Kitap:Asrın Getirdiği Tereddütler 4
Tevessül, Arapça bir kelimedir. Birini ve bir şeyi vesile ve aracı yapmak demektir. Meselâ çatıya çıkmak için merdiven, bir yere ulaşmak için çeşitli vasıtalar birer vesile; bizim de o maksadı elde etmek için bunları kullanmamız bir tevessüldür. Tabiî ki burada söz konusu olan mânevî tevessüldür.
Nebilere, velilere, derecesine göre âlimlere ve salih kullara tevessül yapılıp yapılamayacağı öteden beri ulemâ arasında münakaşası yapılan hususlardandır. Bu münakaşa İbn Teymiye ekolüyle yeni buudlar kazanmış ve günümüze kadar da devam edegelmiştir. Tevessülü şefaat mânâsı içinde mütalâa edenler de olmuştur. Yani ulemâ arasında şefaat ve tevessülü aynı mevzu içinde tahlile tâbi tutanlar da vardır.
Tevessül hem vardır hem de yoktur. Biz evvelâ olmayan yönünü izah edelim, daha sonra da var olan cihetini ele alalım.
İslâm’da kul ile Allah arasında hiçbir vasıta yoktur. Kul istediği zaman ve istediği mekânda Allah’a teveccüh eder ve O’nunla vasıtasız ve bir kulluk dili kullanarak konuşabilir.
“İstediği zaman” dedim, çünkü nafile ibadetler için belli bir kayıt yoktur; insan Rabbi’ne her zaman dua ve münacatla ve bunu en güzel şekilde sembolize eden namaz gibi ibadetlerle yerine getirebilir. Vaktin kerahet vakti olup olmaması da mevzumuzun tamamen dışında bir meseledir. Burada biz mutlak olarak kulluktan bahsediyoruz...
“İstediği mekân” dedim. Çünkü Allah Resûlü, “Yeryüzü bana mescit ve tahûr (temiz) kılındı.”1 buyurmaktadır.
Kul nafile ibadetlerle Rabbi’ne adım adım yaklaşır. Bu yaklaşma onu öyle bir duruma getirir ki, orada Rabbi onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli… vs. olur.2 İşte her kulun Cenâb-ı Hak’la böyle münasebete geçmesi mümkündür ve arada hiçbir vasıtaya da ihtiyaç yoktur. Zira Allah (celle celâluhu) her insana şah damarından daha yakındır.3 Ve her kulun yalvarış ve yakarışını duyup, onun duasına icabet etmektedir.4
Cenâb-ı Hak, nasıl zâtında, ef’âlinde ve rubûbiyetinde birdir; öyle de insan, O’na mukabil kulluğunu birleme mecburiyetindedir.
Zaten bütün namazlarımızda Fatiha’yı okurken aynı şeyleri söylemiyor muyuz? “Sadece Sana kulluk eder ve istediğimizi de sadece Senden isteriz.”5 Bunun mânâsı, aradaki bütün vasıtaları silerek Rabb’e muhatap olmak değil midir?..
Kâfirûn sûresinde anlatılan hakikatler de, arada herhangi bir vesile ve vasıta olmadan doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’a kulluk yapmayı göstermekte ve tevhidin bu mertebesine işaret etmektedir.
Efendimiz de tevhid adına yaptıkları bir duada şöyle buyurmaktadır: “Allahım, Senin vermek istemediğini kimse veremez. Evet, Sen ‘Verilmesin!’ dedikten sonra kimse veremez, ‘Verilsin!’ deyince de kimse mâni olamaz. Senin hükmünü kimse geriye çeviremez. Eğer bir hüküm vermişsen mutlaka o yerini bulur ve geriye döndürülemez. Hiçbir soylu, büyük veya şerefli insan Senin verdiğin hükme muhalefette bulunamaz.”6
Mealen arz ettiğimiz ve hiçbir tefsir ve tahlile girmediğimiz, Allah Resûlü’ne ait bu dua ve yalvarış da gösteriyor ki, Allah dilemedikten sonra kimsenin kimseye hiçbir faydası, hatta insanın kendine bile faydası olamaz. Bundan da anlıyoruz ki, Allah Resûlü bize, vesile ve vasıtalardan sıyrılarak hâlis ve sâfi kulluğa ulaşmanın yollarını göstermektedir.
Abdullah b. Abbas bir gün Allah Resûlü’nün terkisinde oturuyordu; Efendimiz ona şu ölümsüz nasihatte bulunmuştu (mealen): “Ey oğul! Nerede olursan ol, Allah’tan kork. Allah’a kulluk yap, yaptığın her şeyi karşında ve yanı başında bulursun. Bir şey isterken sadece Allah’tan iste. Ve yardım dilerken de sadece O’ndan yardım dile.”7
İşte, mealen nakletmeye çalıştığımız bunlar ve emsali âyet ve hadislerden de anlıyoruz ki, kul, kimsenin tavassutuna muhtaç olmadan, ellerini kaldırıp dua için gerildiğinde ve bu uğurda metafizik gerilime geçtiğinde, doğrudan doğruya, Rabb’in rahmetiyle bütünleşebilme; arzularını O’nun huzurunda şerhedebilme ve O’nunla âbid ve Mâbud münasebeti içinde alâka kurabilme imkân ve şansına sahiptir. Evet işte bu mânâda tevessül ve vesile arama yoktur.
Ancak bütün bunlar, bu mevzu ile alâkalı perde önü meselelerdir ve gerçeğin sadece zâhir yüzünü aksettirmektedir. Bir de işin perde arkası var ki, merhum İbn Teymiye ve talebeleri gibi, günümüzdeki bazı zevat, işin bu yanını bir türlü görmek istememektedirler. Evet, nedense, İbn Teymiye taraftarları buraya kadar söylediklerimize sımsıkı yapışırken, daha sonra söyleyeceklerimize kulak kapamaktadırlar:
Rica ederek soruyorum: Kur’ân’ın vesileliğini inkâr etmeye imkân var mıdır? Kur’ân olmasaydı biz, ebedî hayat ümidini hangi kaynaktan alacaktık?
Dünya hayatımızı nasıl tanzim edecek ve Cennet haritasını nasıl görecektik? Faziletlere hâhişkâr gönüllerimizi ne ile tatmin edecek ve o faziletlere nasıl ulaşacaktık?
İstirham ederim, miraca dahi çıktığı zaman “Ümmetî, ümmetî!” diyerek geriye dönen Aleyhissalâtü vesselâm’ın vesileliğini inkâra imkân var mıdır? Kur’ân’da “Biz, seni âlemlere rahmet olmak üzere gönderdik.”8 denilen ve kâfirlerin dahi küfrünü şek ve şüpheye çevirmekte, bir rahmet yönü bulunan bu yüce ve büyük Zât’ın vesileliği nasıl inkâr edilir?
O öğretmeseydi biz dinimizi kimden öğrenecektik? En güzel ahlâkı biz O’ndan öğrendik. İnsanlığın gözündeki perdeyi O kaldırdı ve bizleri aydınlık ufuklara O götürüp ulaştırdı. Bu şuuru vicdanının en derin yerinde duyan sahabe “Minnet Allah’a ve Resûlü’nedir.” diyordu...9 Diyordu ve O’na ait her şeyi mübarek ve kurtuluş vesilesi sayıyordu. Saçından, sakalından düşen her mübarek tüyü, Cennet’ten gelmiş gibi kabul ediyor, ipekler, kristaller içinde, evlerinin en mutena yerinde muhafazaya çalışıyorlardı. O, abdest alırken, abdest uzuvlarından akan su damlalarının tekini dahi zâyi etmeden kapış kapış ediyor, yüzlerine gözlerine sürüyor ve bunun değdiği yerlere âdeta, ateşin dokunmayacağına inanıyorlardı.. ve Allah Resûlü de onları böyle davranmaktan men etmiyordu.10 Bazılarının dediği gibi, eğer onların böyle davranmaları şirk olsaydı, evvelâ, yeryüzünden şirki kazıyıp atmak için gelen Allah Resûlü, onları böyle yapmaktan men ederdi.
Burada başka vesilelerle söylediğim bir hususu tekrar arz etmek istiyorum. Koca Halid, sarığında Allah Resûlü’nün mübarek saçından bir kıl taşıyordu. Bir gün, başından sarık yuvarlanıp, düşman safları arasına kayıp gidince, gözü dönmüş gibi oraya doğru koştu ve askerlerin ihtarına kulak asmadan sarığını alıp giydi.. ve sonra da bu kadar tehâlükünün sebebini soranlara şöyle cevap verdi: “O’nun içinde Allah Resûlü’ne ait bir mübarek tüy vardı.”11 Bunu diyen insan, dünyanın en büyük kumandanlarını kapıkulu olarak kullanacak çapta bir insandı.
Afrika’yı bir baştan bir başa fetheden büyük insan Amr b. Âs, büyük siyaset ustası ve deha çapında bir idare kabiliyetinin adamıydı. Vefat ederken dilinin altına Allah Resûlü’nden hatıra kalmış mübarek bir kıl koyuyor ve bununla sorulan suallere kolay cevap vereceğine inanıyordu. Tekrar rica ederek soruyorum; eğer sahabe de tevhidi anlayamadıysa, yeryüzünde tevhidi anlayan kim vardır? Eğer bu şekildeki tevessüller şirk ise, ondan ilk kaçınması gerekenler Allah Resûlü’nün gökteki yıldızlara benzettiği ve “Hangisine uysanız hidayeti bulursunuz.”12 diye tebcil ettiği bu mümtaz ve müstesna insanlar olması gerekmez miydi? Hâlbuki görüyorsunuz ki onlar bu mânâda tevessülde bulunmayı kat’iyen mahzurlu görmüyorlar...
Hz. Ömer devrinde bir kuraklık olmuştu. Hz. Ömer, bu belânın kendi yüzünden ümmete musallat olduğuna inanıyordu. İki büklümdü ve yüzü bir türlü gülmüyordu. Bir gün aynı düşünceli eda ile evine gidecekti, fakat birden durdu. Geriye döndü ve koşar adımlarla bir istikamete doğru yürüdü. Geldiği ev Hz. Abbas’ın eviydi. Kapıyı Hz. Abbas açtı ve onun, ne olduğunu sormasına bile fırsat bırakmadan elinden tuttu ve bir tepeye doğru götürdü. Orada Abbas’ın elini havaya kaldırarak şöyle dua etti:
“Allahım, biz hayatta iken, Resûlü’nün aziz varlığını şefaatçi yapar ve isteyeceğimizi O’nun adına isterdik. Fakat artık O aramızda değil. Ancak bugün Senin huzuruna, Habib’inin amcasıyla geldim. Şu el hürmetine bize yağmur ver!”
Sahabi diyor ki, daha onların elleri havadan inmemişti ki gökten sağanak sağanak yağmur boşalmaya başladı.13
Ve yine Hz. Ömer devrinde kuraklık ve kıtlık olmuş, Müslümanlar yağmursuzluktan bunalmışlardı. Bir sahabi Allah Resûlü’nün nurdan kabrine vardı ve: “Yâ Resûlallah, Allah aşkına ümmetin için Allah’a müracaatta bulun da yağmur versin.” diyerek teveccühte bulundu. Sonra da evine gidip yattı. Rüyasında ona: “Git Ömer’e söyle, Allah yağmur verecektir.” denildi; derken ardından da yağmur geliverdi...
Bir başka vak’a: Gözleri görmeyen bir zat, Allah Resûlü’ne gelerek, gözlerinin görmesi için dua istedi. Allah Resûlü de ona gidip iki rekât namaz kılmasını ve namazın ardından da Allah Resûlü’nü vesile yaparak gözlerinin açılması için dua etmesini söyledi. Bu adam denilenleri yaptı ve gözleri birden açılıverdi...14 Dünden bugüne ümmet herhangi bir hastalıktan kurtulmak istediklerinde iki rekât namaz kılıp bu duayı okumuş ve Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla da hep şifa bulmuştur...
Mevzuu şöyle hulâsa edebiliriz: Kendisiyle tevessül edilen şahıslar esas gaye ve maksat yerine geçirilmediği ve onların sadece bir vesile ve vasıta olmaktan öte hiçbir salâhiyetlerinin bulunmadığı unutulmaz ve bütün bunlarda meşîet-i ilâhiyenin esas olduğu nazardan kaçırılmazsa tevessül vardır ve olmuştur. Nitekim yukarıda misallerini arz ettik. Bunun şirkle, uzaktan yakından herhangi bir alâka ve irtibatı da yoktur. Ancak her masum düşüncenin suiistimali mümkün olduğu gibi, bunu da kötüye kullananlar olabilir. Fakat, onların bu art niyeti, tevessülün zatında masum bir hareket oluşuna asla zarar veremez. Bizim tevessül anlayışımız budur. Böylece tevessül ettiğimiz şahısları kendi duamıza iştirak ettiriyor ve böyle birçok ağızdan yapılan duaların Allah katında kabul görmesinin daha kuvvetli olduğuna inanıyoruz. Böyle bir tevessülde de bereket umuyoruz.
Âbid: İbadet eden, kul.
Mâbud: Kendisine ibadet edilen, ilâh.
Hâhişkâr: İstekli, arzulu.
Tebcil etmek: Yüceltmek.
1 Buhârî, teyemmüm 1; salât 56; Müslim, mesâcid 3, 4, 5; Ebû Dâvûd, salât 24; Tirmizî, mevâkît 119; siyer 5; Nesâî, gusl 26; İbn Mâce, tahâret 60.
2 Bkz.: Buharî, rikak 38.
3 Bkz.: Kaf sûresi, 50/16.
4 Bkz.: Bakara sûresi, 2/186.
5 Fatiha sûresi, 1/5.
6 Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 22/133.
7 Tirmizî, kıyâme 59; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/293, 303, 307.
8 Enbiyâ sûresi, 21/107.
9 Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/91; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/357.
10 Bkz.: İbn Hibban, es-Sahih 11/221; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/388.
11 Bkz.: el-Vâkıdî, Kitâbü’l-meğâzî 3/884; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 4/104.
12 Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/132.
13 Buhârî, istiskâ 3; fedâilü’l-ashab 11.
14 İbn Mâce, ikâme 189; Tirmizî, daavât 118.