Kitap:Prizma (1 2 3 4)
'Biz, doğru yolu gösteren harika ve hiç duyulmadık bir Kur'ân dinledik. Biz onun (Allah kelamı olduğuna) inandık.' (Cin, 72/1-2) O'nun üslûbuyla konuşan doğruyu konuşmuş olur. O'nunla amel eden mutlaka mükafat görür. Kim onunla hüküm verirse adaletle hükmeder.
Hâris el-A'ver anlatıyor:
'Mescide uğradığımda gördüm ki halk, zikri terk edip malâyâni konularla meşgul oluyor. Çıkıp durumdan Hz. Ali'yi (ra) haberdâr ettim. Bana:
- Doğru mu söylüyorsun, öyle mi yapıyorlar?' dedi, Ben de
- 'Evet' deyince, O:
- 'Ben, Resûlullah'ın (sav) şöyle ferman ettiğini işitmiştim.' dedi:
- 'Haberiniz olsun, bir fitne zuhur edecek!' Ben hemen sordum:
- 'Ondan kurtuluş yolu nedir Ey Allah'ın Resûlü?' Buyurdular ki:
كِتَابُ اللهِ فِيهِ نَبَأُ مَا كَانَ قَبْلَكُمْ وَخَبَرُ مَا بَعْدَكُمْ وَحُكْمُ مَا بَيْنَكُمْ وَهُوَ الْفَصْلُ لَيْسَ بِالْهَزْلِ مَنْ تَرَكَهُ مِنْ جَبَّارٍ قَصَمَهُ اللهُ وَمَنِ ابْتَغَى الْهُدَى فِي غَيْرِهِ أَضَلَّهُ اللهُ وَهُوَ حَبْلُ اللهِ الْمَتِينُ وَهُوَ الذِّكْرُ الْحَكِيمُ وَهُوَ الصِّرَاطُ الْمُسْتَقِيمُ هُوَ الَّذِي لاَ تَزِيغُ بِهِ اْلأَهْوَاءُ وَلاَ تَلْتَبِسُ بِهِ اْلأَلْسِنَةُ وَلاَ يَشْبَعُ مِنْهُ الْعُلَمَاءُ وَلاَ يَخْلَقُ عَلَى كَثْرَةِ الرَّدِّ وَلاَ تَنْقَضِي عَجَائِبُهُ هُوَ الَّذِي لَمْ تَنْتَهِ الْجِنُّ إِذْ سَمِعَتْهُ حَتَّى قَالُوا إِنَّا سَمِعْنَا قُرْآنًا عَجَبًا يَهْدِي إِلَى الرُّشْدِ فَآمَنَّا بِهِ مَنْ قَالَ بِهِ صَدَقَ وَمَنْ عَمِلَ بِهِ أُجِرَ وَمَنْ حَكَمَ بِهِ عَدَلَ وَمَنْ دَعَا إِلَيْهِ هَدَى إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ
- 'Allah'ın Kitabı (na uymak)tır. (O öyle bir kitap ki) O'nda, sizden önceki (milletlerin ahvâliyle ilgili) haber, sizden sonra (kıyamete kadar) gelecek fitneler ve kıyâmet ahvâli ile ilgili haberler.. ayrıca sizin aranızda, (iman-küfür, taat-isyan, haram-helâl vs. nevinden) cereyan edecek ahvâlle alâkalı da hükümler var. O, hak ile batılı ayırt eden tek ölçüdür ve O'nda her şey ciddîdir. Kim bir zalimden korkarak, ondan kopar ve onunla amel etmezse, işte o zaman Allah da onu helâk eder. Kim O'nun dışında bir hidâyet ararsa Allah o kimseyi saptırır. Zira o, Allah'ın en sağlam ipi (hablu'l-metin)dir. O, hikmet edâlı hatırlatan bir beyan.. ve Hakk'a ulaştıran bir yoldur. O, kendisine uyanları (değişik arzulara takılıp) kaymaktan, kendisini (kıraat eden) dilleri de iltibastan korur. Âlimler hiçbir zaman ona doyamaz.. Onu çokça tekrar okuyana usanç vermez ve tadını eksiltmez. Onun insanlarda hayret uyaran yanlarının sonu gelmez. O öyle bir kitaptır ki, cinler işittikleri zaman, şöyle demekten kendilerini alamamışlardır:
إِنَّا سَمِعْنَا قُرْآناً عَجَباً * يَهْدِي اِلَى الرُّشْدِ فَآمَنَّا بِهِ 'Biz doğru yolu gösteren harika ve hiç duyulmadık bir Kur'ân dinledik. Biz onun (Allah kelamı olduğuna) inandık.' (Cin, 72/1) O'nun üslûbuyla konuşan doğruyu konuşmuş olur. O'nunla amel eden mutlaka mükafat görür. Kim onunla hüküm verirse adaletle hükmeder. Kim ona çağırırsa, doğru yola çağrılmış olur.' Ey A'ver, sen de bu güzel kelimeleri iyi belle.'
Kur'ân'ın faziletine dair olan bu hadis-i şerifi, hadis imamlarından Tirmizî, Dârimî ve bir kısmı itibarıyla da Ahmed b. Hanbel nakleder. Bu hadis, Kur'ân-ı Kerim'in rûhunu, mâhiyetini, muhteva ve hususiyetlerini ve onun nasıl bir hazine ve cevherler definesi olduğunu bu ölçüde derin ve özlü ifade edebilen en câmi hadistir. Ne var ki, senedindeki zayıf raviler ve inkıta'dan ötürü bu câmi hadis mualleldir. Hârisü'l-A'ver için, Yahyâ bin Maîn ve Ahmet bin Salih 'sika' deseler de, Şa'bî onun bir yalancı olduğunu söylemiş, hatta Râfizîlikle suçlanmıştır. Ali İbn el-Medînî, Ebû Zür'a ve Ebû Hatim er-Râzi de onu yalancılıkla itham etmiş ve rivayet ettiği hadisinin alınamayacağını söylemişlerdir.
Tirmizî, hadisin ancak bu senetle gelen şeklini bildiğini, isnadının meçhul, seneddeki Hâris el-A'ver hakkında da tenkitlerin olduğunu söyler. Ahmed Muhammed Şâkir de Müsned'deki rivayeti tahkik ederken, senedinin çok zayıf olduğunu söyledikten sonra Tirmizî'nin rivayeti için de İbn-i Kesir'in 'Hamza bin Habîb ez-Zeyyât'ın rivayetinde teferrüd etmediği...' şeklindeki değerlendirmesini naklederek konuyu kapatır.
Her şeye rağmen, yukarıda ismini verdiğimiz hadis kitapları da, onu rivayet etmede beis görmemişlerdir. Daha sonraları ise, senedindeki zaafiyeti belirttikten sonra birçok müellif bu hadisi kitaplarına almada sakınca görmemişlerdir. Hadis, Hilye, el-Fakîh ve'l-Mütefekkih, İthâfu's-Sâde gibi kitaplarda nakledildiği gibi, Kurtubî'nin tefsirinde, Begavî'nin Şerhu's-Sünne'sinde de zikredilmektedir. Bu itibarla da onun ümmetin kabulüne mazhar olduğu söylenebilir. Hatta hadis ilminin büyük otoritelerinden İmam Nevevî gibi zatlar, Kur'ân'ı anlatırken bu hâdise mutlaka müracaat etmişlerdir.
Bu hadisi, öteden beri bazı hocalarımızdan duymuş olmamız ve konusunda tek hadis olması bizim de ilgimizi çekmiştir. Böyle bir cevher hazinesini taşıyan insanlardan bir tanesinin, bazı hadis imamlarınca mecrûh olmasına rağmen biz hadisin senedindeki zafiyet, metnin parlaklığı ve muhkemata uygunluğu karşısında ona itibar edenlerin yanında olmayı düşündük. Hadis, Kur'ân'ı tarif etmedeki câmiiyyeti yönüyle en mühim rivayetler arasındadır. Bu hadisin, 19 madde ihtiva etmesi de ayrı bir hususiyet arz etmektedir.
1. Madde:فِيْهِ نَبَأُ مَا كَانَ قَبْلَكُمْ 'O'nda sizden evvelkilerin haberleri vardır.'
Bilindiği gibi biz tarih öncesi dönemler hakkında pek fazla şey bilmeyiz. Tarihî ve arkaik bilimlerinin verilerine rağmen antik dönem hâlâ bizim meçhulümüzdür. Bugün yapılan çok yönlü çalışmalarla bir hayli medeniyet su yüzüne çıkarılmış olsa da -ki Kur'ân-ı Kerim'de yer yer, Nûh (as) kavmi, Hûd (as) kavmi (Âd), Salih (as) kavmi (Semud) gibi.. milletlerden bahisler açıyor.- yakın tarihe kadar, Âd kavminden, Hz. Salih'in cemaati Semud kavminden bahsedilince, Batılılar dudak büküyor ve konuyu ciddîye almıyorlardı. Oysaki kazılarda Âd da, Tamud adıyla bilinen Semud da, hatta bütün detayları ile Hz. Lut'un kavmi de Sodom, Gomore de ortaya çıkarıldı.
Keza Kur'ân, Firavun'un 'gark' â(Kızıldeniz'de boğulması)ından, onun cesedinin dışarıya çıkarılacağından bahseder ki, hem mülhidler, hem de kütüb-ü sâbıka ve sâlife ricâli (Tevrat ve İncil ehli) bu haberi hiç de ciddîye almamışlardı. Oysaki Kur'ân, فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ لِتَكُونَ لِمَنْ خَلْفَكَ آيَةً 'Bugün biz senin cesedini kurtaracağız ta ki sonrakilere ibret olsun.' (Yunus, 10/92) demek suretiyle bu meseleyi asırlar öncesinden haber vermişti. Kur'ân-ı Kerim Firavun'un gark olmasını naklederken, öyle mücerret bir tarihsel vâkıayı haber vermekle kalmayıp, onun cesedinin, sonraki nesillere ibret olmak üzere denizden çıkarılacağı şeklinde vak'ayı resmediyor. Kur'ân'ın bu ilânı karşısında hem o günün müşrik ve mülhidleri, hem de kütüb-ü sâbıka ricâli (Ehl-i Kitap) istihzâî bir tavır takınıyorlardı ama, Kur'ân, kendinden emin bir üslupla meseleyi vaz' ediyordu. Sırf bir ihtimal çerçevesinde de olsa, şimdi o ceset İngiltere'de teşhir ediliyor; hem de o ceset diye teşhir ediliyor.
Bu misalleri çoğaltabiliriz. Hatta sadece günümüzde yazılan modern tefsirlere bile bakacak olsak, Kur'ân'ın çağlar öncesinden haber verdiği tarihsel kavim ve medeniyetlerin, ister arkaik kazılar, ister daha başka yollarla ortaya çıktıklarını görecek ve ürpereceğiz.
Efendimiz (sav) ümmî bir insandı ve hiç okumamıştı. -O ümmiyet başlarımızın tacı olsun. Aslında onun ümmî olması, peygamberliğinin çok önemli esaslarındandır.- Ne Ehl-i Kitap'tan ne de cahiliye döneminde herhangi bir ilim adamıyla görüşmesi söz konusu değildir. Bu, herkesçe müsellem olan bir hakikattir. Yalnız o değil, kendi devrinde başkaları ile görüşenler de O'nun Allah'dan getirdiklerini bilemezlerdi ve O, bunları söylerken herkes hayret ve dehşet içinde O'nu dinlerdi. Bu arada bazıları, bunları birer üstûre kabul edip konuya öyle yaklaşırlardı ki, Nadr b. Hâris de bunlardan biriydi. O, Efendimiz'in anlattığı bu tarihî gerçekler karşısında, İsfendiyar ve Rüstem'in hikâyelerini bildiğinden bir alternatif olarak Efendimiz'in karşısına hep onlara ait üstûrelerle çıkar ve zihinleri bulandırmaya çalışırdı. Gün geldi, onun üstûreleri bir bir unutulup gitti; ama Efendimiz'in (sav) Kur'ân vasıtasıyla anlattığı şeyler parlaklığını daha da artırarak çağımıza kadar geldi ulaştı; gelip ulaşmakla da kalmadı, araştırmacılar için birer ilham kaynağı hâline geldi ki, onun başka bir mucizesi olmasaydı, peygamberliğine delil olarak bunlar yeter ve artardı.
2. Madde:وَخَبَرُ مَا بَعْدَكُمْ 'O'nda sizden sonrakilerin de haberi vardır.'
Kur'ân-ı Kerim, nüzûlunden itibaren kıyâmete kadar cereyan edecek olan pek çok hâdiseye de işaret eder. Şimdi onun bu konuyla alâkalı birkaç işaretini arz etmeye çalışalım: Tarihî devr-i dâimler hakkında Kur'ân-ı Kerim, Mâide sûresi, 54. âyetinde mefhum olarak şöyle ferman eder: 'Eğer dinden ellerinizi gevşetir, geriye durursanız Allah yepyeni bir kavim getirir, (onlar birinci saftaki insanlar saffetindedirler.) Onlar, Allah'ı severler, Allah da onları sever, Allah yolunda cihat eder, kınayanın kınamasına aldırış etmezler.'
Hâdiseler, Asr-ı Saadetten başlayarak Kur'ân-ı Kerim'in ifade ettiği şekilde cereyan etmiş ve bugüne kadar âdeta bir devr-i daim yaşanmıştır. Sahabe-i kiram, tâbiin-i izâm, Emevîler, Abbasiler ve onlardan sonra İlhanlılar, Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılar gelmiş.. ve biri giderken de, lisan-ı hâliyle elini kulağına koymuş ve bir müezzin gibi: اِنْ يَشَاْ يُذْهِبْكُمْ وَيَاْتِ بِخَلْقٍ جَدِيدٍ 'Eğer O dilerse sizi ortadan kaldırır ve yepyeni bir halk, bir millet getirir.' (İbrahim, 14/19) demiş öyle gitmiştir. Bu devr-i daimlerin ifade ettiği mânâ şudur: Bir bir gelenler bir bir gidecek ve her zaman sadece ve sadece o önü-sonu olmayan Bâki kalacaktır. (Rahmân, 55/27) Şart-ı âdî plânında, iman, istikamet, hakikat aşkı, araştırma iştiyakı gelip kalmanızın, kalıp ömrünüzü uzatmanızın vesilesi olabilir ama gitmeniz mukadderdir.
Geleceklerin gelme emaresi, gideceklerin de gitme emaresinin söz konusu olmadığı bir dönemde bu kabil ihbarların vukûu, Kur'ân'ın açık bir mucizesidir. Mekke'de nâzil olan Rûm sûresinin, غُلِبَتِ الرُّومُ * فِي اَدْنَى اْلاَرْضِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ * فِي بِضْعِ سِنِينَ 'Rumlar, (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. Hâlbuki onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç (3-9) yıl içinde gâlip geleceklerdir.' (Rûm, 30/1-3) gibi âyetleri buna açık birer örnek teşkil ederler. Muhakkikîn-i siyere göre bu âyet, Mekke'de nâzil olduktan dokuz sene sonra Bedir Harbi (624) oluyor. Demek ki, âyet Hicret'ten tam yedi sene evvel nâzil olmuş. Hâlbuki bu yıllar, Müslümanların baskı altında kıvrandığı yıllardır. İhtimal Hz. Ömer'in bile henüz cephesini tam belirleyemediği günler.. daha açık ifadesiyle, inananların sayısı henüz 40'a bâliğ olmuş veya olmamış.. Müslümanların bin türlü eziyete maruz bırakıldığı, hatta yok edilmeye çalışıldığı, hiçbir şafak emaresinin bulunmadığı bir dönemde, Allah (cc), Rûm sûre-i celîlesi ile gönüllere su serpiyor, ruhları şahlandırıyor ve diyor ki, 'Yanı başınızda Sâsânîler, Rumlar'ı mağlup ettiler. Sizin içinizdeki putperestler bunu serrişte edip sizinle alaya kalkışarak, 'İşte putperest olan, ateşgedeler (ateşe tapanlar), Hıristiyan olan Rumları mağlup ettikleri gibi, biz de sizi ezeceğiz' diyerek ortalığı velveleye veriyorlar. İşte, bu iç içe tersliklerin yaşandığı bir sırada Kur'ân: ('bid'ı sinîn' yani üç-dokuz sene arasında) Romalılar ateşgedeleri mağlup edecekler. O mağlubiyet gününde siz de sevineceksiniz.' demektedir ki, bu tam Bedir gününe rastlamaktadır.. evet وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ 'O gün mü'minler de sevinçler yaşayacaklardır.' (Rûm, 30/4)
Hz. Ebû Bekir Sıddîk, Kur'ân'a öyle inanmıştır ki, bu âyeti duyar duymaz gidip, Âs İbn Vâil ile belli sayıda deve üzerine bahse girer. O gün için böyle bir bahse girme ayrı bir konu; mevzumuz, Kur'ân'ın mucizevî haberlerine inanma mevzuu. Hz. Ebû Bekir, 'bid'i sinîn' kelimesini üç yıl olarak anladığından üç senesine bahse girer ve gelip bu hususu Efendimiz'e haber verir. Hz. Peygamber (sav), 'bid'i sinîn'in üçten dokuza kadar bir rakama baktığını, dolayısıyla da seneyi dokuza çıkarıp develeri artırmasını söyler. Hz. Ebû Bekir gidip bahsi, Efendimiz'in dediği şekilde değiştirir. Ve derken bid'ı sinîn gelir-geçer. Bedir harbi ve zaferi yaşanır. Bir süre sonra da, 'Heraklius'un içkiyi bıraktığı, yeniden derlenip toparlandığı, Sâsâniler'e karşı savaş başlattığı ve zaferyâb olup onları haraca bağladığı' haberi gelir.
Evet Kur'ân'da, o nazil olduğu günden itibaren meydana gelecek hâdiselerle alâkalı pek çok sarâhat ve işaret vardır ki, Rûm sûresinin başı sadece bunlardan biridir. Ayrıca burada, 'غَلَبَتِ الرُّومُ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيُغْلَبُونَ' şeklinde bir kıraat da söz konusudur ki, o zaman mânâ şöyle olacaktır: 'Rûm galebe çaldı; onlar da bu galibiyetlerinden sonra yenilgiye uğratılacaklardır.' Birkaç sene sonra İslâm orduları Rûmları yenerek bu müjdeyi de gerçekleştirmişlerdir.
Hudeybiye'yi müteakip Efendimiz (sav), melûl mahzûn Medine-i Münevvere'ye dönerken, Allah'ın (cc), hem bir bişâret (müjde) hem de Hudeybiye'deki sulhun vadettiklerini ifade eden:
لَقَدْ صَدَقَ اللهُ رَسُولَهُ الرُّؤْيَا بِالْحَقِّ لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ اِنْ شَاءَ اللهُ آمِنِينَ مُحَلِّقِينَ رُؤُسَكُمْ وَمُقَصِّرِينَ لاَ تَخَافُونَ فَعَلِمَ مَا لَمْ تَعْلَمُوا فَجَعَلَ مِنْ دُونِ ذَلِكَ فَتْحاً قَرِيباً 'And olsun ki Allah, elçisinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. İşte bundan önce size yakın bir fetih verdi.' (Fetih, 48/27) âyetini de zikredebiliriz. Evet Allah, Peygamberinin rüyasını doğru çıkarmıştı. Eğer sulh yapmayıp da Mekke'ye girseydiler harp ederek gireceklerdi. Allah orada kan dökülmesini istemediği için buna izin vermiyordu. Böylece onlar, Kâbe'yi tavaf ederken, başkalarının kalbinde 'oğlum öldü, çocuğum öldü, kızım öldü' ukdesi de olmayacaktı. Bir gün gelip orayı tavaf edeceklerdi, hem de olumsuz hiçbir şeyle karşılaşmadan. Sanki bu âyet, onlara şöyle diyor: 'Şimdi geriye dönün. Belki içinizde bir burkuntu olacak ama, bu burkuntuya bedel geleceğin inşirâhı daha fazla olacaktır.' Ve öyle de oluyor; gün geliyor, Müslümanlar, hem gelip o umreyi kaza yapıyorlar, hem de aynı zamanda emniyet içinde -İkrime'nin sadece bir kapıda mini bir karşı koyması istisnâ edilecek olursa- Mekke'ye giriyorlar. Mekke bağrını öz evladına açan şefkatli bir ana gibi; 'Yerin göbeği bendim, sen de evladımdın, bir dönemde atmışlardı gel yavrum.' diyordu. Ve Kur'ân'ın verdiği haber aynen tahakkuk ediyordu. Bu misaller çoğaltılabilir; biz deryâdan bir katre ile iktifâ ediyoruz.
3. Madde:وَحُكْمُ مَا بَيْنَكُمْ 'O, aranızda bir hakem ve hüküm kaynağıdır.'
Kur'ân-ı Kerim, öncelikle Müslümanlar, sonra da bütün insanlık için hem bir hüküm kaynağı, hem de bir hakemdir. Evveliyatla Müslümanlar sonra da bütün insanlık onun temel disiplinleriyle bütün problemlerini çözebilir.
İnsanlar arasında sulh ü sükûnu temin edebilecek, fert ve aile plânında pek çok problemi halledebilecek, toplumla alâkalı pürüzleri giderebilecek bir kitap varsa, o da Kur'ân-ı mucizü'l-beyân'dır. Evet o, bütün bu konularda biricik, tertemiz ve kimsenin itiraz etmeyeceği, edemeyeceği yegâne kaynaktır. Aslında hadiste de onun, itiraz edilemez bir kaynak olduğu ihtar edilmektedir.
Kur'ân dışındaki değişik sistem ve hareketlerde, O'nun getirdiklerine yakınlık arz eden düşünceler olabilir. Aslında her düşüncede güzel şeyler bulunabilir. Nitekim bir zamanlar İslâm dünyasında bir ezilmişlik içinde, değişik sistemler arasında sosyalizmi iyi görenler vardı. Hatta ille de bu sistemlerden birini Kur'ân'a yakın görmek, göstermek gerekiyorsa, içtimâiyata ve iktisada ait vaz'ettiği meseleleriyle sosyalizmin Kur'ân'a daha yakın olduğu seslendiriliyordu. Bu sistem, fert hukuku ve hürriyeti mevzuunda daha hassas daha mütekâmil görülüyordu. Bu mülâhazaların hepsinin münakaşası yapılabilir ama sosyalizmin revâçta olduğu o günlerde bu tez çok işleniyordu. Hatta bu anlayış, merhûm Dr. Mustafa Sibâi'ye İslâm İştirâkiyesi'ni yazdırmıştı. Seyyid Kutub'un Sosyal Adâlet'inde, hatta tefsirinde de bu türlü yaklaşımlara rastlamak mümkündür.
O dönemde kapitalizmin baskı ve tazyiki insanları çok ürkütmüş, hatta buna reaksiyon ve tepki olarak, kapitalizmin 'neseb-i gayr-i sahih' evladı sosyalizm ve komünizm hep kapitalizmin cürmü olarak görülmüş ve bir ölçüde bu biraz daha hafif gösterilmek istenmişti. Nitekim bizde de -bu tabiri sevmesem de öyle diyorlar- radikal İslâmcılar ta 12 Eylül'den günümüze kadar sosyalizmi kapitalizimden daha ehven görmüşlerdir; görmüş de, kapitalizme, liberalizme ateş püskürürken sosyalizm ve komünizmi sükut geçmişlerdir. Oysaki, Kur'ân kaynaklı olmayan düşünceler ne kadar da Kur'ân-ı Kerim'e yakın olursa olsun -Üstad'ın da işaret ettiği gibi- eğer tam Kur'ânî değil ve O'ndan nebeân etmemişse onun müşâbihi olamaz. Bu konuda, hüküm ve bu hükmün hakemi diyebileceğimiz bir şey varsa, o da Kur'ân'ın kendisidir. Kur'ân herkes için huzur ve istikbâl bahşeden böyle bir hakemlik vazifesini derpîş etmiştir.
Onun hakemliği ile -inşallah- bir gün dünyada bütün ahlakî ve sosyal problemlerin aşılacağına inanıyorum. Elverir ki, Kur'ân'ı hazmetmiş olanlar, ona sahip çıksın ve ruhuna sadık kalarak asrın idrakine göre onu bir kere daha seslendirsinler. Aslında gelecek adına bunun yapılması zarûrîdir. İnşallah, büyük ilim adamları ve düşünürleri, ulülazmâne bir gayretle, Kur'ân bu mevzudaki muhtevasını bir kere daha gün yüzüne çıkarır ve onun geçmiş gelecek haberlerinin doğruluğu yanında, hakemliğinin ne kadar isabetli olduğu hususunu bir kere daha ispat ederler. Biz muhteşem bir geçmiş yaşadık. Ütopyalara sığmayan günler gördük ama, bugün Müslüman pratiğinde İslâm'ın büyüklüğünü temsil edebilecek seviyede Müslüman yok ve bu Kur'ân'ın ufkunu karartıyor. Onu kendi tamamiyetiyle -inşallah- bahtiyâr temsilciler, Rabbânîler ortaya koyacak ve Kur'ân'ın, eskiden defaatle zuhur etmiş parlak günleri yeniden bir kere daha zuhur edecek ve biz de 'Evet sözü sen söylüyorsun, söz sana derler, hak olup Hak'dan gelip hak diyen yalnız sensin.' diyeceğiz.
4. Madde:وَهُوَ الْفَصْلُ لَيْسَ بِالْهَزْلِ 'O, hak ile batılı ayırt eden ölçüdür. Onda her şey ciddîdir.'
Burada da birkaç mülâhazadan söz etmek mümkündür ve en başta da bu kaziye 'hükmü mâ beyneküm' sözünün tamamlayıcısı gibi düşünülebilir. Tabiî Kur'ân'ın, bir 'kavl-i fasl' olduğunu da ifade ediyor olabilir ki bu da iki şekilde düşünülebilir: Birincisi, Kur'ân, konuşmaya duracağı âna kadar söz ve düşünce şirâzesiz demektir.
İkincisi; kesip atan, söz kesen demektir. Bu, kitaplarda geçmiş 'kavl-i fasl' mânâsınadır ki, bir anlamda 'ammâ ba'du' cümlesi yerinde kullanılmıştır. Hadis-i şeriflerde, bu sözü kendi dilinde İbrânice olarak ilk defa kullananın, Hz. Davud olduğu ifade edilir. Bu ise hutbenin (hamdele, salvele gibi) dîbâcesinden sonra 'Ammâ ba'du feyâ ibâdallah'; yani Allah'a karşı vazifemizi, sorumluluğumuzu, ubudiyetimizi ifade eden sözleri, cemaate arz edeceğimiz şu beyanlardan ayrılır. İşte bu 'kavl-i fasl'dır. Bu mânâda Kur'ân'ın kavl-i fasl olması, O'nun asıl söylenmesi gereken meseleleri söylemesi, yararlı şeyler üzerinde durması ve gereksiz sözlere de fırsat vermemesi mânâsına gelir.
Bunun yanında bir de Kur'ân'ın, hakkı batıldan ayırırken her şeyi ciddiyete bağlaması söz konusudur ki, bu onda şaka, lâtife, gayr-i ciddîlik ifade eden hiçbir şey yok demektir. O, hükümlerinde ciddîdir ve onda 'hezl' yoktur. 'Hezl' olmamasını da değişik zâviyelerden ele alabiliriz. Meselâ, bir şiiri, bir nesiri ele aldığınızda, çok defa bunların içinde hezeliyatla, -Türkçemiz'de hatt-ı hezeliyat vardır- karşı karşıya kalırız. Bunlar genellikle eğlendirmeye, şakaya matuf şeylerdir. İçinde bazen doğru şeylerin de bulunması hezeliyatın yıktığını tamire yetmez. Hususiyle de hukuka ait konularda ifadelerin 'kavl-i fasl' gibi ciddî ve muhkem olmasında zaruret vardır. Bu meseleyi, (Kur'ân'ın hükm-ü fasl ve ciddî olmasıyla) mukayese ederek ele aldığımızda, çok muhkem ve ciddî olması gereken sözlerin, çok su götürebilir, esnek ve eksantriğinin de fevkalâde geniş olduğunu görürüz.
İşte Kur'ân-ı Kerim, en ciddî meseleleri sunarken bile, meselelerin gerçekliğini, hukukun muhkemliği içinde ifade eder. Fakat o muhkem ifadeyi bile size bir edebî zevk içinde sunar. Öyle ki, kevser yudumlar gibi, hukukun katılığı, hukukî meselelerin sertliği, kesinliği ve ayırıcılığı meselenin zevk ve insânî buudunu da asla ihmal etmez. İşte bu yönüyle Kur'ân, hakikaten insanı doyurur. Öyle ki ahkama ait en ağır meseleleri anlatırken bile, insana bir ifade zemzemesi sunar.
Aslında eğer insan, üstün edebî bir nazım veya bir nesir dinlemek istiyorsa Kur'ân-ı Kerim'i dinlemelidir. Bir mûsıkî dinlemek istiyorsa Kur'ân-ı Kerim'i dinlemelidir. Kelimeleri, söz mûsıkîsine göre seçilmiş bir beyan abidesi tanımak istiyorsa yine Kur'ân-ı Kerim'i dinlemelidir. Eğer insan, vicdanını dinleyebiliyor, insanî değerlerini unutmamış, kalbinin kapıları da açıksa, Kur'ân'ı çok iyi anlayacaktır. Evet Kur'ân, bütün güzelliklerin halîtasından meydana getirilmiş eşi-menendi olmayan bir şaheserdir.
Neticede, Kur'ân 'hükmü mâ beyneküm'dür, yani aranızda her mevzuda sözü kesip atan, hüküm veren bir beyân sultanıdır. Muhkemdir, ciddîdir. Aynı zamanda sînelere inşirah veren bir mânâ çağlayanıdır.
5. Madde:مَنْ تَرَكَهُ مِِنْ جَبَّارٍ قَصَمَهُ اللهُ 'Kim baskıdan ve zalimden korkarak, O'na karşı güveni ve inancı sarsılırsa Allah da onu helâk eder.'
Burada, ağır şartlar altında ondan kopma üzerinde duruluyor ve 'Eğer bir insan, herhangi bir zorba ve cebbârın, baskısı karşısında Kur'ân'a sırtını döner, O'ndan uzaklaşırsa, Allah da onu helâk eder.' diyor. Biraz daha açalım; Kur'ân'ı şöyle böyle vicdanında duymuş, kitaplarda görmüş, misalleriyle yaşamış, hüşyâr vicdanı ile bu meseleye uyanmış bir insan, ona karşı bunca yakınlık duyduktan sonra kalkıp da bir baskı ve bir terör karşısında Kur'ân'ı terk ederse Cenâb-ı Hak da onu derdest eder ve baş aşağı getirir.
Burada, vurgulanmak istenen şudur: Eğer siz, size zarar verecek kimselerden çekinip de Kur'ân'dan uzaklaştığınızda, Allah (cc) sizi helâk edecekse bu kabil tehlikelerin hiçbirinin söz konusu olmadığı bir yerde elinizi ondan gevşetirseniz derdest edileceğiniz kat'î demektir. Bu ifade tarzı Kur'ân-ı Kerim'deki şu ifade tarzına çok benzer.
فَلاَ تَقُلْ لَهُمَا اُفٍّ 'Anne ve babanıza 'uff' bile demeyin.' (İsrâ, 17/23) Evet, eğer O, anne ve babaya 'öf' bile demeyeceksiniz' diyorsa, bundan anlaşılıyor ki 'haydi be' şeklinde bir ifadeyi hiç diyemezsiniz.. elinizi kaldıramaz.. kaşlarınızı çatamazsınız.. ona vuramazsınız.. kapıyı yüzüne çarpamazsınız... Eğer en basit bir söz ve hareket yasak edilmiş ya da haram sayılmışsa, onun üstünde yapılacak her şey yasak demektir. Kur'ân-ı Kerim en ehveni ile problemin önünü kesiyor, tahşidât yapıyor, 'Aman sakın, zinhar bunun daha büyüğüne girmeyesin', diyor. Evet, hadiste ifade edilen de işte budur.
'Ölülerinizin kötü yanlarını yâd etmeyin.' İslâmî disiplinine göre ben geçmişimizi fenâ yanlarıyla yâd etmemeye çalışırım ama, birkaç asır var ki -maalesef- çevremizdeki kâfirlerden korkarak, milletçe, kedinin elindeki fare gibi tirtir titremiş ve onların dedikleri her şeyi yapmışızdır. Gün gelmiş bir nizamnâme ile, bize ters pek çok şeyi kabullenmiş ve bize ait değerleri görmezlikten gelmişizdir. Bir başka dönemde Kur'ân'ı mensûh kitaplara mukayese ederek, onunla alâkalı türlü türlü şüpheler ortaya atıp halkı aheste aheste uzaklaştırmışızdır. Bir yönüyle Allah Resûlü'nün gelecek adına verdiği haberlerden 'Öyle bir gün gelecek ki, o zaman Kur'ân bir vadide insanlar bir vadide olacak.' zayıf da olsa, Peygamberlerimize (sav) isnat edilen hadisin mânâsını doğru çıkarmışızdır.
Evet, bu hadisin de ifade ettiği gibi öyle devirler olmuştur ki, insanlarla Kur'ân arasında uçurumlar meydana getirilmiş ve onlar bir vadide, Kur'ân başka bir vadide kalıvermiştir; kalıvermiştir de hicranların en acısını yaşamıştır. Denebilir ki bir ölçüde biz, bu dönemde Kur'ân'ı terk etmişizdir ve Cenâb-ı Hak da bizi derdest edip baş aşağı getirmiştir. Aynı meseleye, Ebû Davud'un Sünen'indeki cihadı terk ile alâkalı bir hadis açısından da bakabiliriz: 'Cihadı (gönülleri Allah'a uyarma) terk ettiğiniz zaman Allah size bir mezellet, bir aşağılık musallat eder; dine döneceğiniz âna kadar da o aşağılığı almaz üzerinizden.' Biz bu ifadenin neresinde bulunduğumuzu düşünüp ürpermeliyiz.
Kur'ân-ı Kerim, geçmişiyle, geleceğiyle, aramızdaki hakemliğiyle muhtevâ bakımından her yanımızla bizi kucaklamasıyla vicdanlarımıza şunu ihtar ediyor: Bütün bunlara rağmen kim, zalim, cebbâr, baskıcı, müstebit bir adamın baskısı altında elini Kur'ân'dan gevşetir ve onu terk ederse Allah da o kimseyi derdest eder baş aşağı getirir.
Burada iki tavır söz konusu: Birincisi, Kur'ân'dan elini çekerek uzaklaşma. İkincisi de, uzaklaşmayla beraber ona bağlı yitirdiği şeyleri başka yerlerde arama. Bazen sadece bunlardan birine, bazen de ikisine birden maruz kalındı ki gelecek fıkra, bu ikincisinin üzerinde duruyor.
6. Madde:وَمَنِ ابْتَغَى الْهُدَى فِي غَيْرِهِ اَضَلَّهُ اللهُ 'Kim O'nun dışında hidâyet ararsa Allah onu saptırır.'
Allah'ın insanı sapıklığa itmesi farklı farklı olur ve sapıklık sezilemedik bir çizgide gelişir ve gerçekleşir. Hidâyette olduğu gibi dalâlette de başlangıçta açı gayet dardır ama hevâ, heves, fantezi, taklit, şöhret, kendini ifade hissi, aklın ifrâtkârlığı, hatta bazen cerbeze duygusu ile beslenen inhiraf, küfre varacak şekilde bir açıya ulaşabilir. Evet, her bir sapıklık ve küfrün mebdeinde dar zâviyeli bir inhiraf sonuçta kocaman bir sapıklık şeklinde karşımıza çıkar. Mezhep imamlarını hafife alarak yola çıkanların bugün Kur'ân'ı sorguluyor olmaları buna iyi bir örnek teşkil eder zannediyorum. İşte, -hafizenallâh- eğer bizler böyle bir sapmaya düşersek zamanla Allah da, saptırır. Ve ondan sonra مَنْ يُضْلِلِ اللهُ فَلاَ هَادِيَ لَهُ 'Allah bir insanı saptırdı mı artık onu doğru yola getirecek yoktur.' (A'raf, 7/186) fehvâsınca sapıklıktan sapıklığa sürüklenir dururuz. Belki de bir gün Kur'ân'ın yerine başka kaynaklar aramaya kalkarız. Tıpkı Asr-ı Saâdet'te, bazılarının Allah Resûlü'nü bırakıp münafık hakemliğine müracaat etmeleri gibi:
فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ يَجِدُوا فِي اَنْفُسِهِمْ حَرَجاً مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيماً 'Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.' (Nisa, 4/65)
Evet bütün bu hususlar bizim için de geçerlidir. Yemin olsun ki, gönlünüzde en ufak bir rahatsızlık duymadan ve bir burukluk hissetmeden Kur'ân'ın hakemliğine râzı olmazsanız Müslüman sayılmazsınız.
Hadiste, bundan sonra ayrı bir maddeye geçiliyor. Eğer sahabi ifadedeki silsileyi korumuşsa maddeler arasında bir telâzum de görülüyor. Meselâ, niye bunu aranızda hakem tayin etmiyorsunuz ki? Evet bu bir kavl-i fasıldır. İsterseniz bunu bir netice olarak görebilirsiniz. Kur'ân'ın dile getirdiği şeyler öyle şaka filan değil, ciddî konulardır. Burada aynı zamanda, Kur'ân'dan ellerin gevşetilmesi durumunda açık bir tehdidin söz konusu olduğu görülmekte. Tabiî, buna karşılık ona yönelmenin, onun hakemliğine müracaat etmenin de takdir edilmesi bahis mevzuu. Bu böyledir zira o;
7. Madde:وَهُوَ حَبْلُ اللهِ الْمَتِينُ 'O, Allah'ın (cc) en sağlam ipidir.'
Bakara sûre-i celîlesinde Âyetelkürsî'yi müteâkip şöyle buyurulur:
لاَ اِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى لاَ انْفِصَامَ لَهَا وَاللهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ 'Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğûtu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.' (Bakara, 2/256) Doğru, kim Kur'ân'a sımsıkı sarılırsa o, hiç kopmayan, sarılanları kopup gitmeden sıyânet eden en sağlam bir ipe sarılmış demektir. 'Metin' aynı zamanda Cenâb-ı Hakk'ın isimlerindendir. Bu zâviyeden de, izâfetin konuya ayrı bir derinlik kazandırdığı muhakkak. Allah, o ipin metin olmasını lafz-ı celâleye bağlayarak ifade ediyor, 'Hablü'l-metîn' veya 'Hablühü'l-metîn' demiyor, 'Hablü'l-lâhi'l-metîn' diyor...
İşte böyle, bütün Esmâ-i Hüsnâ'yı tazammun eden Allah ismi, habl-ü metine izâfe edilince, bu söz, bütün gökte ve yerde isimleri tecelli eden Allah'ın ipi mânâsını kazanıyor. O ip, semâdan size sarkıtılmış. -Rüyalarda da o ip semâdan sarkıtılmış bir halat şeklinde görülür ve dine bağlılık şeklinde yorumlanır ki, Abdullah İbn Selâm rüyasında böyle bir ip görmüş, ona tutunmuş ve yukarıya doğru yükselmiş olduğunu nakleder.- Sizi Allah'a (cc) yükseltmeye ve vuslata aldatmayan bir vesîle demektir.
Evet o, semâdan yere doğru uzanmış, bir ucu insanların elinde, bir ucu da dest-i kudrette olan, insanları kurtuluşa erdirecek kopmaz bir ip ve bir kulptur. Evvelâ, bütün esmâ-i ilâhîye bütün sıfât-ı sübhâniyeyi hatırlatacak bir isimle Allah'ın ipidir. Rahmân'ın, Rahîm'in, Cemîl'in, Celîl'in değil, bütün bu isimleri hâvî olan, kalbinizin meyillerini bilen, hissiyâtınızı sizden daha iyi anlayan, cenneti, Rahmân ve Rahîm isimleriyle sizin cismânî arzularınız için hazırlayan ve sizi ebede namzet kılan Allah'ın ipidir. O Allah ki metindir, O'nun ipi de çok metindir; o kopacak gibi bir ip değildir. Öyle ise çerik-çürük insanların ipine tutunmanın hiçbir anlamı, hiçbir mânâsı yoktur. Eğer tutunup dayandığınız şeyle aldanmak istemiyorsanız, Allah'a (cc) dayanın ve güvenin; O'nun ipi olan Kur'ân'a da sımsıkı sarılın..!
8. Madde:وَهُوَ الذِّكْرُ الْحَكِيمُ 'O hikmetli olan zikirdir.'
Zikir; anmak, Allah'ın (cc) ismini tekrarlamak demek olduğu gibi hatırlatma mânâsına da gelmektedir. Bir de arkasından 'hakîm' geliyor ki, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinden olan bu sıfat, dikkatleri eşyanın perde arkasına çekmesi, varlığın melekût yanını nazara vermesi açısından, her şeyi hikmete bağlayıp ve akıbetiyle irtibatlandırarak hatırlatan Kur'ân'ın hususî isimlerinden sayılmıştır. Efendimiz'e de Sâhib-i Sünnet olması itibarıyla hakîm denir. Yani tabiat ve mâvera-i tabiatın lisanı demektir. Kur'ân-ı Kerim'de geçen hikmet sözünü muhaddisler, daha ziyade Efendimiz'in sözü şeklinde yorumlamışlardır.
Öyle ise burada geçen 'zikr-i hakîm', 'hikmet yüklü bir hatırlatma' yani eşyanın perde önüyle olduğu gibi perde arkasıyla da irtibatlandırılmış bir hatırlatma demektir. Kur'ân-ı Kerim, bir hikmetler mecmuasıdır. Evet insan, Kur'ân-ı Kerim'de, aklıyla, mantığıyla, muhakemesiyle, felsefî anlayışıyla, ilmî düşüncesiyle yadırgayacağı hiçbir şeyle karşılaşmaz. Onun her meselesi, akılla müeyyed ve her mevzuun arkasında bir hikmet ve bir maslahat nümâyândır. İnsan, fikren, zihnen, ilmen, ruhen ne kadar terakkî ederse etsin, ulaştığı her noktada O'nun hikmetle dalgalanan bayrağıyla karşılaşır. Hatta bir gökkuşağı gibi onu geçecek gibi zannettiği noktalarda da hep onun berisinde kalır.
Evet, Kur'ân-ı Kerim bir zikir muhtevâsı olduğu gibi aynı zamanda hikmetle nümâyân, dünya-ukbâ esrarını şerh eden bir hikmetler mecmuasıdır.