Kitap:Kalbin Zümrüt Tepeleri 4
İtizar
Esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhaniyenin ifade edilmeye çalışıldığı bölümde haberî sıfatlara da temas edileceği sözü verildiği hâlde, her nasılsa, bir zühûl eseri olarak bu hususun unutulmuş olduğunu sonradan fark ettik.. fark ettik ve bir ihtiyaca binaen değil de sırf verilen sözü yerine getirmek için icmalen de olsa şu üç-beş satırı karalama lüzumunu duyduk. Okurlarımızın bizi bağışlayacağını umarız.
***
Haberî sıfatlar, hem Kur’ân’da hem de Sünnet’te çokça zikredildikleri hâlde, zâhirî mânâları itibarıyla Zât-ı Hakk’a nisbetleri uygun düşmediğinden konuyla alâkalı farklı yorumlara gidilmiş ve bazıları için mezelle-i akdâm olmuş “usûlüddin” mesâilindendir; evet, müteşâbihât türünden sayılan bu kabîl sıfât-ı sübhaniye bazı dikkatsizlerce kelime mânâları itibarıyla yorumlanarak bazen ifratlara girilmiş, bazen de tefritlere düşülmüş ve her iki durumda da bir imtihan olarak bazı kimselerin kaybetmelerine ve dalâlete düşmelerine sebebiyet vermiştir. Bazılarının farklı düşüncelere saptığı böyle bir konuda yoruma kapalı olan selef, temkin edalı tevakkuflarında, yoruma açık halef de tevillerinde hep saygı ve edeb yolunu seçerek, nefy ü inkâra sapmadan, teşbîh ü tecsîme girmeden orta bir yol takip etmişlerdir.
Haberî sıfatları hem Kur’ân-ı Kerim’de hem de Sünnet-i Sahiha’da görmek mümkündür: وَجَۤاءَ رَبُّكَ1’de geçen “mecî”; أَنْ يَأْتِيَهُمُ اللّٰهُ2 fermanındaki “ityân”; اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى3 beyan-ı sübhanîsindeki, kelime mânâsı itibarıyla hâkimiyet altına alma, kontrol etme, yüceliğini ve yüksekliğini ortaya koyma, mâlikiyet ve kudretini ifade etme mânâlarına gelen “istivâ”; وَيَأْبَى اللّٰهُ4 cümlesindeki “ibâ”; كَتَبَ عَلَى نَفْسِهِ الرَّحْمَةَ5, وَاصْطَنَعْتُكَ لِنَفْسِي6 ... âyetlerinde ve أَنْتَ كَمَا أَثْنَيْتَ عَلَى نَفْسِكَ7,إِنِّي حَرَّمْتُ الظُّلْمَ عَلَى نَفْسِي8 hadislerinde geçen “nefs”; وَغَضِبَ اللّٰهُ عَلَيْهِ9 gibi âyetlerdeki öfkelenme ve intikam alma mânâlarına gelen “gazap”; يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ أَيْدِيهِمْ10, وَأَنَّ الْفَضْلَ بِيَدِ اللّٰهِ11 âyetlerindeki kuvvet, mülk, ahd ü inayet anlamlarındaki “yed”; كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ12, وَيَبْقٰى وَجْهُ رَبِّكَ13,إِنَّمَا نُطْعِمُكُمْ لِوَجْهِ اللّٰهِ14 âyât-ı beyyinâtındaki yüz, zât ve rıza mânâlarındaki “vech”… gibi sıfatlar bu cümledendir. Dahası bazılarına göre, إِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰۤئِكَةِ15 gibi âyetlerdeki “kavl”; وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ16 beyanındaki “teklîm”; إِنَّ اللّٰهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ17 ferman-ı sübhanîsindeki “sem’ u basar”; وَاللّٰهُ مَعَكُمْ18 beyanından münfehim olan “maiyyet”; أَنَّ لَهُمْ قَدَمَ صِدْقٍ عِنْدَ رَبِّهِمْ19 cümlesindeki “kadem” kelimeleri de bu kategoriye dâhil sıfatlardan sayılmıştır.
Ehâdîs-i Nebeviyede de bu cümleden olarak bir hayli sıfat göstermek mümkündür: يَسْأَلُ الْمَلٰئِكَةَ20 sözündeki “sual”; يَأْمُرُ21 ve يَنْهٰى22 kelimelerindeki “emr u nehy”; يَشْهَدُ23 sözünden anlaşılan “şehadet”; يُهَرْوِلُ24 kelimesinden çıkan “hervele”; يَتَقَرَّبُ بَاعًا25’daki “takarrüb”; يَنْزِلُ إِلَى سَمَاءِ الدُّنْيَا26 ifadesindeki “nüzûl”; keza يُحِبُّ27, يُبْغِضُ28 ve يُرٰى فِي أَحْسَنِ صُورَةٍ29, يَفْرَحُ30, يَضْحَكُ31, يَقْبِضُ32, يَبْسُطُ33, يُجَادِلُ34, يَعْجَبُ35, مَا مِنْ أَحَدٍ أَغْيَرُ مِنَ اللّٰهِ36 ve أَنَا مَعَهُ إِذَا ذَكَرَنِي37… gibi kelime ve cümlelerden münfehim olan “muhabbet, buğz, ahsen-i sûret, ferah, dahik, kabz u bast, mücadele, aceb, gayret, maiyyet” kelimeleri de bu kabîl sıfatlardandır.
Selef-i sâlihîn, müteşâbihât konusunda olduğu gibi bu tür haberî sıfatlar hususunda da tedbirli ve temkinli davranarak bunların birer ilâhî sıfat olduğunu kabullenmenin yanında mânâlarını Allah’a havale etme yolunu tercih etmişlerdir. Halef ü selef Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in konuya bu şekilde olumlu yaklaşmalarına karşılık, ta ilk dönemlerden itibaren bir kısım Müşebbihe ve Mücessime, biraz da bu sıfatları inkâr etme durumuna düşmemek için –hâşâ– Zât-ı Ulûhiyet’i de tıpkı insanlar gibi eli-ayağı, gözü-kulağı olan, inen-çıkan, koşan-yaklaşan, sevinen-gülen ilâ âhir… bir varlık olarak tasavvur etmiş ve fikren dalâlete sürüklenmişlerdir. Böyle bir ifrata karşı Mutezile ve Cehmiye gibi mezhepler ise bütün bütün tefrite düşerek, bu tür sıfatların Zât-ı Hakk’a isnadı uygun olmayacağı mülâhazasıyla onların, hatta diğer sıfât-ı sübhaniyenin de inkârına giderek her şeyin “Zât”tan ve O’nun şe’nlerinden ibaret olduğuna zehab etmişlerdir. Selef-i sâlihîne gelince onlar, bütün sıfatlar gibi bunları da kabul etmenin yanında şöyle böyle tevil ü tefsire gitmemiş ve müteşâbihât karşısındaki tavırlarına benzer bir tavır sergileyerek “Onların hakikatini ve gerçek yorumlarını Allah’tan başka kimse bilmez.”38 deyip sükûtu tercih etmişlerdir.. evet onlar, teşbîh ü tecsîme girmeyen Zât ve sıfât mülâhazalarının yanında, sıfatları inkâr etmeden tenzihte bulunmasını da başarmış; usûlcülerin ifadesiyle, “isbat bilâ teşbîh ü temsîl, tenzîh bilâ ta’tîl ü inkâr” hakikatini ortaya koymuşlardır.
Daha sonraki âlimlerden (halef) bazıları ise saf zihinlerin sağa-sola çekilmemesi ve efkârın bulandırılmaması için Kitap ve Sünnet’in temel disiplinlerine sadık kalarak dil kuralları çerçevesinde bir kısım mâkul yorumlara –yukarıda geçtiği şekilde– gitmede beis görmemişlerdir: “Nüzûl”ü, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin inmesi; “ityân”ı, O’nun kahr u gazabının gelmesi; “mecî”i, hususî emirlerinin zuhuru; “istivâ”ı, hâkimiyetini göstermesi; “yed”i, nimeti, kudreti ve mâlikiyeti; يُهَرْوِلُ ’yu ve يَتَقَرَّبُ بَاعًا ’ı, serîan iltifat ve teveccühte bulunması; يُحِبُّ ’yu, sevme muamelesi göstermesi… şeklinde tevil etmişlerdir.
Bu konuda bazı itirazlar söz konusu olmadığı ve mutlaka cevap verme mecburiyetinde kalınmadığı sürece selef-i sâlihînin yolu hem selâmetli hem de saygı edalıdır. Mücbir sebepler karşısında halef-i kirâmın mesleği de başvurulabilecek kaynaklardandır.
اَللّٰهُمَّ اٰمَنَّا بِكَ كُلٌّ مِنْ عِنْدِكَ سَلِّمْنَا وَسَلِّمْ دِينَنَا وَلَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ.
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا وَشَفِيعِ ذُنُوبِنَا مُحَمَّدٍ وَاٰلِهِ وَأَصْحَابِهِ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ.