Kitap:Asrın Getirdiği Tereddütler 4
Evet, şefaat haktır. Birçok âyet ve hadiste şefaatten bahsedilmekte ve böylece onun hakkaniyeti dile getirilmektedir. Yeri geldikçe bu âyet ve hadisleri zikredeceğiz. Biz şimdi önce, sorunun ikinci şıkkı olan “Kimler ne ölçüde şefaat edebilirler?” sorularını cevaplamakla mevzua başlamak istiyoruz. Zaten bu kısma verilecek cevap bir cihetle şefaatin hakkaniyetinin de izahı olacaktır.
Peygamberler, evliyâ, asfiyâ ve şehitler -derecelerine göre- Cenâb-ı Hakk’ın onlara bahşettiği seviyede şefaat edebilirler ve edeceklerdir. Ancak, bu mevzuda da yine, zirve Allah Resûlü’dür. O ki fetanet-i a’zama sahiptir. Her nebi kendisine bahşedilen sınırsız, fakat bir defaya mahsus şefaat hakkını dünyada kullanırken O, bunu ahirete saklamıştır.. ve ahirette “şefaat-ı uzmâ”nın sahibi olacaktır. Onun “Hammâdûn” denilen ümmeti, “Livâü’l-Hamd”in altında toplanacak1 ve “Makam-ı Mahmud”un sahibi unvanıyla O’nun tarafından yapılacak şefaatte herkes payına düşenle şereflenecek ve kurtuluşa ereceklerdir.
Dünya fâni ve geçicidir. Burada çekilen sıkıntılar da bir cihetle işlenen günahlara keffaret sayılır. Ancak insanların perişan ve derbeder olacakları ve kendilerini kurtaracak yeni bir amele de fırsat bulamayacakları bir gün gelecektir -ki, biz ona ahiret diyoruz- işte o gün, Allah Resûlü bütün insanlığı içine alan şefaatiyle ortaya çıkacak ve “en büyük şefaat” mânâsına “şefaat-ı uzmâ”sıyla şefaat edecektir. Elbette Allah Resûlü’nün şefaatinin de bir sınırı vardır. Zaten, bütün şefaatler ancak Cenâb-ı Hakk’ın izni ve koyduğu ölçü nispetinde olacaktır ki “İzni olmadan katında hiçbir kimse şefaat edemez.”2 mealindeki âyet de bize bunu anlatmaktadır.
Bunun böyle olması da gayet tabiî ve normaldir; zira, şefaat edecek olanlar da hissî davranabilir, ölçüyü kaçırabilir ve merhamet-i ilâhiyeden fazla merhamet ileri sürmüş olabilir.. böylece de Rabb’e karşı suiedepte bulunmuş olabilir. Onun içindir ki, Allah (celle celâluhu) bir mizan, ölçü ve denge vaz’etmiştir. Kim, kime ve ne ölçüde şefaat edebileceği bir takdire bağlanmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın bütün icraatında bir adalet ve denge olduğu gibi, ahirette vereceği şefaat salâhiyetinde de bir adalet ve denge vardır. Eğer bu şekilde bir tahdit ve sınır konulmuş olmasaydı, bazı kimseler şefaati de dengesiz olarak kullanırlardı. Nitekim belki de sınırsız bir şefaat salâhiyeti onların hislerini galeyana getirerek meselâ, bazı insanların Cehennem alevleri içinde cayır cayır yandıklarını görünce, şefkatleri kabaracak, kâfir-münafık-mücrim tanımadan herkesin Cennet’e girmesini talep edeceklerdi. Hâlbuki böyle bir talep bazen milyarlarca mü’minin hukukuna tecavüz de olabilirdi.
Çünkü şefaatin, böyle şahısların hislerine bırakılmasında, günahkâr, sapık, kâfir herkesin, bu hissî şefaatten faydalanma ihtimali vardır. Bu ise, bütün varlıkların hukukuna rağmen, dağlar cesametinde günah taşıyan kâfire de merhamet edilmesi demektir. Oysaki kâfir, kâinatta, Allah’a ait bütün güzellikleri, bütün nizamları, bütün hikmetleri inkâr, tezyif ve tahkir ettiğinden, mekânlar çapında cinayet işlemiş olacaktır ki, hayatının her dakikası yüzlerce cinayetle karalanmış böyle kapkaranlık bir ruha merhamet, merhamet adına saygısızlığın en büyüğü olsa gerektir.
Efendimiz, şefaatinin büyük günah işleyenlere olduğunu ifade etmişler ve “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir.”3 buyurmuşlardır. O her hususta olduğu gibi bu mevzuda da bir denge ve muvazene insanıdır. Zaten bütün ümmet O’nun bu ifadeleriyle teselli bulmakta ve Allah Resûlü’nün şefaatine nail olmayı ummaktadır.
Hallac-ı Mansur bir gün bu hadisi şerh ederken, cezbeye gelir ve ölçüyü kaçırarak, Efendimiz’e hitaben “Ey Nebiler Sultanı! Niçin böyle sınır koydun da bütün insanlar için demedin. Sen bütün insanlara şefaat etmeyi talep etseydin, yine de Rabbin Seni mahrum bırakmaz ve Sana bu salâhiyeti bahşederdi.” gibi laflar eder. Tam bu esnada Allah Resûlü temessül ederek, başındaki sarığı onun boynuna sarar ve: “Bunu başınla öde, sen zannediyor musun ki ben o sözü kendimden söyledim.” der. Hallac, kolu kanadı biçilip bir ağaç gibi budanırken dahi tebessüm ediyordu. Çünkü biliyordu ki, bu hüküm âli bir mecliste verildi ve o hükme rıza göstermek gerekirdi...
Evet, belki de Hallac’ın dediği gibi, Allah Resûlü Cenâb-ı Hak’tan bütün insanlara şefaat etmeyi talep etseydi, Rabb’i O’na bu salâhiyeti verirdi. Ancak O, Allah’a karşı bizim anlayamayacağımız ölçüler içinde saygılıydı. Rabb’in dediğinden başkasını demiyor ve verilen salâhiyet sınırlarını da asla zorlamıyordu.
Rabb’in koyduğu şefaat ölçüsünde, şefaat edilecek şahısların buna hak kazanmış olmaları da yer almaktadır. Nitekim bu mânâ ile alâkalı olarak, mealen şöyle buyrulmaktadır: “Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.”4 Bununla da anlıyoruz ki, şefaat herkese ve sınırsız bir ölçüde değildir. Kim, kime şefaat ederse, muhakkak kabul görür diye bir şart da yoktur. Bütün işlerde olduğu gibi, bunda da ilâhî meşîet esastır.
Kâfir işlediği küfrüyle ta işin başında, bu şefaat dairesinin dışında kalmıştır. O’na hiç kimse şefaat edemez, etse bile ona fayda vermez.
Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak bize bir dua öğretiyor. Bu dua ile himmetin âli tutulması gerektiği hususuna da işaret ediliyor. Dua şudur: “Rabbimiz, bize gözümüzü aydınlatacak eşler, zürriyetler bağışla ve bizi müttakilere imam kıl.”5 Yani, Allahım, çocuklarımız, hanımlarımız, gözümüzü aydınlatacak hüviyette olsun. Bize öyle hayat arkadaşları ver ki, din adına bize teşviklerde bulunsun. Evlâtlarımız da, daima arkamızdan hayırlar göndersin ve onlar sebebiyle rahmet çağlayanları üzerimize doğru çağlasın dursun! Bizi sadece müttaki olmakla da bırakma, onlara imam ve önder kıl. Bize öyle lütuflarda bulun ki, şu, İslâm’a hizmet boyunduruğunun yere konduğu dönemde ve dine hizmetin ar kabul edildiği bir zamanda, dinine hizmet ettir ve müttakiler önünde bize, imamlık pâyesi ihsan eyle!
Böyle bir anlayış, himmeti âli tutmanın ifadesidir. Cenâb-ı Hak’tan O’nun öğrettiği usûl içinde şefaat edebilme salâhiyeti talep etmektir. Zaten O vermek istemeseydi, evvelâ istemeyi vermezdi. Mademki istemeyi verdi ve nasıl istememiz gerektiğini de öğretti, öyleyse istediğimizi de verecektir. O’nun sonsuz rahmetinden bunu umuyor ve bekliyoruz. O’nun için burada dikkat edilmesi gereken hususun iyi anlaşılması lâzımdır. Evet, Rabbimiz’den sadece Cennet’in bir köşesine bizi kabul buyurmasını istemek, himmetin düşüklüğüne delildir. Hâlbuki Allah (celle celâluhu) bize himmetimizi yüksek tutmamızı öğretmektedir. Evet, himmetimizi yüksek tutmalıyız, tutmalı ve O’ndan, müttakilere bizi imam kılmasını, onlara şefaat edebilme salâhiyetini vermesini talep etmeliyiz...
Efendimiz bir hadislerinde, ahiretten bir tabloyu şöyle anlatırlar: Allah (celle celâluhu), Hz. Nuh’a soracak: “Sen, sana düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirdin mi?” O büyük peygamber cevap verir: “Evet yâ Rabbi, yerine getirdim. Bana verdiğin tebliğ vazifesini kusursuz eda ettim.” Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Hz. Nuh’tan şahit ister. O da ümmet-i Muhammed’i şahit gösterir. Bunun nasıl olacağı sorulunca da şöyle cevap verir: “Sen onları ümmetlere şahit kıldın.. onlar da ellerindeki Kitap’ta gördüler ki Nuh vazifesini yapmış. Ve işte ben de onları bugün kendime şahit olarak gösteriyorum.”6
Evet, âyet öyle diyordu: “İşte böylece, sizin insanlar üzerinde şahitler olmanız, Resûl’ün de sizin üzerinize bir şahit olması için sizi ümmet-i vasat (dengeli ve orta bir ümmet) kıldık.”7
Şefaat haktır ve gerçektir. Bütün büyükler Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu sınır dahilinde şefaat edeceklerdir. Şahit olmak da bir bakıma şefaat kabul edilecekse eğer, ümmet-i Muhammed bu mânâda bütünüyle şefaat edecektir.
Şefaati inkâr edenlerin, dünyada da ukbâda da kazanacakları bir şey yoktur. Çünkü Allah (celle celâluhu) orada kullarına, kulları O’nu nasıl bilip tanımışlarsa, öyle muamele edecektir...
Fetanet-i a’zam: Peygamber mantığının zirvesi. Bütün meselelerini akıl, kalb, ruh, his ve latîfelerini bir araya getirip öyle mütalâa eden, en büyük zorlukları dahi gayet rahatlıkla çözen harikulâde mantık.
Hammâdûn: Çokça hamdedenler, devamlı şükredenler.
Livâü’l-Hamd: Kıyamet gününde Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ihsan edilecek olan ve altında bütün peygamberler ve inananların toplanacağı “Hamd Sancağı”.
Makam-ı Mahmud: Ahiretteki en büyük şefaat makamı.
Vaz’etmek: Koymak, yerleştirmek.
Mücrim: Günahkâr, suçlu.
Cesamet: İrilik, büyüklük.
Şerh etmek: Açıklamak, izah etmek.
Müttaki: Takva sahibi; dinin emir, yasak ve tavsiyelerine titizlikle uyan kimse.
Tebcil etmek: Yüceltmek, ululamak.
Meşîet-i ilâhî: Cenab-ı Hakk’ın dilemesi.
Şefaat-ı uzmâ: En yüksek şefaat makamı.
Münafık: Dış görünüşü Müslüman olmakla birlikte içi kâfir olan kimse.
1 Tirmizî, menâkıb 1; İbn Mâce, zühd 37.
2 Bakara sûresi, 2/255.
3 Ebû Dâvûd, sünnet 21; Tirmizî, kıyâme 11; İbn Mâce, zühd 37.
4 Müddessir sûresi, 74/48.
5 Furkan sûresi, 25/74.
6 Buhârî, enbiyâ 2; tefsir (2) 13; i’tisam 19.
7 Bakara sûresi, 2/143.