Efendimiz'in Tarifleri İçinde Kur'ân 2
Tahmini okuma süresi: 40 dk.
624 defa okundu.

Kitap:Prizma (1 2 3 4)



9. Madde:وَهُوَ الصِّرَاطُ الْمُسْتَقِيمُ 'O, dosdoğru yolun ta kendisidir.'

İnsanlık, Kur'ân'la tanışacağı âna kadar ifrâttan, tefritten kurtulamamış ve faydasız arayışlar arkasında tükenip gitmiştir. Allah'ın (cc) rubûbiyetini itiraf, vahdâniyetini tasdik ve peygamberin teşrîi ve temsili rehberliğini kabulün bir başka unvanı sayılan sırat-ı müstakîm, bu hususları aydınlatmadaki misyonu itibarıyla Kur'ân'ın ayrı bir nâmı olagelmiştir.

Aslında o, sadece itikat ve ibadete müteallik konularda değil, bütün içtimâi, iktisadî, siyasî, idârî konularda da insanları ifrat ve tefrite düşmekten sıyânet eden bir rehberdir. Bir yönüyle kapitalizm, bir ifrât sistemi, komünizm bir tefrit sistemi; diğer bir yönüyle de komünizm bir ifrât sistemi, kapitalizm bir tefrit sistemidir ki, yerinde sadece mala ve sermayeye önem vermek suretiyle, yerinde de sırf emeğe önem vererek ifrâtlara, tefritlere düşülmüş ve sırat-ı müstakîm korunamamıştır.

Bu arada, sırat-ı müstakîmin Risalelerdeki tariflerini de hatırlatmakta yarar var: Evet, insanda had altına alınamayan kuvve-i gadabiye, kuvve-i şeheviye, kuvve-i akliye, kin, nefret, inat ve mantık gibi kuvveler, Kur'ân-ı Kerim'le tadil edilmediği takdirde dengesizlikler olacaktır. Hâlbuki insandaki kuvvelerin her birinde hem ifrât hem tefrit hem de denge söz konusudur.

Meselâ şehvet hissinin tefriti, ne helâle ne de harama alâka duymama gibi bir humûdettir; ifrâtı helâl haram tefrik etmeden fısk u fücur yaşamaktır. Ortası ve dengeli olanı ise meşru olanına açık gayr-i meşru bulunanından da uzak durmaktır. Yeme, içme, uyuma, konuşma gibi konularda da bu üç durum söz konusudur.

Bunun gibi, öfke, şiddet, hiddet (kuvve-i gadabiye) konularında da aynı durumlar vârittir:

Kuvve-i gadabiyenin tefrit hali, korkaklıktır ki, hiç olmayacak şeylerden bile korku duyulur. İfrâtı, tehevvür ve saldırganlık şeklinde kendini gösterir ki, tedbiri, temkini ihmale bâdi olabilir. Ortası ise şecaattir ki, dinî ve dünyevî hakları konusunda canını fedâ eder ama gayri meşru ise bir sineğe bile ilişmez. Aynı mülâhazalarla akla baktığımızda da bu hususları görebiliriz: Kuvve-i akliyenin tefrit hali gabâvet ve idraksizliktir ki, en basit şeyleri bile doğru dürüst kavrayıp değerlendiremez; hatta hakkı batıl, batılı da hak görebilir. İfrâtı, herkesi aldatacak ölçüde cerbeze ve diyalektik yapma hâlidir ki, bu, her zaman hakkı batıl, batılı da hak gösterebilir. Ortası ise hakkı hak bilip imtisal etme, batılı da batıl bilip içtinap etme halidir.

Sırat-ı müstakîm o kadar önemli ki, biz Allah'tan günde kırk defa bu yola girmeyi isteriz. Bu mevzu, bütün yönleriyle İbn-i Miskeveyh'ten Gazzâlî'ye ondan Bediüzzaman'a kadar pek çok kişi tarafından işlenmiş ve hakkında çok söz söylenmiştir.

10. Madde:وَهُوَ الَّذِي لاَ تَزِيغُ بِهِ اْلأَهْوَاءُ 'O, kendine uyanları hevalarına uymaktan korur.'

Kur'ân-ı Kerim, her zaman kendisine gönül verenlere -bir rehber, bir pusula gibi- hedeflerini gösterir ve onları sapmaktan korur. Bir kere bu Kur'ân, habl-i metindir; insan o ipe tutunmuşsa artık sapıtmaz. O, bizi çekip göğe yükseltecek bir ip olarak görülebileceği gibi, inananları hayat bâdirelerinden, berzâh gâilelerinden öbür taraftaki bütün dâhiyelerden kurtaran bir köprü olarak da görülebilir. Öyle ki eğer bu ipe tutunur ve bu köprüye ulaşırsak kurtuluruz. Aksine hevâ ve heveslerimizin seliyle şuraya-buraya sürüklenir dururuz.

Bu itibarla, eğer insanlar bu kitaba sımsıkı sarılırlarsa, istikamete, itidale ulaşır, sırat-ı müstakîmi bulur, ifrât ve tefritin dengesizliklerinden kurtulur; fert ve aile plânında kendileri olur; devletler muvazenesinde yerlerini alır ve cihan çapında bir muvazene unsuru haline gelirler. Tıpkı seleflerimizde olduğu gibi. Onlar bu coğrafyada dengeyi temsil ediyorlardı, onlardan sonra bölgede ne denge kaldı ne de huzur. İşte sırat-ı müstakîmi yaşayan ve temsil eden bir devlet, devletlerarası dengede ne ise böyle bir duygunun kahramanı bir fert de kendi toplumu içinde aynı şeydir.

Kur'ân'da yine aynı kelimeler kullanılarak رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا 'Rabbimiz, kalblerimizi kaydırma.' (Âl-i İmran, 3/8) şeklinde bir dua vardır.

Şimdi ister Kur'ân-ı Kerim serası, ister atmosferi diyelim; O'nunla Allah'a teveccüh edenler bir koruyucu kalkan altına girmiş olurlar. O'nun koruyucu sistemleri her yönüyle bir kısım dalâlet cereyanlarına karşı sığınılacak en sağlam sığınaklardır. Biz ona sımsıkı sarıldığımız sürece, kaymalardan, sapmalardan aşırılıklara girmeden, ifrâta-tefrite düşmeden kurtulmuş olur ve selâmetle yolumuza devam ederiz. Ne korku ne telâş, huzur ve itminan içinde yaşar ve gider, O'na ulaşırız.

Ayrıca burada bir de Allah bize sika (güven) ve ondan biraz beri, istikamette tefvîz (her şeyi Allah'a havâle etme), daha beride bazılarımıza teslim, bir kadem daha aşağıdakilere de tevekkül telkin ediyor; ediyor ve 'Allah'a itimat edin.' diyor. Acaba ne kadar itimat edeceğiz?

Bana göre asgarî, nasıl ki, tehlikeli bir yerde çocuğunu kucağına alan anne ve baba, onu yalnız bıraktıkları zaman bile çocuk gayet emindir; çünkü onların kendisini uçuruma atmayacaklarına inanır. Onu havaya atıp eğlendirirken bile sürekli güler. Hatta aşağıya doğru düşerken dahi kahkaha atar; çünkü emindir annesinin, babasının onu yere bırakmayacaklarından.. evet işte burada böyle bir sika telkin edilmekte, böyle bir tefvîz vurgulanmakta ve böyle bir teslim ve tevekkül hatırlatılmaktadır.

11. Madde:وَلاَ تَلْتَبِسُ بِهِ اْلأَلْسِنَةُ 'Lisanlar ve beyanlar onun sayesinde herhangi bir iltibasa maruz kalmazlar.'

Bu cümleyle de pek çok şey hatırlatılmakta; biz şununla başlayalım: Kur'ân-ı Kerim'e sımsıkı sarılırsanız, dininiz gibi dilinizi de korumuş olursunuz. Değişik âyetlerde ifade edildiği gibi Kur'ân aynı zamanda Arapları yâd-ı cemil haline getiren ve onları milletler arası en önemli konuma yükselten bir kitaptır. Kur'ân olmasaydı ne onların dilinden ne de dinlerinden söz edilebilirdi. Hepimiz ona çok şey borçluyuz; onlar herkesten daha çok borçlular. Evet, Kur'ân olmasaydı, gelip bugünlere ulaşmış bir Arap dilinden söz edilemezdi.

Ayrıca, zannediyorum burada, günümüzde çokça yaşanan mefhûm kargaşasına da işaret edilmekte. Her şeyden önce Kur'ân-ı Kerim'de Müslümanlığın tarifleri yapılmış, Müslümanlar nasıl isimlendirileceklerse öyle isimlendirilmişlerdir. Kapitalizm, komünizm, liberalizm, pazar ekonomisi, piyasa ekonomisi vs. sistemler Müslümanlığın yerine konamayacakları gibi, Müslümanın bunlardan birine nispet çerçevesinde adlandırılması da doğru değildir. Kur'ân'da, هُوَ سَمَّاكُمُ الْمُسْلِمِينَ 'Allah, sizi Müslüman olarak adlandırdı.' (Hac, 22/78) denir ve mefhûm kargaşasına, isimlerde iltibasa girmeye meydan vermez.

الر كِتَابٌ اُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِنْ لَدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ 'Elif-Lâm-Râ. Bu Kur'ân öyle bir kitaptır ki, her fermanı gayet muhkem (yanlış tevile, yanlış tefsire meydan vermeyecek şekilde) kendi içinden delillerle desteklenmiş; sonra da güzelce açıklanmış (ve iltibaslara, yanlış anlamalara fırsat verilmemiş) tam hüküm ve hikmet sahibi, her şeyden haberdâr bir Hakîm ve Habîr tarafından gönderilmiştir.' (Hûd, 11/1)

12. Madde:وَلاَ يَشْبَعُ مِنْهُ الْعُلَمَاءُ 'Âlimler, O'na asla doyamazlar.'

Düşman ona buğzetse, cahil onu anlamasa da o, ulemânın ışıkları gönüllerde baş ucu kitabıdır. Bir Ebû Hanife, İmam Gazzâlî, bir üstad Bediüzzaman Kur'ân'ı hiç ellerinden bırakmamışlardır. Meselâ, Üstad, hâfız olmadığı halde, Kur'ân'la o engin meşguliyeti sayesinde kafası âdeta bir fihrist gibidir. Eserlerine baktığınızda, falan yerde şu kelime, filan yerde şu kelime vardır.. o kelime sağındaki, solundaki kelimelerle münasebeti açısından şöyle, altındaki üstündeki kelimelerle münasebeti açısından böyledir.. diyerek hep Kur'ân içinde dönüp durduğunu vurgular.

Üstad Hazretleri, İmam Rabbânî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Abdullah Dehlevî, İmâm Gazzâlî gibi insanların, Sahabe-i kiram, Tâbiîn-i izâm, Tebe-i tâbiin-i fihâm, evliyâ-i kiram, asfiyâ-i fihâm efendilerimizin O'na doyması şöyle dursun, onunla iştigalleri ölçüsünde ona karşı daha bir aç, daha bir susuz hale gelmişlerdir.

Evet bazı zamanlar insan Kur'ân okurken, doğrudan doğruya onun orijinal sesini duyar gibi olur.. sadece peygamberlikle alâkalı bazı âyetler istisna edilecek olursa, anlatılan devirleri, dönemleri bile aşarak bütünüyle Kur'ân'ın âdeta kendisine seslendiğini hisseder.

Eğer gerçekten bir insanın ilimden nasibi varsa, onun dimağ, ruh ve vicdanının hakikate uyanmış olmasının ölçüsü şudur: Böyle biri ilmî derinliği nisbetinde asla Kur'ân'dan doymaz. Kur'ân'dan zevk almayanlar ya cehâlet ya da ön yargı içindedirler. Câhillerin onu anlamaları, mebâdi-i malumatla, yani sadece kendilerine ilk mektepte yapılan ilk telkinlerin tesiri ölçüsündedir. Herhangi bir ön yargı ve şartlanmışlık içinde ona karşı kapalı olan ruhlara gelince, bunlar evvel-âhir ondan hiçbir şey anlamazlar. Bu arada ilimlere açık bazı kimseler de onu anlamıyorlarsa bunlar da ilmin ruhunu anlamamışlar ve taklitçilik içindeler demektir. Gerçek ulemâdır ki, bunlar asla Kur'ân-ı Kerim'e doymazlar.

Eğer Kur'ân-ı Kerim'i okuyan bir insan, bütünüyle kendisini ona verir ve sağlam bir konsantrasyona girebilirse, o enbiyâ-ı izâmla sohbet ediyor; hatta mâverâ-ı tabiatın sesini dinliyor gibi olur. Ben bazılarının bazı ahvâlde zaman üstü bir hâl aldıklarına inananlardanım. Onların Kur'ân sayesinde, enbiyâ-i izâmla sohbet ettiklerini sahabe-i kirâmın meclisine girip oturduklarını, his ve şuur dünyalarında on dört asır önceye gittiklerini düşünür ve hallerine imrenirim. Buna farklı bir zâviyeden Üstad da işâret eder. Evet bazen insan, Cibrîl-i Emîn'in soluklarını kulağının dibinde duyabilir. Bazen de 'kemmiyetsiz-keyfiyetsiz' Mütekellim-i Ezelî'yi dinliyor gibi olabilir. Binâenaleyh Allah'dan dinleyen, Cibrîl'den dinleyen, Resûlullah'dan dinleyen veya aradaki mükâlemeye aynı zamanda şahit olan bir insan nasıl ondan doyar ki?

Ayrıca Kur'ân-ı Kerim'de, tarihi vak'alar, karakteristik olarak öyle büyülü anlatılır ki, insan kendini çağlar ötesi âlemlerde dolaşıyor gibi hisseder. İşte bu yönüyle de Kur'ân, doyulamayacak bir zenginlik sergiler. Ben şahsen, Kur'ân-ı Kerim'in bu yönüyle tam tahlil edildiği kanaatinde değilim. Benim görebildiğim kadarıyla, Kur'ân'da değişik vak'alar anlatılırken, anlatış tarzı ve verdiği koordinatlarla o vak'a kahramanlarını aynıyla hayallerinizde resmedebilirsiniz. Meselâ o, Hz. Nuh'un kavmi ile alâkalı konularda konuşurken,[1] o kavmin sesini, soluğunu duyuyor gibi olur ve onu diğer toplumların üslup ve edâsından ayırt edebilirsiniz. Hz. Nuh' un kavmi ile konuşma tarzı, Hz. İbrahim'in kavmi ile konuşma[2] tarzından çok farklıdır. İkincisi size biraz daha mütemeddin, biraz daha tarih berisinde yaşayan insanlar gibi gelir. Hz. Musa'yı, kavmi ile aralarındaki muhâverelerinde,[3] onlara inen âyetlerde ve kavminin beyanlarında, ya da Firavun'un konuşmalarının dile getirilmesinde,[4] sımsıcak veya sopsoğuk o hissiyât farklılıklarını duyabiliriz; duyabilir ve bunların Hz. İbrahim ile Allah arasında geçen konuşmalara[5] hiç de benzemediklerini hemen anlarız.

Edebiyat tarihinde Şekspir belli ölçüde bu hususa kapı aralamış sayılabilir. Onu Hamlet'inde, Romeo-Julyet'inde takip ettiğiniz zaman âdeta mazinin hortlaklarının konuştuğunu duyar gibi olursunuz. O sizi üslûbunun sihriyle çeker tâ o dönemlere götürür ve hem konuşma tarzı, hem de üslûbuyla sizi bilmediğiniz esrarlı âlemlerde gezdirir.

Vicdanın zaman üstü ufkuyla Kur'ân-ı Kerim'in bu derinliği her zaman sezilebilir. Ancak, onun bir de bu zâviyeden tahlile tabi tutulmasında zaruret vardır. Merhum Seyyid Kutub o kapıyı yer yer aralıyor gibi olsa da net bir şey yaptığı söylenemez. Tefsirine bakıldığında yer yer bu tür tahlillere girdiği görülür, ancak ciddî olarak bu husus üzerinde durmadığı da bir gerçektir. Biraz edebiyat ufku olanlar, az da kelimelerin karakteristik yanlarıyla yerinde kullanılmasına vâkıf iseler, hem vakaî tarihine, hem kavimler tarihine, hem de peygamberler tarihine baktıklarında, zannediyorum geçmişe ait o sesi-soluğu, kendi karakteristik derinlikleriyle ve renkleriyle hissedebilir ve hiçbir edibin eserinde bulunmayan bir zevki duyabilirler.

Kemâl-i samimiyetle arz etmeliyim ki, Kur'ân'ın Türkçesinden bu hazzı almamız mümkün değildir. Şekspir, Goethe ve Tolstoy'un Türkçe çevirilerinde orijinal metinlerdeki ruh, mânâ ve zevki duymak mümkün olmayınca, Allah'ın kitabını Türkçe çeviriden duyup anlamanız nasıl mümkün olacaktı!? Cemil Meriç merhûm, Cevdet Paşa'nın eserinin sadeleştirilmesiyle alâkalı, 'Cevdet Paşa bir dil üstadı idi, onu sadeleştirmek suretiyle derisini yüzdü berbat ettiler.' demektedir.

Kur'ân-ı Kerim'in lâfızları, Üstad'ın tabirine göre, bir urba değildir. O lâfızlar cilttir, deridir. Onu soyduğunuzda, muvakkaten bir tazelik hissetseniz de, bu uzun sürmeyecek; sevimsiz bir hâl alacak, sizi ürkütecek, kaçıracak ve nazarınızda fevkalâde sevimsiz görünecektir. Hattâ denebilir ki tercüme meraklılarının gizli niyetlerinde, Kur'ân-ı Kerim'in o sihirli derinliklerini sığ göstermek ve bu kabil tercümelerle onu avamîleştirip milleti ondan soğutmak için bir kasıt, bir gâyenin var olduğu her zaman söylenebilir. Kur'ân, mealle ifade edilmesi şöyle dursun, Allame Hamdi Yazır'ın tefsiri gibi en müdekkikâne eserlerde bile -hiç mübalağa yapmadan söyleyeceğim- Kur'ân'ın semâvîliğinin yarısından çoğu gitmiştir. Bana göre bu yine de iyimser bir yaklaşımdır. Onun, doğrudan doğruya Allah kelimeleri ile ifade edilişinde, tarifleri aşan ve zevk edilip ama söylenemeyen öyle füsûnlu bir buudu vardır ki, ne zaman o kendi diliyle ifade edilse insan büyülenir.

İşte bu enginlikteki Kur'ân'a elbette ki âlimler doyamayacaktır. Hangi âlimler? Kur'ân'ın ulûm-u diniye ve fünûn-u müsbeteye taallukunu, zâhirini, bâtınını, şücûnunu, ğüsûnunu, kalbin, vicdanın, sırrın, hafînin, ahfânın esrarını, eşyanın perde önünü perde arkasını, mülkü, melekûtu bilecek ve nazarını şehadet âlemi ile gayb âlemi arasında gezdirebilecek âlimler.

Evet Kur'ân-ı Kerim'i sürekli tahlil eden, her zaman onun engin ufuklarında dolaşıp duran kalb ve kafa insanları kat'iyen ondan doymazlar.

Bir de bu arada, eğer gerçekten tam bir konsantrasyon söz konusu ise -ki onu da biz Kur'ân kendisine inmiş gibi okumak şeklinde anlıyoruz- peygamberlik meselesine müteallik hususları müstesna kabul edip, o asliyete tebaiyet mülâhazası ve o muayyeniyete tecrit tavrıyla insan, يَا اَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ * قُمْ فَاَنْذِرْ 'Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve (insanları) uyar!' (Müddessir, 74/1-2) âyetini, herkes kendine göre aynen duyabilir; duyabilir de, inancının, onun içinde renklendirdiği sözler karşısında: 'Acaba bu ses tavandan mı duvardan mı yoksa, zeminden mi geldi, ya da vicdanımdan mı yükseldi, yoksa Kur'ân'ın derûnundaki kendi sesi midir bu?' der ve hayretler yaşar.

Evet insan, tam bir konsantrasyonla kendini Kur'ân'a verdiği zaman bunu apaçık duyabilir. Aksine almacı iyi olmayan bir insan, gönderme ne kadar güçlü de olsa bir şey alamaz. Tabiî almacı olup da frekansı bulamayan da alamaz. Frekansı bulup da tam kalibrasyon yapamayan kimse de alamaz. Bir de havada şerâreler varsa ve bu almaç o şerârelerin altında ise yine onu alamaz. İnsan, sürekli bir bekleyişle, sürekli volum ayarlayarak O'nu yakalamaya çalışmalı ve hep ona yönelik bulunmalıdır. Unutmamak lâzım ki ancak teveccühe teveccüh olur.. bakarsanız bakarlar size. Yani insan da tıpkı günebakanlar gibidir. Yüzü O'na doğru müteveccih olduğu sürece ondan istifade eder; eğer O'ndan gelen şualar kesilirse O da kapanır. Ve kapanınca da hiçbir şey alamaz. Rabbim hepimize O Kur'ân'ın ruhuna mahsus derinliği, neşveyi duyursun, ibadetler üstü ibadetler sayılan O'nu okumaya karşı içlerimizi aşk u şevkle coştursun!

13. Madde:وَلاَ يَخْلَقُ عَلَى كَثْرَةِ الرَّدِّ 'Kur'ân, çok tekrar etmekle eskimez ve usanç vermez.'

Bu maddeyi okuyunca aklımıza hemen, 'Zaman eskidikçe Kur'ân gençleşiyor.' sözü geliyor.

Kur'ân-ı Kerim'i, doymayan ulemânın yaklaşımı ile okuyan insanların, her okudukça yeni yeni şeyler keşfedecekleri erbabınca muteâref bir konu. Tabiî, bunu biraz da Kur'ân'la fazla içli-dışlı olanlar anlar. Necip Fazıl, şiirlerinde hep derinlik takip eder. Öyle ki, onun nazımları, şiirden daha çok noktalama, nükteleme türündendir. O, çok defa derin şeyleri bir beyte, bir mısraya sıkıştırıp ifade eder ki, bunlara 'manzum vecize' de denebilir. Bazıları, şiir deyince biraz da dış yüzü itibarıyla plastize bir şey arzu eder; ifadelerin süslü olmasını ister. Ama Necip Fazıl'da bunun yerine ürperten bir derinlik vardır. Hele onun, bazı mısraları, bazı beyitleri vardır ki, on defa okumadan gerçek gâyesini yakalayamazsınız. Hiçbir zaman yakalayamayacağımızın sayısı da az değildir.

Burada kastettiğim, Haşim gibi veya günümüzde bazı serbest şiir yazanları ya da ığlakta kerâmet arayan bazı sembolistlerin anlaşılamaması şeklindeki fantastik ipham da değildir. Anlaşılabilir malzeme kullanılmış, anlaşılabilsin diye yazılmıştır ama onun tefekkür ufku çok derin olduğundan zor anlaşılmaktadır. Bu zor anlaşılır şeyleri, bazen bir okuyuşta, bazen iki okuyuşta, bazen de birkaç defada ancak anlayabilirsiniz. Necip Fazıl'da, Mehmet Akif'te hattâ Muallim Nâci'de, -ki, onu o seviyede şair saymazlar-Yahya Kemal'de başımızı döndüren mısralar vardır. Ama zannediyorum bu altın mısraları dahi size birkaç defa okusam bıkkınlık izhar edecek ve artık dinlemek istemediğiniz imasında bulunacaksınızdır. Evet, her şey eskir, dinlenmez hale gelir ama gördüğünüz gibi Kur'ân devamlı okunmasına rağmen yepyeni ve taptaze kalabilmiş biricik söz sultanıdır.

Evet o hiç eskimemiştir ve canlı gönüllerin ona doyması da söz konusu değildir. Sahabe efendilerimiz Kur'ân'a doymadan gitmişlerdi. Onlar derin bir zevk ve şevk içinde Kur'ân-ı Kerim'i Efendimiz'den duyar duymaz ona karşı duydukları derin hâişle onu hemen hâfızalarına alır, sonra da bitmeyen bir heyecanla tekrar eder dururlardı. Ruhları bu işe o kadar açık ve öylesine aç bir bekleyiş içinde idiler ki kelime kelime Kur'ân inerken, Ramazan'da oruçlu bir insanın kevser yudumlaması gibi, gırtlaklarından aşağıya inen her şeyi, bünyelerinin derinliklerine kadar takip eder, duyar ve onunla âdeta büyülü gibi yaşarlardı. Bu itibarla da onlar, o mâide-i semâvîyeyi her gün orijinal bir kılıf içinde duymuş, yaşamış ve Kur'ân'a doyamadan gitmişlerdi...

Onlardan sonra da en esaslı Kur'ân okuma, tabiîn-i izâm döneminde olmuştur ki, bazı uzun gecelerde Kur'ân'ı iki defa hatmeden insanlardan bile bahsedilir. Ebû Hanife'nin Ramazan-ı şerifte bir gündüz bir de gece hatmettiğini menkıbe kitapları söylüyor. Şimdi hangi şey vardır ki, bu kadar çok okunduğu halde ülfet olmasın!? Oysa ki onlar ömürlerinin son anına kadar Kur'ân okumuşlardı ama zerre kadar bir usanma, bir bıkkınlık ve bir ülfet olmamıştı.

Ben, şiirin peygamberiyim diyen Mütenebbî'den Maarrî'ye bütün iddialı söz üstadları; Mustafa Sâdık er-Rafiî'den Şevki'ye, ondan da Seyyid Kutub'a kadar bütün Kur'ân hayranı devler, Kur'ân karşısında aczlerini itiraf etmiş ve âvâz âvâz Kur'ân'ın hep taze kaldığını haykırmışlardır.

Ben şahsen hafızım ve hayatında iki defa hafızlık yapanlardanım. Bir, on küsur yaşlarındayken babam yaptırmıştı. Bazı sebeplerden ötürü üzerinde duramadığımdan tamamen unutmuştum. Daha sonra 1980'lerde tekrar dört ayda hafız oldum. Fakat kemâl-i samimiyetle söylemeliyim ki, onu her okuyuşta yeni yeni ufuklar, yeni yeni kıtalar keşfediyor gibi oldum. Ona gönlünü veren herkesin de aynı şekilde düşündüğünü zannediyorum. Elverir ki, mânâya âşina olarak ondaki ilâhî maksatlar takip edilebilsin ve biraz da -daha önce de bahsettiğim gibi- konsantrasyon içinde ciddî bir biçimde okunsun.

Evet işte bu çerçevede onunla iştigal edenler, ilmî ve fikrî ufuklarının derinliği ölçüsünde büyülenir de: 'Dolaştım vadi vadi sonra anladım ki her şey kuru bir hayal imiş. Meğer her şey sendeymiş; sendeymiş ama ben, sağda-solda beyhude dolaşmışım.' der ve onun karşısında tazimle eğilirler.

Dünyada yüzlerce insan tefsir yazıyor.. onu şerh ve izah ediyor.. onun etrafında dolaşıp duruyor; ne var ki hiçbiri ona doymuyor; doymayacak da. Bundan sonra da fünûn-u müsbete ve ulûm-u diniyeye dair, daha mahir üstadlar, onunla alâkalı yeni yeni şeyler yazacaklar, insanlığa ibrişimden dantelalar gibi yorumlar sunacaklar; ama gün gelecek en yeni yorumlar bile eskiyecek fakat Kur'ân hep yeni, hep taze kalacaktır.. evet o ezelden geldiği gibi ebede gidecek; Allah kelamı olup mahlukat kelamı olmadığı için de mahlukat gibi eskimeyecektir. Bu da اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ 'Şüphesiz o Kur'ân'ı Biz indirdik; onu koruyacak olan da yine Biziz.' (Hicr, 15/9) âyetiyle anlatılan ilâhî taahhüdün bir vesilesi demektir.

Bir mütefekkir, Ra'd sûresini tefsir ederken bir yerde şöyle der: 'Şimdiye kadar onu çok okumama rağmen, sanki ilk defa okuyorum gibi geldi bana. Onu, her tekrar edişimde bana yeni bir kısım şeyleri ilham ettiğini, farklı şeyler anlattığını hisseder gibi oldum. Ne var ki onu, yeniden ele alıp, kaleme döktüğüm zaman, duyduğum şeylerin şimdiye kadar duyduklarımdan çok farklı olduğunu gördüm.' Evet bizim düşüncelerimiz belki eskiyebilir ama o herkesi büyüleyen sihriyle hep tazedir.

14. Madde:وَلاَ تَنْقَضِي عَجَائِبُهُ 'İnsanı şaşırtan, hayrete sevk eden güzellikleri bitmez tükenmez.'

Kur'ân-ı Kerim'de baş döndüren güzellikler sıra sıradır. Onunla meşgul olurken her an ayrı ayrı sürprizlerle karşılaşır ve başınızın döndüğünü hissedersiniz. Ehl-i ilim ve ehl-i kalbin duyup görüp hissettikleri bizi aşar. Yeri gelince onlara da temas edilebilir. Bizim gibi avamdan insanlar bile her an onun bir büyü ve tesiriyle ürpermektedirler. Sübjektif de olsa onun nûrânî tecellisinin karanlık atmosferimdeki bir tesirini arz etmek istiyorum:

Geçen gün bir âyet dilime dolandı. Onu o kadar çok tekrar etmişim ki, kendime geldiğimde hâlâ dilimdeydi.

وَاِمَّا نُرِيَنَّكَ بَعْضَ الَّذِي نَعِدُهُمْ اَوْ نَتَوَفَّيَنَّكَ Efendimizi muhatap alan bu âyetin meali, 'Ya onlara vadettiğimiz şeylerin bazılarını sana gösteririz veya seni vefat ettiririz (de senden sonrakilere gösteririz).' (Yunus, 10/46) şeklindedir; yani sen, umduğun, beklediğin, hayal ettiğin, gönlünü onlara bağladığın şeyleri görmeyebilirsin.

Bu kabil âyetleri, normal tefsirlerde, meallerde okumuşsunuzdur. Ancak siz, her okuduğunuz meal ve tefsirde daha önce size ifade ettiği şeylerden çok daha farklı şeyler duyarsınız. Bir bakarsınız zihninizde çok orijinal bir şey belirivermiş. Hatta bazen Kur'ân okurken, yine Kur'ân'ın feyzi ve bereketiyle âyetlerle alâkalı öyle mülâhazalar aklınıza gelir ki, bu mülâhazaları en müdakkik âlimlerin eserlerinde bile bulmak mümkün değildir.

Kur'ân öyle tükenmez bir cevher hazinesidir ki, herkes kabiliyetine göre bundan istifade eder. Bu husus, İmam Rabbani'nin eserlerinde ve Bediüzzaman'ın külliyatında çok zikredilen ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ 'Bu Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine ihsan eder.' (Hadid, 57/21) âyetine bağlanarak anlatılır.

Evet oturup, sâfiyâne sînelerle Kur'ân'a ait bazı meseleleri müzakere ederken, allâmelerin aklına gelmeyen şeyler en âmî insanların kalbine doğabilir ve bunu O'nun kelimeleri ile, o kelimelerin nüanslarıyla telif ederek, Arapça sarfın, nahvin kâide ve prensiplerine göre, siyâkla sibâkla, sûre ile sûrenin diğer sûrelerle münasebeti içinde öyle yorumlar ve yerine oturtursunuz ki, zannediyorum tefsirden anlayan allâmeler dahi hayrete düşerler. Haddizâtında bunlar sizin dimağınızdaki cevvâliyetin, anlayışın, idrakin ve ufkun neticesi değildir. Bunu, Allah'ın (cc) lütfunun, Kur'ân'da tecessüm etmesi, Kur'ân'ın bir acâibler hazinesi olmasında aramak lazımdır. O acâibler o kadar çoktur ki, her köşe başında hayrete düşebileceğiniz bir sürprizle sizi karşı karşıya getirir ve bu hiçbir zaman da bitmez. وَلاَ تَنْقَضِي عَجَائِبُهُ cümlesi biraz da istikbale matuftur. Demek ki bu söz, istikbalde Kur'ân-ı Kerim'in değişik acâiplikleri ortaya çıkacağına işaret etmektedir. İçtimâiyat, iktisâdiyat, idare, hukuk adına tahsil edilen şeylere baktığımızda bir hayli gayrete şahit oluruz. Fünûn-u müsbete, psikoloji, pedagoji adına da bazı şeylerin karalandığını söyleyebiliriz. Öyle zannediyorum ki yakın bir gelecekte, bu ilimler geliştikçe, Kur'ân yeniden ele alınacak, tahlile tabi tutulacak ve yeniden o muhtevasındaki cevherleri insanlığın önüne serecek, serpecek ve her yerde zuhur edecek olan uzmanlar onu, çağın idrakine göre yeniden konuşturacak ve onun ne bitmez bir hazine olduğunu bir kere de onlar vurgulayacak ama, 'vela tengadî acâibuh' fehvâsınca istikbale matuf onun inkişafı hiçbir noktada durmayacak, hep salkım salkım açılmaya devam edecektir. İnsanlar hiçbir zaman ondaki söz ve düşünce ufkuna ulaşamayacak, aşamayacak; her zaman onun berisinde kalmanın inkisarı veya inşirahı ile yutkunacak ve قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَاداً لِكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَداً 'De ki: Rabbinin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsaydı; hatta ona bir misli takviye dahi gönderseydik bunlar biter, tükenirdi de Rabbin kelimeleri bitmezdi.' (Kehf, 18/109) âyeti dillerine dolanacaktı. Bu varlık âlemi O'nun kitabı, tekvînî emirler çerçevesinde O'nun beyanı; bu âlemin büyük küçük parçaları, parçacıkları da O'nun sözleri ve kelimeleridir. Kâinatın içindeki canlı-cansız varlıklar, kanunlar-nizamlar, küllî kâideler, cüz'î disiplinler Kur'ân'da birer söz, birer beyan şeklinde yerini alır; imana dönüşür içimize akar, hayrete inkılâp eder, dimağlarımızda kaynamaya durur. Hem öyle bir akar ve kaynar ki, insan başka şeylere başvurma ihtiyacını duymayacak hale gelir. Çünkü Kur'ân'ın gözlere ve gönüllere sunduğu mânâ ve muhteva bitecek gibi değildir.

15. Madde:هُوَ الَّذِي لَمْ تَنْتَهِ الْجِنُّ إِذْ سَمِعَتْهُ حَتَّى قَالُوا إِنَّا سَمِعْنَا قُرْآنًا عَجَبًا يَهْدِي إِلَى الرُّشْدِ فَآمَنَّا بِهِ 'Bu öyle bir kitaptır ki, cinler onu dinlemeye kendilerini saldıkları zaman şöyle demek mecburiyetinde kaldılar:

اِنَّا سَمِعْنَا قُرْآناً عَجَباً * يَهْدِي اِلَى الرُّشْدِ فَآمَنَّا بِهِ 'Biz acâip bir kitap dinledik. Bu Kitap doğruluğa götürüyor. Biz de hemen ona inandık.' (Cin, 72/1)

Buradaki 'aceben' kelimesi üstteki cümle ile de irtibatlı olduğunu gösteriyor. Demek ki cinler bile onu çok acayip bulmuşlar ve ona büyülenmişler. Bu acayip ve harika şeyler, insan, eşya ve Yaratıcı arasındaki münasebetten varlığın esrarı ve Kur'ân'ın büyüsüne kadar pek çok şeyi ihtiva ediyordu. Buradaki acayiplikler eşyanın tabiatı, insan zihni ve insan mantığı ile telif edilebilecek cinsten acayipliklerdi. Herkes onun içinde kendi mantığı ile münasebeti ölçüsünde bir şeyler buluyordu ki, bir yönüyle ondaki bu acayiplik insan mantığına da acayipler adına bir nâmütenâhilik kazandırıyor. Yani aynı zamanda insan mantığı öyle derinleşiyordu ki, onun mantığı bu kadar acayip olmasaydı, o harikulâdelikleri duyamazdı. O acayiplikleri insanın önüne seriyor ve insan mantığı da değişik acayipliklere uyanıyor ve onları seziyordu. Öyle ki bir ölçüde eşyanın perde arkasına muttali olan cinler ona ulaştıkları zaman 'Biz acayip bir Kur'ân işittik.' dediler. Ya da 'Okunan bir şey veya hakkı batıldan ayıran tilavet işittik.' dediler ve kendilerini ona salıverdiler. 'Feâmennâ bihi' öyle büyüleyici bir şey ki bu acayip, sadece ilk duydukları anda ilk defada acayibini duyduklarında bu acayibi duymak onlara kâfi geldi de 'âmennâ' dediler ve 'Biz vicdanlarımızda Kur'ân-ı Kerim'i kabul ettik.' itirafında bulundular.

Tefsirciler, bu meseleyi şu şekilde naklederler: Efendimiz'e (sav) vahiy geleceği âna kadar cinler gök kapılarını dinlerlerdi. Bir gün taşlanıp kovulduklarını görünce, yerde değişik bir şeyler olduğu düşüncesiyle meseleyi araştırmaya koyuldular. O esnada, Efendimiz de (sav) Mekke halkının tazyiklerinden sıkılarak Taif'e uğramıştı ve dönüşte de Nahil vadisinde ikamet buyurup, sabah namazı vaktinde Kur'ân okuyordu. Derken, yeryüzündeki esrarı araştıran Nasîbîn cinlerinin büyükleri oraya uğramışlardı. Kur'ân'ı dinlediklerinde, yerde ve gökteki değişikliğin sırrını anladılar ve belledikleri Kur'ân âyetleriyle kavimlerine döndüler. Bu konuda diğer bir görüş de şudur: Peygamberimiz (sav) insanlara olduğu gibi cinlere de gönderilmiş bir Nebi'dir. Cenâb-ı Hak (cc) onlara da Kur'ân okumasını istemişti. O da onlara Kur'ân'dan bazı âyetler okumuştu. O, Kur'ân okurken de cinler, birbirlerine 'susun' demiş saygıyla dinlemişlerdi ve kavimlerine dönünce de:

قَالُوا يَا قَوْمَنَا اِنَّا سَمِعْنَا كِتَاباً اُنْزِلَ مِنْ بَعْدِ مُوسَى مُصَدِّقاً لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ يَهْدِي اِلَى الْحَقِّ وَاِلَى طَرِيقٍ مُسْتَقِيمٍ * يَا قَوْمَنَا اَجِيبُوا دَاعِيَ اللهِ وَآمِنُوا بِهِ يَغْفِرْ لَكُمْ مِنْ ذُنُوبِكُمْ وَيُجِرْكُم مِنْ عَذَابٍ اَلِيمٍ 'Ey kavmimiz! Doğrusu biz Musa'dan sonra indirilen ve kendisinden önceki kitapları tasdik eden bir Kur'ân dinledik. O, gerçeği ve doğruyu gösteriyor. Ey kavmimiz! Allah yoluna davet eden bu elçinin çağrısına icabet ediniz ki, Allah da sizin günahlarınızı affetsin ve sizi acı bir azaptan kurtarsın...' (Ahkâf, 46/30-31)

Hâsılı, cinler Kur'ân'ın bazı sûrelerini dinlemiş, büyülenmiş ve kendilerini bu ilâhî mesajı başkalarına da duyurmaya adayarak hemen harekete geçmişlerdi.

16. Madde:مَنْ قَالَ بِهِ صَدَقَ 'O'nu konuşmasına esas alan doğru konuşmuş olur.'

Evet, onu konuşturan ve o eksende konuşan doğru konuşmuş olur. İfadelerinde ona bağlı kalan, düşüncelerini onunla irtibatlı götüren, söylediği her söz ona dayanan ve sözlerinin malzemesini ondan alan doğruyu konuşmuş olur. Ferdî hayatı adına onu konuşturan doğru konuşmuş; millet hayatı adına söz hakkını ona veren doğru davranmış olur. Beyânında ondan güç alan onu konuşturmuş, ulûm-u diniye, fünûn-u medeniye adına onu konuşturan da doğru konuşmuş ve böylece her haliyle o, yalandan yanlıştan uzak kalmış sayılır.

Değişik dönemlerde ve günümüzde bir hayli beyan insanı ve söz sultanı yetişmiş ve bu kimseler farklı sistemler, ekoller, cereyanlar meydana getirmişlerdir. Ama, bütün bu yollar ve sistemler arasında Kur'ân'ın tesiri bir başka olmuş ve onun ortaya koyduğu düşünceler ve bunları vaz'etmekteki üslûp hep bir fâikıyet ifade etmiştir.

Doğrusu, Kur'ân'ın ortaya koyduğu konularda ve bunları vaz'etme üslûbunda öyle bir üstünlük vardır ki, ondan bir-iki âyetin bile bizim sözlerimiz içinde yer alması onları değiştirir, güzelleştirir, güçlendirir ve işitenler üzerinde derûnî bir tesir icra eder. Zira وَاِنَّهُ لَتَنـْزِيلُ رَبِّ الْعَالَمِينَ * نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ اْلاَمِينُ * عَلَى قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنْذِرِينَ * بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُبِينٍ 'Bu Kur'ân Rabbu'l-Âlemîn'in indirdiği bir kitaptır. İnzar eden nebilerden biri olman için onu, Ruhu'l-emin senin kalbine apaçık bir Arapça ile indirmiştir.' (Şuarâ, 26/192-195)

17. Madde:وَمَنْ عَمِلَ بِهِ أُجِرَ 'O'nunla amel eden mutlaka mükâfat görür.'

Kur'ân'la amel etmeye terettüp eden mükâfatların başında, sapıklıktan kurtulup, delillerin, burhanların ve hususî ilâhî inayetin diğer bir unvanı sayılan hidâyet gelir. Kur'ân evvel ve âhir müttakî gönüllere bir hidâyet kaynağıdır. Gerçi o, potansiyel olarak bütün insanlara bir hidâyet vesilesidir ama onun bu vesileliği, insanların ön yargısız ona yönelmelerine ve onu hayat düsturu edinmelerine bağlıdır.

Kur'ân çizgisinde amele, amel-i salih denir ve bu bir insan için ikinci derecede önemli bir mazhariyettir. Dosdoğru inanmadan namazı tastamam eda etmeye, ondan zekat ve değişik yardımları kusursuz yerine getirmeye uzanan çizgide Hakk'ın hoşnutluğu hedeflenerek yapılan bütün güzel amellerdir.

Bütün bunların sonunda hidâyette sabit kadem olarak kalma, kurtuluşa erme, Cennet ve cemâlullahla şereflendirilme ecri gelir ki, Allah (cc), وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ 'İman edip amel-i salih işleyenleri, içinden ırmaklar akan, kendilerine has cennetlerle müjdele.' (Bakara, 2/25) diyerek mebde'den müntehâya geniş bir ecr ü mükâfat muştusuyla Kur'ân hademelerini veya o kapının sadık bendelerini ödüllendireceğini vadeder.

18. Madde:وَمَنْ حَكَمَ بِهِ عَدَلَ 'Kim onunla hüküm verirse adaletle hükmeder.'

Kim, O'nu hükümlerine esas, kıstas, mihenk kabul ederse adaletle hükmetmiş olur. Allah (cc), Kur'ân-ı Kerim'inde Peygamberimiz'e (sav):

وَاَنِ احْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللهُ وَلاَ تَتَّبِعْ اَهْوَاءَهُمْ وَاحْذَرْهُمْ اَنْ يَفْتِنُوكَ عَنْ بَعْضِ مَا اَنْزَلَ اللهُ اِلَيْكَ 'Biz şu emri indirdik ki, onların arasında Allah'ın inzal buyurduğu ile hükmedesin. Öyle ise sakın onların keyiflerine uyma ve Cenâb-ı Hakk'ın indirdiği hükümlerin bir kısmından bile olsa caydırmalarından hazer et.' (Mâide, 5/49) diyerek bize her meselede değişmeyen kaynağı salıklamaktadır ki, böylece bize insanlar arasında adil olmanın, adaletle hükmetmenin yolu gösterilmiş olmaktadır. Allah (cc), Efendimiz'e (sav):

وَاِنْ حَكَمْتَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِالْقِسْطِ اِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ 'Hükmedeceksen (Kur'ân'ın tarif ettiği) adaletle hükmet; zira Allah (cc), adaletle hükmedenleri sever.' (Mâide, 5/42)

Kur'ân, ihkâk-ı hak etmek için inmiş, hakkı konuşmuş ve hep hak üzerinde durmuştur. Ömrünü ona bağlı götürenler haktan şaşmaz. Ondan kopup gidenlerse kat'iyen hakka ulaşamazlar. Kur'ân'ı insafla dinleyen geçmiş peygamberlerin ümmetleri وَاِذَا سَمِعُوا مَا اُنْزِلَ اِلَى الرَّسُولِ تَرَى اَعْيُنَهُمْ تَفِيضُ مِنَ الدَّمْعِ مِمَّا عَرَفُوا مِنَ الْحَقِّ يَقُولُونَ رَبَّنَا آمَنَّا فَاكْتُبْنَا مَعَ الشَّاهِدِينَ 'Onu işittiklerinde onda aşina oldukları (ve gönüllerinde aradıkları) hakikatlere ulaşınca gözlerinin yaşlarla dolup taştığını görür ve şöyle dediklerine şahit olursun: İman ettik Rabbimiz!. Bizi de hakkın şahitleri (defterine) yaz!' (Mâide, 5/83)

19. Madde:وَمَنْ دَعَا اِلَيْهِ هَدَى اِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ 'Kim O'na çağırırsa, doğru yola çağırmış olur.'

Bir kimse işim, dâvâm der, herkesi ona davet ederse kendisi sırat-ı müstakîme ulaşmış olur ki, sırat-ı müstakîmin kendisi de odur.

Sırat-ı müstakîm, Allah (cc) yolu, O'na ulaştıran doğru yol, Allah (cc) kitabının muhtevası, iman ve İslâm esasları, Efendimiz (sav) ve O'nun ashabının yürüdüğü şehrâh veya doğru yol ve İslâm milleti gibi hususların çoğu ya da mecmuundan ibaret görülmüştür. Bu çerçevede verilen 'sırat-ı müstakîm' bizde, insanları yanıltmadan, sağa-sola saptırmadan, ifrata-tefrite düşürmeden dosdoğru hakka ve selâm‎ete ulaştıran herkese açık ve kapsamlı bir mânevî yol hissi uyarır. Böyle bir yol hissi, bir tasarı ve bir hayâlden ibaret değildir. O defaatle hayata geçirilmiş, uygulanmış ve o yolda yürüyenleri dünyevî-uhrevî saadetlere erdirmiş işlek bir yoldur.

Başımızı kaldırıp geçmişe baktığımızda, hemen birkaç adım önümüzde Nebiler, sıddîkler, şehitler ve salihlerinin izleri ile karşılaşırız; karşılaşır ve kendimizi âdeta onların güzel bir refîki gibi görürüz.

Bu biricik necat yolu Kur'ân'ın tekeffülündedir. Kur'ân'a çağrı bu yola çağrıdır. Kur'ân beraberliğini duyma, sırat-ı müstakîm erbabının maiyyetini duyma demektir. Bu yolda yalnızlık yoktur, bu yolda gurbet söz konusu değildir. Zira bu yol, her zaman insanlığın en namdârlarının gelip geçtiği, gidip peygamber refâkatine erdiği, kanatlanıp Allah'a (cc) ulaştığı bir tarîk-i mücerreb ve muabbed (işlek)dir. Onda yürüyen maksuduna erer; sapıtıp gitmekten ve Allah'ın gazabına uğramaktan kurtulur.

Allahım! Hidâyet eyle bizi Kur'ân'a ve onun gösterdiği doğru yola; o kendilerine nimet verip mutlu kıldıklarının yoluna.. ve yerler, gökler dolusu salât u selâm‎da bulun o Zât'a ki, insanlığa bu nurlu yolda rehber oldu.. ve O'nun âline ve ashabına ki, bu yolda adım adım O'nu takip ederek bize hüsn-ü misal teşkil ettiler..



[1] Bkz. Hûd sûresi, 11/25-49; Mu'minun sûresi, 23/23-30; Şu'arâ sûresi, 26/105-121; Nuh sûresi, 71/1-28 [2] Bkz. Bakara sûresi, 2/258; En'am sûresi, 6/74-83 [3] Bkz. Bakara sûresi, 2/54-71 [4] Bkz. A'raf sûresi, 7/103-141 [5] Bkz. Bakara sûresi, 2/260 Viewed u