Hâl, Makam
Tahmini okuma süresi: 4 dk.
1301 defa okundu.

Kitap:Kalbin Zümrüt Tepeleri 1



Hâl; insanın kendi derinliklerinde ötelerden gelen esintilerle yaşaması ve kalb ufkunda cereyan eden gece-gündüz, sabah-akşam farklılığının duyulup hissedilmesidir. Onu insanın cehd ve gayreti olmadan, insan kalbini saran sevinç-hüzün, kabz-bast şeklinde anlayanlar, bu oluş ve sezişin devam ve istikrarına “makam”, onun zeval bulup gitmesine de “nefsanîlik” demişlerdir...
Bu itibarla, “hâl”e, bir ilâhî mevhibe ve gönül yamaçlarının “üns” esintileri, “makam”a da insan irade ve azminin bu nefehâtı soluklayıp benliğine mâl ederek ikinci bir fıtrata ulaşması diyebiliriz.
Hâl; yaratılış, hayata mazhariyet, nur ve rahmet gibi, perdesiz her şeyin gerçek kaynağını gösterir ve hâlis tevhidi ihtar ederek, insanı sürekli metafizik gerilime ve alternatif arayışlara sevk eder. Makam ise, sa’y ü gayretin sisli-dumanlı prizması içinde dediğini der ve hakikati kendi kemalât arşına bağlar. Onun içindir ki, kalbe gelen vâridâtın duyulup-sezilmesi ve her lahza, kalblerde “kenzen” bilinene doğru ayrı bir yol vurulması; içinde biraz da kendimizi anlatmanın bulunduğu o vâridâtın kendi rengimize göre ifade edilmesinden daha kadirşinasça bir davranış sayılmıştır.
Bundan dolayıdır ki, Hazreti Sâdık u Masdûk, bir makam münasebetiyle: “Allah sizin cisim ve suretlerinize değil, kalblerinize nazar eder...”[1] diyerek Hak cânibince önemsenen noktayı hatırlatıp, halkça yönelinecek mihrabı iş’âr ile âyineyi, tecellîye tevcih buyurmak istemiştir. Derecesi daha düşük bir rivayette, kalblerin yanında ameller de zikredilerek ifade edilen: “Allah sizin kalblerinize ve amellerinize bakar...”[2] beyanı ise, hâlin devamıyla ulaşılan “makam”a hâl hatırına bir iltifattır.
Hâl, Mutlak İrade’nin muradına uygun vakitlerde ara ara gelen tecellîler, bu tecellîlerin yayılma sahası kalb ufku, avlayıp bir kalıba ifrağ eden de his ve şuurdur. Bu itibarla makama, dalgaları dinmiş, istikrara ulaşmış bir pâye nazarıyla bakılmasına karşılık; hâl, yüksek takdirlere bağlı gel-gitlerin ağında, her zuhur bir evvelkisinden ayrı ve farklı kareler içinde, sürekli belirip-kaybolan ve tıpkı güneşten gelen değişik boy ve renklerdeki dalga paketlerine benzetilebilir.
Hassas ruh ve mârifete uyanmış şuurlar, suyun üzerindeki kabarcıklarda güneşin akislerini gördükleri gibi, gönül yamaçlarında da hâl dalgalanmalarını öyle görür, hisseder ve ayrı ayrı idrakle ona mukabelede bulunurlar. Kalb balansını iyi ayarlayamamış, dolayısıyla da irtibatsız kalmış kopuk ruhlar, bunları birer vehim ve hayal sanabilirler; varlığa Hakk’ın nuruyla bakanlar için ise bunlar ayânlardan ayân gerçeklerdir.
En büyük Hâl Eri, bir önceki mazhariyetlerini, bir sonraki durumu itibarıyla dûn gördüğünden –o dûn hâlin nuruyla Allah gönüllerimizi donatsın!– “Ben günde yetmiş defa istiğfar ediyorum...”[3] buyururlardı.
Zaten, Nâmütenâhî’ye dönük bir ebedî yolculukta, ebedî ışık ve ebedî buraka ihtiyaç hisseden dupduru bir gönlün, başka türlü düşünmesi de mümkün değildir...

اَللّٰهُمَّ يَا مُحَوِّلَ الْحَوْلِ وَالْأَحْوَالِ حَوِّلْ حَالَنَا إِلٰى أَحْسَنِ الْحَالِ
وَصَلِّ وَسَلِّمْ يَا رَبِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْمُخْتَارِ.



1 Müslim, birr 32-33. 2 Müslim, birr 34; İbn Mâce, zühd 9; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/284, 539. 3 Buhârî, daavât 3; Tirmizî, tefsîru sûre (47) 1; Ebû Dâvûd, vitr 26.