların, bereketlerin insana ulaşmasında önemli bir köprü vazifesi gördüğü gibi, aynı zamanda şeytanî ve nefsanî bütün dürtülere ve bütün hâtıralara vize verebilme mevzuunda da tehlikeli işlere alet olabilir. O, Hakk’a tevcih edilebildiği sürece, bedenin en karanlık noktalarına kadar her yanına ışıklar yağdıran bir projektör olur; yüzü cismaniyete dönük kaldığı zamanlarda da şeytanın zehirli oklarının hedefi hâline gelir...
Kalb, iman, ibadet ve ihsan ruhunun vatan-ı aslîsi ve her zamanki otağı.. Allah-kâinat-insan arasında ince ince akıp duran duyguların yüksek debili bir ırmağı olmasına rağmen, bu cihanbahâ latîfeyi yerinden etmek ve bu ırmağa mecrâ değiştirtmek için, onun, sayılmayacak kadar da düşmanları vardır. Kasvetten küfre, ucubdan kibre, tûl-i emelden hırsa, şehvetten gaflete, menfaatten makam düşkünlüğüne kadar yığın yığın düşman, taarruz vaziyetinde onun zaaf ve boşluklarını kollamaktadır.
﴿رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ﴾
وَصَلِّ وَسَلِّمْ يَا رَبِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى أَصْحَابِهِ الْكِرَامِ.
* * *
İman kalbin canı, ibadet onun damarlarında akıp duran kanı, tefekkür, murâkabe, muhâsebe ise onun bekâsının esaslarıdır. İmansız birinde kalb ölü ve ötelere karşı bütün bütün kapalı, ibadetsiz birinde o ölüm ağında ve onulmaz hastalıklarla sürüm sürüm, tefekkürsüz, muhâsebesiz ve murâkabesiz bir bünyede ise her türlü tehlikeye açık ve emniyetsizdir. Birinci kategoriye giren insanlar sinelerinde emme-basma pompaları nev’inden bir et parçası taşısalar da, kat’iyen bunların kalblerinin var olduğu söylenemez.. ikinci nev’e girenler, varlık-yokluk arası vehimlerinin sisli dünyasında hep mesafelerin esiri olarak yaşar ve bir türlü hedefe ulaşamazlar.. üçüncü kısma dahil olanlar ise, bir hayli mesafe almış, bir hayli engebe aşmış olmalarına rağmen, tam zirveye ulaşamadıkları için, her zaman tehlike sath-ı mâilinde sayılırlar; düşe-kalka yürür, müsabakasını yene-yenile sürdürür ve ömürlerini vefasız ve aşılmaz bir tepenin yamaçlarında tüketirler.
İnanmış, inancını yaşamış ve otağını ihsan düzlüklerine kurmuş olanlara gelince, bunlar sebepler planında emniyet doruğunda, ilâhî himaye açısından da güven kuşağında sayılırlar. Varlığı basîretle süzer, Allah’ın nuruyla eşyanın perde arkasına muttali olur, hep temkinde bulunur; kalbi güvercin kalbi gibi tir tir yaşar ve her yerde O’nun hoşnutluğunu arar; her işlerini Allah rızasına göre ayarlar ve Allah sevgisiyle yatar kalkarlar. Allah da onları hem sever, hem de inanan gönüllere sevdirir. Derken işte bunlar “makbûl-ü ins ü cân” olur ve her yerde hüsnükabul görürler.
Sure-i Yusuf’un sıddîk kahramanı, mübarek ismine izafe edilen surede tam beş defa ihsan ehli olarak zikredilir ki;[6] bu, yer-gök, dost-düşman, Yaratan-yaratılan herkesin, onun yakîn, muhâsebe ve murâkabesine şehadeti demektir.
Yusuf (aleyhisselâm) henüz genç bir tomurcukken, Allah onun ihsan şuuruna dikkati çeker ve “İşte Biz ehl-i ihsanı böyle mükâfatlandırırız.”[7] buyurur. Hapishanede, şakî-said herkes onun düşünce ufkundaki derinliği, duruluğu ve ledünnîliği sezince, onu merci kabul eder, ona koşar, ona inanır, ona bağlanır ve “Haydi bize te’vil-i ehâdîsi bildir; bildir ki, Seni ihsan şuuruyla serfiraz görüyoruz.”[8] der, problemlerini ona arz ederler.. girdiği her imtihanı başarıyla bitirmiş, dost-düşman herkesin sinesine taht kurmuş bu babayiğidi, Allah bir kez de, dünya karşısında tavrını değiştirmemesiyle takdir buyurur ve “Rahmetimizi dilediğimize nasip kılar ve ihsan şuuruna erenlerin ecrini zâyi etmeyiz.”[9] der ve ilâhî teminatını ihtarda bulunur.. o güne kadar kalbleri her zaman, ona karşı kıskançlıkla atan kardeşleri, gün gelip de haset atmosferinden sıyrılabildiklerinde “Doğrusu, biz seni ihsanla bütünleşmiş kimselerden görüyoruz.”[10] diyerek ona, kapalı da olsa tarziyede bulunur ve sadakatini itiraf ederler.
Ve, nihayet Hz. Yusuf (aleyhisselâm), olgunlaşmış, itminana ulaşmış bir insan olarak, bunca şahidin yanında, mazhar bulunduğu ilâhî lütuflara bir de kendi şehadet eder ve “Doğrusu kim Allah’tan korkar, takva dairesinde yaşar ve her çeşidiyle sabrı temsil edebilirse, Allah da, böylesine ihsana ermişlerin ecrini zâyi etmez.”[11] der, tahdis-i nimette bulunur.
Evet, böyle herkesin hüsn-ü şehadette bulunduğu bir kalbin, ilâhî âdetler gereği gelgiti, inhirafı düşünülemeyeceği gibi, mahrumiyetine de ihtimal verilemez. Zira o kalb, kâinata nisbeten Arş ne ise, insana nisbeten odur ve her an Hakk’ın nazar buyurduğu bir mücellâ aynadır. Hakk’ın bakıp bakıp her an ayrı bir değer verdiği böyle bir ayna kırılıp atılabilecek herhangi bir cisim değildir. O, insanlık gerçeğinin ruhu ve Allah’ın da memdûhudur.
Hz. Mevlâna:
حَق هَمِي گُويَد نَظَر مَانْ بَر دِلَسْت.....نِيست بَر صُورَت كِه اٰن اٰب و گِلَسْت
تُوهَمى گُويي مَـرَا دِل نِيزهَسْت.....دِل فَرازِ عَرشْ بَاشَـد نِـي بَسْـت
“Allah buyuruyor ki: ‘Bizim nazarımız kalbedir; sudan, balçıktan olan surete değildir.’ Sen, benim içimde kalbim var diyorsun, amma gönül, Arş’ın yücesindedir, aşağılarda değil.” der ve işte bu hakikati ihtar eder.

اَللّٰهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قُلُوبَنَا عَلٰى دِينِكَ
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مَحْبُوبِ الْقُلُوبِ.



1 “(Allah sizin cisim ve suretlerinize değil) kalblerinize nazar eder.” (Müslim, birr 33)
2 Buhârî, îmân 39; Müslim, müsâkat 107.
3 Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, ez-Zühd s.81; Ebu’ş-Şeyh, el-Azame 2/608.
4 Âl-i İmrân sûresi, 3/8.
5 Tirmizî, kader 7, daavât 89, 124; İbn mâce, duâ 2.
6 Yûsuf sûresi, 12/22, 36, 56, 78, 90.
7 Yûsuf sûresi, 12/22.
8 Yûsuf sûresi, 12/36.
9 Yûsuf sûresi, 12/56.
10 Yûsuf sûresi, 12/78.
11 Yûsuf sûresi, 12/90.