Kitap:Asrın Getirdiği Tereddütler 4
Sıddîk, tasdik eden, doğrulayan ve doğru olan insan demektir. Şehit ise, hazır olan mânâsına gelir ki, herhalde, ruhaniyetiyle burada, Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) huzurunda ve aynı zamanda dünyevî hayat şartlarına çok yakın bir hayat içinde hazır bulunmasından ötürü ona bu kelime isim olarak verilmiştir. Ve her iki mertebe de Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) en büyük lütuflarındandır.
Öteden beri inanan insanlar âdeta bu iki mertebe için birbirleriyle yarış yapmışlardır. Zaman zaman şehitlik mertebesine ulaşan çok insan olmuştur. Bilhassa sahabe devrinde pek çok şehit verilmiştir. Hatta dört büyük halifeden üçü şehit, biri de sıddîkiyet mertebesinin a’zam derecesini tutmaktadır.
Biz önce bu mevzudaki nisbet ve izafeti anlatalım; sonra da gönüllerde bu iki mertebeye karşı bir iştiyak uyarılması bakımından onların hususiyetlerinden bahsedelim.
Her insan seviyesine göre bir bakıma sadık ve sıddîktir. Ve birçok ölüm çeşidi var ki, hadislerde zikredilen keyfiyetleriyle insana şehitlik kazandırır.1 Fakat bu iki mertebenin de bir en yüksek ve kusvâ derecesi vardır ki, sanki orası sınır taşı gibidir ve daha ileriye gidilmesi de mümkün değildir.. çünkü, onların ötesinde nübüvvet vardır.
Bir ağacın çekirdekten meyveye kadar dereceleri olduğu gibi, imanın da öyle farklı mertebeleri vardır ve bu mertebeler arasında, önemli derece atlamaları gösteren sadakat ve şehadet de ehemmiyetli ayrı buudlar teşkil etmektedir.
İslâm’ı dil ile ikrar, kalb ile tasdik eden her insan bir bakıma sıddîkiyet kapısından girmiş sayılır. Zira ortada bir tasdik söz konusudur. Bu kapıdan girenlerin arasında bulunmanın dahi insana kazandıracağı büyük bahtiyarlıklar vardır. Onun içindir ki, Buhârî ve Müslim’deki bir hadiste, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizlere şöyle bir hâdise naklederler:
Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu), yeryüzünü dolaşan, “Tavvâfûn” melekleri vardır. Bunlar zikir meclislerini dolaşırlar. (Zikir denince sadece tesbihle Rabbimiz’i zikretmeyi anlamamalıyız. Ulûhiyet ve rubûbiyete ait meselelerin müzakere edildiği, kulluk adına derinlemesine tefekkürün yapıldığı ve daima böyle meselelerin konuşulduğu yerler de birer zikir meclisleridir. Hatta buralarda hem zikir vardır hem tefekkür hem de şükür. Dolayısıyla, zikir meclislerini çok geniş anlamda kabul etmeliyiz.) İşte melekler, bu mânâda zikir meclislerini dolaşırlar. Sonra da Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) huzuruna çıkarlar. O her şeyi bilmesine rağmen meleklerine sorar:
-Kullarım ne yapıyorlardı?
-Ya Rab, Seni tesbih, tahmid ve temcid ediyorlardı. (Yani “Sübhânallah”, “Elhamdülillah” ve “Allahu Ekber” diyorlardı. Onlar Senin kusursuzluğunu ve noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu düşününce, kalb ve gönülleri dolu dolu “Sübhânallah”; tepeden tırnağa onları nimetlerinle perverde etmene mukabil “Elhamdülillah”; âfâkî ve enfüsî delillerle azamet ve kibriyanı müşâhede ettiklerinde ise hayret ve hayranlıkla “Allahu Ekber” diyor ve zikrediyorlar.)
-Peki onlar Beni gördüler mi?
-Hayır, yâ Rab, görmediler.
-Ya görselerdi!..
(Yani, o zaman delicesine ve en şiddetli iştiyakla bunları söyleyeceklerdi.)
-Kullarım ne istiyorlar?
-Cennetini istiyorlar.
-Onlar Benim Cennetimi gördüler mi?
-Hayır, görmediler.
-Ya görselerdi!..
(Evet, görselerdi çok daha şiddetli bir şekilde isterlerdi.)
-Onları hangi şeyden korumamı istiyorlar?
-Cehenneminden.
-Onlar Cehennemi gördüler mi?
-Hayır, görmediler.
-Ya görselerdi?
-Tabiî, şiddetle ondan kaçar ve korunmak için çok daha fazla yalvarırlardı.
-Meleklerim, sizler de şahit olun, Ben onların hepsini affettim.
Meleklerden biri dayanamaz ve sorar:
-Yâ Rabbi, onlar arasında birisi daha vardı ki, o, bu meclise başka bir iş için gelmişti; niyeti zikir değildi. Cenâb-ı Hak (celle celâluhu) ferman eder:
-Onlar bir topluluktur, onlarla oturan mahrum bırakılmaz..!2
İşte kelime-i tevhid ile İslâm’a girmiş bir insan, derece ve mertebesi ne olursa olsun bir cemaatin içine girmiş demektir. Dolayısıyla bu da bir sıddîkiyettir. Âmiyâne dahi olsa bunda da bir sadakat, bir bağlanma söz konusudur. Fakat bir de bunun kusvâsı, en üst derecesi vardır ki orayı Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) tutmuştur. Bu mânâda ona “sıddîk” denmesine sebep olarak şöyle bir hâdise nakledilir:
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) miraç hâdisesini anlatınca, Mekke müşrikleri koşarak Ebû Bekir’in yanına geldiler:
-Duydun mu, dediler, arkadaşın neler söylüyor?
Sordu:
-Ne söyledi?
-Mescid-i Aksâ’ya gittiğini ve göğe çıktığını söylüyor.
-Bunu O mu söylüyor?
-Evet, bizzat kendinden duyduk.
-O zaman doğrudur. Hem bunlar da bir şey mi? Ben O’nun sabah akşam bizzat Cenâb-ı Hak’la (celle celâluhu) konuştuğuna inanıyorum.
İşte bu söz üzerine mü’minler ona sıddîk (menendi olmayan tasdikçi) demeye başladılar.3
Miraçtan dönerken Allah Resûlü, Cibril’e sorar:
-Kavmim beni yine yalanlayacak. Benim miracımı kim tasdik eder?
Cibril cevap verir:
-Ebû Bekir tasdik eder. Evet çünkü o, çoktan sıddîktır.
O, büyük davanın büyük tasdikçisidir. Sıddîkiyette öyle bir dereceye varmıştır ki, artık orası sınır taşıdır. O sınırdan sonra peygamberlik başlamaktadır. Her mü’min de, imandaki derecesine göre Hz. Ebû Bekir’in arkasında yerini alacaktır. Bu da “ilme’l-yakîn”den “ayne’l-yakîn”e, oradan da “hakka’l-yakîn”e sıçramakla mümkün olacaktır ki, imanî meseleleri, âyât-ı tekvîniyeyi mütalâa etmek de oralara ulaşmaya vesilelerden biridir.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, şehitlik de derece derecedir. Bir yerde bina yıkılır, altında kalıp ölenlerden, mü’min olanlar şehit olurlar. Dünyada onlara şehit muamelesi yapılmaz ama, onlar yine de şehittir ve ahirette şefaat edecekler arasında onlar da vardır. Vebadan, taundan, karın ağrısından ve bunlara benzer hastalıklardan ölenler de aynı kategoride mütalâa edilmektedirler.4 Ayrıca hadiste sayılanlar arasında bir de suda boğulmak suretiyle ölenlerden bahsedilmekte ve onların da şehit olacağı söylenmektedir.5 Bütün bunlar insanı şehitliğin bazı mertebelerine çıkarır; ancak, bir şehitlik daha vardır ki, ona sadece, Rabbimiz’in yüce adının ufkumuzda bayraklaşması için canını adayanlar aday olabilirler.6 Hatta gece-gündüz dinin i’lâsı için çalışan ve samimî bir gönülle şehitlik talep eden bir insan, rahat döşeğinde dahi ölse, şehit kabul edilir, buna dair rivayetler pek çoktur.7
Öyle zannediyorum ki, şehitlik mertebesinin kusvâsını da farukiyetiyle beraber Hz. Ömer (radıyallâhu anh) tutmaktadır. Evet, bu işin doruğunda o vardır. Zaten hayatı boyunca hep bunu talep etmiş ve nasip olmaz diye de hep gözyaşı dökmüştür. Hz. Ebû Bekir’in vefatından sonra bütün hutbeleri Hz. Ömer veriyordu ve bazen hutbelerinde bu inkisarını dile getiriyordu.
Ömer’in (radıyallâhu anh) hutbeleri her biri kendi başına bir hâdise olacak çaptaydı. Hatta ümmetin allâmesi, Allah Resûlü’nün “Allahım, onu dinde fakih kıl ve ona tevili öğret!”8 diye dua ettiği Abdullah b. Abbas (radıyallâhu anh), kendisi Mekke’de olsa ve Hz. Ömer’in Medine’de hutbe vereceğini duysa her işi bırakır ve o hutbeyi dinlemeye gelirdi. Zaten hutbelerinin çoğu dinleyenlerce yazıya geçiriliyordu ki, bugün elimizde Hz. Ömer’in pek çok hutbesi bulunmaktadır.9 Ulemâ ve fakihler her biri kendine göre onun konuşmalarından not alır ve söylenenleri birer kanun ve birer prensip kabul ederlerdi.
İşte o hutbelerinden birinde, önce peygamberliği anlattı. Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) evsaf-ı âliyesiyle yâd etti. Sonra da tatlı bir reveransla Allah Resûlü’nün mübarek merkadine döndü ve “Ey bu kabrin sahibi ne mutlu Sana!” dedi. Ardından sıddîkiyete geçti. O mevzuun da ince bir tahlilini yaptı, sonra da Hz. Ebû Bekir’in kabrine dönerek ona da aynı eda ve aynı tonda “Sana da ne mutlu ey şu kabrin sahibi!” dedi. Sıra şehitliğe gelmişti. Onu da anlattı. Daha sonra kendine döndü: “Nerede şehitlik nerede sen yâ Ömer!” dedi. Ancak bu işin havf tarafıydı. Bir de reca tarafı olmalıydı. İşte bu mülâhaza ile de şunları söylüyordu: “Sana imanı nasip eden, seni hicretle şereflendiren Allah (celle celâluhu); ümidini kesme, sana şehitliği de lütfeder...”
Evet, biz de kendi namımıza isteyebiliriz. Çünkü Cenâb-ı Hak (celle celâluhu) o engin keremiyle verirken, liyakate değil ihtiyaca bakar. Biz muhtaç olduğumuzu O’nun dergâhının kapısını çalarak gösterdikten sonra, O’nun, hiç kimseyi kapısından geri çevirdiği görülmemiştir. Elbette bize de istediğimizi verecektir...
Evet, Hz. Ömer iştiyakla şehitliği talep etti. Cenâb-ı Hak da (celle celâluhu) ona bunu en yüksek şekliyle nasip buyurdu. Bir İranlı ateşgedenin eliyle şehit oldu.
Vakit sabah namazıydı. Ömer mihrapta bulunuyordu. Ve tam secdeye varmıştı ki, hain bir hançer sinesine saplandı. Şimdi bütün bu merhaleleri bütünüyle tablolaştırmaya çalışınız:
Evvelâ, çok şiddetli bir talep ve arzu; sonra bir namaz ki o Hz. Ömer’in namazıdır. Çok kere, hıçkırıklara boğulduğundan okuduğunu duyurmaz olurdu. Ayaklarının bağı çözülüp namazda yıkıldığı az değildi. Ve işte böyle bir namazın bir de secdesini düşünün. Kulun Allah’a (celle celâluhu) en yakın olduğu ve Rabbisine yaklaşmasının son sınırına varıldığı bir ânı tahayyül etmeye çalışın. Bütün şartların tamamlandığı ve bir insanın en yükseğe çıkması için gerekli olan bütün sebeplerin toplandığı bu anda, bir hançer darbesi onun, şehitliği zirvede yakalamasına yetiyordu.
Cenâb-ı Hak (celle celâluhu) “Secde et ve yaklaş!”10 demişti. Ömer secde etmiş ve peygamber olmayan bir insanın ne kadar yaklaşması mümkünse o kadar yaklaşmıştı. Bunun bir adım ötesinde peygamberlik başlıyordu. Aslında buna işaret eden de yine Allah Resûlü’ydü: “Benden sonra peygamber gelecek olsaydı Ömer olurdu.”11 sözleri bu kudsî kuşağa işaret olsa gerek.
Hazreti Ömer’in ihraz ettiği bu son makamın altından başlayarak aşağıya doğru inen daha pek çok şehitlik mertebeleri vardır ki, Bedir’de şehit düşenler, Uhud’da şehit olanlar, Mute’de Rabb’e kavuşanlar ve Çanakkale’den Trablusgarp’a, oradan Afganistan’da kavga verirken şehit düşenlere ve nihayet günümüzde hâlâ devam eden Filistinli Müslümanların zulme karşı savaşırken ölen şehitlerine kadar birer birer hepsini bu derecelerden birine dahil edebiliriz.
Diğer taraftan, dört büyük halifeden Hz. Osman ve Hz. Ali de şehit olmuştur. Birisi Kur’ân okurken, diğeri ise mescide giderken. Aralarındaki farkı, içinde bulundukları son durumla da değerlendirmek mümkündür. Bir bakıma Hz. Ebû Bekir de şehit olmuştur; derler ki: Hayber’de aldığı zehir tedricen, vücuduna dağılmış ve ondan dolayı vefat etmiştir. Hem ona ne gerek var; o hassas ve incelerden ince insan, Allah Resûlü’nün ayrılığına daha fazla tahammül edemedi.. ayrılık ateşi onu yedi bitirdi. Bu yönüyle de o şehitlik mertebesini elde etti. Ancak onun zirve noktası sıddîkiyetiydi. Nitekim Hz. Ali de kendi hususî durumu itibarıyla kimsenin onunla boy ölçüşemeyeceği kadar büyüktü. Ehl-i Beyt’i o temsil ediyordu ve bu hususî fazilette Hz. Ali hepsinden büyüktü. Fakat umumî fazilet söz konusu olunca birincilik Hz. Ebû Bekir’e, ikincilik de Hz. Ömer’e aitti.
Şehidin şehitlere, sıddîkin de sıddîklere el uzatıp şefaat edeceğine dair mevsuk bir şey bilmemekle beraber kalbime yatan odur ki, böyle olmalıdır. Daha sonra da onlar kendi yakınlarına ve tanıdıklarına el uzatacaklardır. Her iki mertebeyi elinde tutanlara ise, ümit edilir ki, el uzatan, doğrudan doğruya Resûl-i Ekrem (aleyhisselâm) olsun!
Bu mertebelere dair esrara gelince, onları anlatmak benim iktidarımın dışındadır. Zira o mertebenin zirvesini yakalayanlar, ne benim anlatabileceğim ne de başkasının anlayabileceği insanlardır!.
Sıddîkiyetin her mertebesi şehitliğin her mertebesinden üstün değildir. Üstünlük en uç noktalara aittir. Çünkü bunlardan birincisi Hz. Ebû Bekir olmak, diğeri ise Hz. Ömer olmak, demektir.
Burada yanlış anlamaya meydan vermemek için, şöyle bir tavzihte yarar görüyoruz: Hz. Ebû Bekir bizim anlayışımıza göre hem şehittir, hem de sıddîktir; fakat şehitlik bakımından üstünlük Hz. Ömer’e, sıddîkiyet bakımından büyüklük ise Hz. Ebû Bekir’e aittir. Aynı şekilde Hz. Ömer de hem sıddîktir hem de şehittir. Ancak sıddîkiyeti Hz. Ebû Bekir’den geri, şehitliği ise ileridir. Mutlak fazilete gelince onu yukarıda da söyledik: Hz. Ebû Bekir mutlak fazilette, nebilerden sonra zirve insandır.
İzafet: Bağ, bağlantı.
Kusvâ: Erişilebilecek en son nokta, zirve.
Âfâkî: Dış dünyaya ait.
Enfüsî: İnsanın iç dünyasına ait.
İlme’l-yakîn: Okuyup öğrenilerek elde edilen bilgi.
Ayne’l-yakîn: Gözle görerek edinilen bilgi.
Hakka’l-yakîn: Bizzat yaşanarak elde edilen kesin bilgi.
Âyât-ı tekvîniye: Yaratılış delilleri, kâinat kitabının âyetleri.
İ’lâ: Yüceltme.
Fârukiyet: İyiyi kötüyü, hakkı bâtılı birbirinden kılı kırk yararcasına ayırt etme.
İnkisar: Kırılma, üzüntü.
Fakih: Dinin özüne vâkıf olan, dini meselelerde mütehassıs olan kimse.
Tevil: Âyet ve hadislerin ifade ettiği, delâlet etiği mânâ tabakalarını anlama, yorumlama kabiliyeti.
Reverans: Selâm, minnet veya teşekkür maksatlı hafifçe eğilme.
Havf: Korku, endişe.
Recâ: Ümit.
Ateşgede: Ateşe tapan.
İhraz etmek: Erişmek, elde etmek.
Tavzih: Açıklama.
Ebced hesabı: Arapça’da harflerin sayısal değerlerine göre tarih veya belli sayısal tevafuklar çıkarma hesabı.
Merkad: Mezar, kabir.
Mihmandar: Hizmet ve yardım eden; ağırlayan.
Sıddîkiyet: Sadakat ve doğrulukta en ileri oluş.
Münezzeh: Temiz, beri, uzak.
Sıddîk: Sözü özündeki temizliği ortaya koyan, ameli imanını doğrulayan, Allah dostu Hz. Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) belirgin vasfı.
Şefaat: Af için vesile olma.
1 Bkz.: Buhârî, cihad 30; Müslim, imâre 164.
2 Buhârî, daavât 66; Tirmizî, daavât 129.
3 İbn Hişam, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/39-40.
4 Buhârî, cihad 30; Müslim, imâre 164.
5 Buhârî, cihad 30; Müslim, imâre 164.
6 Buhârî, cihad 30; Müslim, imâre 164.
7 Müslim, imâre 156, 157; Nesâî, cihad 36.
8 Buhârî, ilim 17; Müslim, fezâilü’s-sahabe 138; İbn Mâce, mukaddime 22; Tirmizî, menâkıb 42.
9 Bkz.: Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl 16/152-166.
10 Alak sûresi, 96/19.
11 Tirmizî, menâkıb 17; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/154.