Kitap:Asrın Getirdiği Tereddütler 1
Bu soruda iki şık var:
Birincisi; Cenâb-ı Hak küllî iradesiyle nasıl diliyorsa, öyle mi oluyor; yoksa insan kendi iradesiyle mi yapıyor? Bu sorudaki âyet mealen şöyledir: “Allah kimi şaşırtırsa (dalâlete iterse) artık onu yola getiren olamaz. Ama kime de Allah yol göstermişse (hidayet ederse) onu saptıran olamaz.”3 Mânâ olarak, hidayet: Doğru yol, rüşd, nebilerin gittiği istikametli şehrahtır. Dalâlet ise, sapıkların yolu; doğru yolu kaybetme ve istikametten ayrılma demektir.
Dikkat edilirse, bunların her ikisi de birer iş, birer fiildir. Ve beşere ait yönü ile birer üf’ûle, birer fonksiyondur. Bu itibarla, bunların her ikisini de Allah’a vermek iktiza eder. Arz ettiğimiz gibi, her fiil Allah’a râcîdir. Ona râcî olmayan hiçbir iş gösterilemez. Dalâleti, Mudill isminin iktizasıyla yaratan, hidayeti, Hâdi isminin tecellîsine bağlayan ancak Allah’tır (celle celâluhu). Evet, ikisini veren de Hak’tır.
Ama, bu demek değildir ki; kulun hiçbir dahli, mübaşereti olmadan, Allah tarafından cebren dalâlete itiliyor veya hidayete sevk ediliyor da, o da ya dâll (sapık) veya râşid (dürüst) bir insan oluyor.
Bu meseleyi kısaca şöyle anlamak da mümkündür. Hidayete ermede veya dalâlete düşmede, bir ameliye ne kadarsa; meselâ: Bu iş on ton ağırlığında bir iş ise, bunun aşr-ı mi’şârını dahi insana vermek hatadır. Hakiki mülk sahibi Allah’tır ve o iş mutlaka mülk sahibine verilmelidir.
Müşahhas bir misal arz edeyim: Allah hidayet eder ve hidayetinin vesileleri vardır. Camiye gelmek, nasihat dinlemek, fikren tenevvür etmek, hidayetin birer yoludur. Kur’ân-ı Kerim’i dinlemek, mânâsını tetkik edip derinliklerine nüfuz etmek de hidayet yollarındandır. Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Huzur-u Risaletpenâhîlerine gitmek, rahle-i tedrisi önünde oturmak, onu can kulağı ile dinlemek; keza, bir mürşidin rahle-i tedrisi önünde oturmak, onun cennetâsâ iklimine girmek, onun gönülden ifade edilen sözlerine kulak vermek ve ondan gelen tecellîlere gönlünü mâkes yapmak, hidayet yollarından birer yoldur. İnsan bu yollarla, hidayete mübaşeret eder. Evet, camiye geliş küçük bir mübaşeret olsa da, Allah (celle celâluhu) camiye gelişi hidayete vesile kılabilir. Hidayet eden Allah’tır; fakat, bu hidayete ermede Allah’ın kapısını, “kesb” unvanıyla döven kuldur.
İnsan, demhaneye, meyhaneye, puthaneye gider; böylece “Mudill” isminin kapısının tokmağına dokunmuş ve “Beni saptır.” demiş olur. Allah da murat buyurursa onu saptırır. Ama dilerse engel çıkarır, saptırmaz. Dikkat buyurulursa, insanın elinde o kadar cüz’î bir şey vardır ki, bu ne o hidayete ne de dalâlete hakikî sebep olacak mahiyette değildir.
Şöyle bir misal arz edeyim: Siz, Kur’ân-ı Kerim’i ve va’z ü nasihati dinlediğiniz, keza ilmî bir eser okuduğunuz zaman, içiniz nura gark olur. Hâlbuki bir başkası minarenin gölgesinde ezan-ı Muhammedîyi duyarken, va’z ü nasihati işitirken, hatta en içten münacatlara kulak verirken rahatsız ve tedirgin olur da; “Bu çatlak sesler de ne?” diye ezanlar hakkında şikâyette bulunur.
Demek oluyor ki; hidayet eden de, dalâleti veren de Allah’tır (celle celâluhu). Ama bir kimse dalâletin yoluna girdiyse, Allah (celle celâluhu) da, binde 999,9 ötesi kendisine ait işi yaratır; -tıpkı düğmeye dokunma gibi- sonra da insanı, dalâlete meyil ve arzusundan ötürü ya cezalandırır, veya affeder.
Aşr-ı mi’şâr: Yüzde bir.
Mudill: Dalâleti yaratan, hak edenleri dalâlete sevk eden.
Râcî: Ait, bağlı.
Şehrah: Büyük cadde, ana yol.
1 Zümer sûresi, 39/36-37.
2 Kehf sûresi, 18/29.
3 Zümer sûresi, 39/36, 37. Ayrıca bkz.: Kehf sûresi, 18/17; Müslim, cuma 45; Tirmizî, cuma 16; Nesâî, cuma 24.