Kitap:Kalbin Zümrüt Tepeleri 3
Nefis, zatında maddeden mücerred, ama iş ve icraatında her zaman maddeye mukarin bir cevherdir ki, herhangi bir şeyin özü, esası, kendi demektir. Onu; ruh, kalb, ceset, hevâ, heves ve şeytanın insana nüfuz sistemi; hatta zaman zaman akıl yerinde de kullananlar olmuştur. Şeriat örfünde nefis; şehvet, gazap, öfke, kin, nefret, hiddet... gibi hâl ve kuvvelerin esası, merkezi, beden ve cismaniyet edalı kabil-i tahavvül ve terakki bir mekanizmadır.
Nefsin, insan bedeni ile ruhu arasında, o alanla alâkalı, tecrübe ile duyulup hissedilen mütemadi bir irtibatı söz konusudur. İnsanın zâhirî ihsaslar muhassalası ve bâtınî ihtisaslarla mâverâ-i tabiata (fizik ötesi) ıttılaı, hep bu irtibat sayesinde gerçekleşir. Yine bu irtibat sayesinde ruhta meydana gelen herhangi bir hâl, bir zevk, bir mevhibe, bir vârid beden üzerinde bir iz bırakır ve onda infiâle sebebiyet verecek bir tesir icra eder. Böylece ruhtaki her teessür beden üzerinde bir çeşit kendini hissettirdiği gibi, bedende hâsıl olan herhangi bir hâl ve infiâlin de mutlaka ruh ufkunda bir tesiri görülür.
Meselâ, bazen insanda bulantı hâsıl eden bir nesnenin düşünülmesi onda istifrağ hissi hâsıl eder. Hatta bazen insana sıkıntı veren ve ruha dokunan bir kısım hâdiselerin onun bedeninde –psikosomatik rahatsızlıklar gibi– rahatsızlıklara sebebiyet verdiği de olur.. tatlının zikredilmesiyle zâika sisteminin onu tatmış gibi olması, acının anlatılmasıyla kuvve-i zâikanın tepki göstermesi hep böyle bir tesir ve teessüre verilebilir.. bunun gibi, bedende meydana gelen değişik durumların da her zaman ruhta bir kısım akisleri duyulur ve âdeta bu iki sistem arasında sürekli bir teati yaşanır.
Fena tasavvurlar, sevimsiz tavırlar, olumsuz davranışlar, –tabiri caizse– ruhta bazı takallüsler meydana getirdiği gibi, nezih mülâhazalar, Hak hoşnutluğunu hedefleyen planlar, projeler, kalb ve lisanın “Allah Allah” diye gürlemesi de ruhta inşirah ve inbisatlar hâsıl eder/etmektedir. Çok defa biz farkına varmasak da bu hâl nuraniyete inkılâp ederek “latîfe-i rabbâniye” yolu ile bütün ruh ufkunu sarar; sırrı tenbih edip harekete geçirir ve insanın metafizik derinliklerinde değişik şekilde yankılanmaya başlar. Bunun gibi beden de ne zaman, ibadet ü taatle Hakk’a inkıyadını ifade eder, yaratılışının gayesine (mâ hulika leh) uygun yaşar, imanını diyanetle derinleştirir ve ibadetini ihsan şuuruyla taçlandırırsa, bu defa da ruhta âdeta bir şölen havası hissedilmeye başlar. Ümit ve reca o insanda Hakk’a iştiyak duygularını kamçılar; mehâfet ve haşyet mülâhazalarına kapı aralayan davranışlar da onun ruhunda saygı, temkin ve teyakkuz hissi uyarır. Böylece, denizlerin tebahhur edip buluta yürümesi, bulutların yağmurlaşıp arzın başına boşalması, sonra da çağlayıp ummanlara akması... gibi bedenden ruha, ruhtan da bedene sürekli böyle bir dolup boşalma söz konusu olur.
Bu şekilde karşılıklı bir tesir ve teessür sayesinde cismaniyetin galebesi sonucu insanın baş aşağı “esfel-i safilîn”e sukutu mukadder olduğu gibi; iman, islâm ve ihsan yörüngesinde hareket etmesi sayesinde de –bi iznillâh– insanî tamamiyete ve “a’lâ-i illiyyîn”e yükselmesi söz konusudur. Seyr u sülûk dediğimiz şey de işte böyle bir teati ve alışverişle Hakk’a vuslatın ayrı bir unvanı ve insan-ı kâmil olmaya yürümenin de önemli bir yoludur.
Bütün bu alışverişler, mütemadi teatiler, yürüyüşler ve varışlar, hep bu nefs-i insanî biniti, sefinesi ve peyki vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Bu hakir görünümlü merkûbun pusulası iman, rotası İslâm, kaptanı Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhissalâtü vesselâm) ve bu uzun yolda durmadan yol almanın dinamiği de zikr ü fikirdir. Ne var ki, bu binit, bu sefine ve bu peykin belli maksatlar için mahiyetine yerleştirilmiş bulunan zâhirî bir kısım muzır hususiyetler de vardır ki, şayet nefis umumî bir tezkiye ile tadil edilmemiş/edilememişse, ruh-beden veya beden-ruh arası inip çıkan, çıkıp inen mânâların, mazmunların, ilimlerin, mârifetlerin, zikirlerin, fikirlerin ulaşacakları noktaya ulaşmaları esnasında bir kısım türbülanslara maruz kalmaları, hatta ciddî alaboralar yaşamaları kaçınılmazdır.
Aslında bunları da kendi kendine meydana gelen hâdiseler şeklinde yorumlamak doğru değildir. Bu kabîl olumsuzluklar bazen, insanların günah, gaflet ve temkinsizliklerinden kaynaklanır; bazen muvakkat kabz girdapları gelip pusulaya, dümene dokunur; bazen cismanî neş’e ve inşirah anaforlarıyla rota kaymalarına maruz kalınır; bazen de böyle bir seyahat âdâbına uymayan hataları görememeden veya sevaplarla fahirlenme ve küstahlaşmadan meydana gelir. Eğer insanlar, bu hususları ruhu öldüren/öldürecek olan birer virüs gibi görür ve onlardan uzak durabilirlerse; ezkaza bulaştıklarında da hemen tevbe, inâbe, evbe kurnaları altına koşarak ciddî bir arınma gayreti gösterirlerse, فَأُوۨلٰۤئِكَ يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّاٰتِهِمْ حَسَنَاتٍ “Allah onların seyyielerini haseneye tebdil eder.”1 ve şer kabiliyetlerini hayır istidatlarına çevirerek onlara yeniden dirilme fırsatı verir.
Nefis, kibir, gurur, bencillik, haset, haksızlık, düşmanlık... gibi ruhun kolunu kanadını kıran/kıracak olan şeytanî hususiyetlerine rağmen, özünde ruh refakatine yükselecek seviyede kıymet ifade eden önemli bir potansiyeli de haizdir. Eğer konumunun, Hakk’ı tanıyıp anlamaya bir vasıta olduğunu kavrar, iddiayı bırakır, duaya yönelir ve mahiyetindeki potansiyel fenalık hislerinden ötürü Rabbine sığınır, Hakk’a vuslat yolunda kalb ve ruhun arkasında durursa, o da refikleriyle beraber “a’lâ-i illiyyîn”e yürüyebilir.
Aslında nefis, insanda metafizik gerilim adına da çok önemli bir unsur sayılır. Âdeta o, potansiyel insanın hakikî insanlığa yükselmesi adına bir zemberek gibidir. Uğraştırır insanı ve fırsat vermez onun uyumasına. Biler sürekli insandaki mücadele azmini ve beynini kullananlara beyin fırtınaları yaşatır. Nihayet mahiyet-i insaniye, yaratılışıyla hedeflenen kıvama erince o da kalb melikinin memlûkü hâline gelir ve ona her zaman “Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var!” der gibi bir tavır alır. İsterseniz siz buna;
وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَاۙ ۞فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَاۙ ۞قَدْ أَفْلَحَ مَن زَكّٰيهَا
“Her bir nefse ve onu düzenleyene; ona hem kötülüğü hem de ondan sakınma yolunu ilham edene yemin olsun ki: nefsini maddî ve mânevî kirlerden arındıran felâha erer.”2 fehvâsınca, tezkiye imbiklerinden geçmiş ve fücûru aşarak takvaya ulaşmış “müzekkâ nefis” de diyebilirsiniz. Ne derseniz deyiniz artık bu hâliyle o, ruhun bir dublesi hâline gelmiştir.. ve hep kaçar şerden, yürür hayra.. tiksinti duyar seyyieden, koşar haseneye.. ve bir an gelir ki, misyonunu âsâb, hassasiyet ve beşerî diğer garîzelere tevdi ederek ömrünü ruh mihmandarlığında geçirmeye başlar.
Sofîlerin, seyr u sülûkta, zevken duyup yaşadıkları bu konuyu biz, nefs-i emmare, nefs-i levvame, nefs-i mülheme, nefs-i mutmainne, nefs-i râdıye, nefs-i mardıyye, nefs-i zekiyye veya sâfiye unvanlarıyla daha önce arz etmeye çalışmıştık. Nefis bu kademelerden birer birer geçip yukarıya doğru yükseldikçe, mahiyet-i insaniye üzerindeki cismaniyete ait zulmetler de arka arkaya yırtılır. Herkesin derecesine göre dört bir yanda ruhanîliğe ait şualar parıldamaya başlar ve sâlik kendini melekûtî ufuklarda sanır.
Bu mertebelerden her birinin kendine göre bir vâridi, bir mevhibesi, bir zevki, bir ufku, bir şivesi, bir ihsası ve bir de ihtisası vardır. Bunlar bazen mürşidin işaretleriyle, bazen de kendini bilen, ruhunu dinleyen yüksek murâkabe ve muhasebe insanlarına özel bir teveccühle ihsas edilir veya açıktan açığa bildirilir.
Aslında, nefis nefistir; ama iyi bir tezkiye sayesinde hevâsına muhalefeti ve Rabbine muvafakatı sağlanabilirse insanî ufukta, ışığı güneşten, tıpkı bir dolunay gibi o da pırıl pırıl bir ziya kaynağı hâline getirilebilir. Aksine, eğer tezkiye görmezse er-geç ufkunu hevâ ve hevesin sisi-dumanı sarar, derken cismanî düşüncelerin tesirinde yamuk-yumuk hâle gelir ve varlığın perde arkasını sezemeyecek kadar da körelirse, kat’iyen ruha refakatini devam ettiremez ve münkerâta açık tabiatının gereği insan mahiyetinde âdeta bir fenalık girdabına dönüşür. Sonra da insanoğlunun zayıf yanları sayılan bir kısım boşlukları kullanarak bir anda pek çok cepheden hücumla –hafizanallah– bir hamlede onu yere serebilir. İstiğfar ve dua ona karşı birer önemli sütre; seyr u sülûkta esas kabul edilen disiplinler ilâhî sıyanete fiilî birer çağrı ve Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhissalâtü vesselâm) vesâyeti de onun için en emin bir sığınaktır. Beşerî ihtiyaçları gereklilik miktarına bağlamak, meşru dairedeki zevk, lezzet ve keyiflerle onun sesini kesmek, gayrimeşru arzu, istek ve iştihalarının ürperten akıbetleriyle sürekli ona tenbihte bulunmak da onu zapturapt altına almanın bir başka yolu olsa gerek...
* * *
İşin aslına bakılacak olursa, nefsin de insan mahiyetindeki diğer elemanlardan hemen hiçbir farkı yoktur. İnsan, ilk yaratılışıyla kendisine tevdi edilen bu elemanları, Yaratan’ın belirlediği çerçevede ve yaratılışın gayeleri istikametinde kullandığı takdirde o vedîayı değerler üstü değere yükseltmiş olur.
Meselâ, göz, görülebilen şeylere karşı bir pencere mahiyetinde; kulak, belli dalga boyundaki sesleri beyin merkezine ulaştırmada bir âhize ve nâkile; ağız, bütün sistemiyle değişik tatlar üzerinde bir müfettiş ve duyguları, düşünceleri ifade adına da bir tercümandır. Gözler, bakılacak nesnelere bakmaları gerektiği gibi bakar; kulaklar, fena seslere-soluklara kapanır, iyiye-güzele nâkilelik yapar; ağız, teftiş vazifesini şuurluca sürdürerek insanda tefekkür ve teşekkür duygularını tetikler, sonra bir beyan vasıtası olarak yaratılış gayesine uygun hareket ederse bunların her biri birer birer, sonra da hepsi birden insanı insanî kemalâta yükselten bir kanat hâline gelirler. Aksine göz, dinin levsiyat saydığı şeylerle meşgul olur ve kendini kirlenmeye salar; kulak, Allah’ın sevmediği şeylere âhizelik yaparak bir habâis santrali gibi işler; ağız, teftiş vazifesini unutarak kendi zevklerine bağlı yaşar ve ölçüsüz-tartısız konuşursa kalbin kolu-kanadı kırılır ve ruhun da gözlerine kezzap dökülmüş gibi olur.
Nefsin de bunlardan pek farkı yoktur; o da, yukarıda işaret edilen çerçevede tezkiye edilerek insan bünyesinde şeytana santrallik yapmadan kurtarıldığı takdirde, “mahiyet-i nefsü’l-emriye”si itibarıyla yerlerde sürüm sürüm sürünen bir sürüngen iken âdeta sırlı bir metamorfoz görmüş gibi birdenbire başlarımız üstünde pervaz eden bir güvercine dönüşüverir. Ve adına Cenâb-ı Hakk’ın: وَلَۤا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ “Kendini sorgulayıp kusurlarına pişmanlık duyan nefse andolsun.”3 iltifatkâr sözleriyle taltif edilir. İki adım daha atınca, يَۤا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ ۠اِرْجِع۪ۤي إِلٰى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً “Ey itminana ermiş nefis, sen Rabb’inden, Rabb’in de senden razı olarak dön Rabb-i Kerimine.”4 teveccüh esintileriyle okşanır ve ruhun gidip yaslandığı aynı kanepeye yaslanır.
Böylece إِنَّ النَّفْسَ لَأَمَّارَةٌ بِالسُّۤوءِ “Şüphesiz nefis her zaman fenalıkları ister ve kötü şeyleri emreder.”5 beyanlarıyla ortaya konan yılandan-çıyandan daha muzır bu katı tabiatlı cevher, günahlarının farkına varıp istiğfara koşması; hatalarını görüp onlardan tiksinmesi; küfürden, nifaktan, fısk u fücurdan uzak durmaya çalışması ve en iyi hâllerinde bile mazhariyetlerinin istidrac olabileceği endişesiyle tir tir titremesi; hatta bir hamle daha yapıp kendini tezkiyeyi, tezkiyesizliğe bağlaması sayesinde, olduğu yerden fersah fersah yukarılara yükselmiş ve o ölçüde de semavîlere yaklaşmış olur. Felsefecilerin “nefs-i nâtıka”, Kur’ân’ın da “nefs-i mutmainne” dediği bu nefis, artık ruh ve kalb ufkuna açık, melek edalı öyle bir arzlıdır ki, ulaştığı bu nokta itibarıyla, o ana kadar hoşlanmadığı, ağır bulduğu tekâlif-i diniyeden zevk almaya başlar. O güne değin acı gördüğü şeyler birdenbire tatlılaşır; onun bu hâline muhâzî olarak latîfe-i rabbâniye ve sırrın üzerindeki nefsanîliğe ait toz-duman da tamamen silinir gider; varlık ve hâdiseler daha bir başka edaya bürünür. Her nesneden aldığı O’na çağrıyla yer yer haşyetler yaşar, zaman zaman da sevinçle coşar ve kendini ruhanîler arasında sanır.
Bir an gelir ki, artık akıl orada bütün bütün kalbe yaklaşır; mâkulât latîfe-i rabbâniye mevhibelerinin rengine bürünür. Uğranılan her menzilde mehâfet ve mehâbet esintileri duyulur; yer yer hayâ hissiyle iki büklüm yola devam edilir; zaman zaman da lütuf sağanaklarıyla inşirahlar yaşanır. Kalbin “Allah Allah” solukları onun “Yâ Gaffâr, Yâ Settâr” nefeslerine karışır.. sesler hep O’nu söyler, nefesler hep O’nunla inler ve bir yandan fuâd ufkundan ona sinyaller iner, onu verâlara uyarır; diğer yandan vâridlerin inkıtaı endişesi ve beklenmedik haylûletler korkusu beyninin içinde yıldırımlar gibi gürler; gürler de ürperir O’na sığınır ve sevinir her şeyi O’ndan bilir.
Artık onun şevki, tam bir kalb iştiyakı, hüznü de bir evvâb hüznüdür. Geçmişini tiksintiyle seyrederken “Henüz her şey bitmedi, aydınlık bir gelecek var.” der âtiye koşar ve arkada bıraktığı boşlukları da önündeki fırsatlarla telafi edebileceği ümidiyle şahlanır. Geçmiş hayatındaki boşlukları âh u efgân nağmeleri ve zikr u fikr neşideleriyle doldurmaya çalışır. Âlem yeyip-içip-yatarken o: “Ben bunları geçmişte yaşamıştım.” der, yapması gerekli olan şeyler arkasında koşar.
Gayrı o, hep Rabb’in huzurundadır ve O’nun huzurundaki her kıyamı bir tâzim faslı, her rükûu bir hicab hâli, her secdesi bir mahviyet tavrı ve her celsesi de bir murâkabe vakfesidir. Titrer durur yol boyu ve kalbe refakatin hakkını eda etmeye çalışır. Ürperir O’nu düşünürken, rahmetini tezekkürle soluklanır, çevresini bir arayış ve bir buluşa yürüyüş mülâhazasıyla süzer ve gözlerini sürekli vuslat iştiyakıyla açar-kapar. Sık sık kulluğa yaraşmayan nakîselerini hatırlar ve onları kendisi ile Rabbisi arasında birer uçurum gibi görür ve döner لَا تَكِلْن۪ي إِلٰى نَفْس۪ي طَرْفَةَ عَيْنٍ “Göz açıp kapayıncaya kadar olsun beni benimle baş başa bırakma.”6 diye mırıldanır.
Şeytandan uzaklaşmıştır ama, yine de onun nüfuz menfezlerine karşı kapı üstüne kapı yerleştirir ve kapıları açılmaz sürgüler ve anahtarsız kilitlerle kapalı tutmaya çalışır. Şeytanı her hatırlayışında kendini haramiler vadisinde hissediyor gibi olur; istiâzeden istiâzeye koşar ve رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاط۪ينِۙوَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ “Ey Rab, şeytanların vesvese ve dürtülerinden Sana sığınırım, onların bana mülâzemet ve huzurlarından da.”7 sözleriyle soluklanır ve günde bilmem kaç kere bu mülâhaza ile gider O’nun kapısına dayanır.
Güvenmez asla kendine, emeğine, ameline; beğenmez yaptıklarını, yapacaklarını; debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi ayaklarının altına alır ettiklerini de edeceklerini de. En hayırlı işlerinde bile riyaya, süm’aya, alkış ve takdir beklentisine girdiği/giriyor olduğu endişesiyle sarsılır, rüzgârlarla salınıp sarsılan ağaçlar gibi. Yol boyu hep bu mülâhazalarla yürür ta son noktaya kadar; yürür de, sağda-solda bir sürü derbederin ve dökülüp yollarda zayi olanların يَا لَيْتَن۪ي قَدَّمْتُ لِحَيَات۪ي “Ah keşke sağlığımda şu hayat için bir hazırlıkta bulunabilseydim.”8 deyip inlemelerine karşılık o يَۤا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ ۠اِرْجِع۪ۤي إِلٰى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةًۚفَادْخُل۪ي ف۪ي عِبَاد۪يۙوَادْخُل۪ي جَنَّت۪ي “Ey nefs-i mutmainne, dön Rabbine, sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak; dön ve gir hâlis kullarım arasına, gir Cennetime.”9 iltifat ve teveccühleriyle istikbal edilir. Bilinmedik uhrevî bişaretlerle şereflendirilir ve kalb ufkundan ne mevhibelere ne mevhibelere mazhar olur.
O, dünyada, “riyâzet” demiş; az yemiş, az içmiş, az uyumuş, kendinden geçmiş; yürümüş itminan ve rıza ufkuna doğru. Aczini, fakrını ve O’na olan ihtiyacını duyarak kendini böyle bir yürümeye mecbur bilmiş; mevsimi gelince de O’nun servet ve gınasına ulaşmış özel inayet ve ihsan faslından. Duymuş en duyulmazları, görmüş en görülmezleri; çamurdan, balçıktan “eşref-i mahluk”un yaratıldığını, maddenin ruhla atbaşı hâle geldiğini; nefs-i emmareden bir nefs-i mutmainne çıktığını görmüş ve tali’inin gülen yüzünü temâşâ zevki içinde yürümüş mekân içinde lâmekâna, cisim içinde câna, onca gaybûbetten sonra ayâna.
Nefse böyle bakmış erbab-ı hakikat, onu böyle görmüş ashab-ı hikmet. Zaten Mâlikü’l-Mülk öyle dilemişse, artık orada bütün sebepler lâl kesilir. O, “yok”a varlık külahı giydirmişse, “hiç”in her şey olmasını niye yadırgayalım ki! O isterse damlayı derya yapar; isterse zerreyi güneşe döndürür ve yokta bin türlü varlık cilvesi gösterir; gösterir ve hiç olmayacaklara da sultanlıklar bahşeder.
اَللّٰهُمَّ إِنّ۪ي أَسْأَلُكَ نَفْسًا بِكَ مُطْمَئِنَّةً، تُؤْمِنُ بِلِقَاءِكَ وَتَرْضٰى بِقَضَاءِكَ وَتَقْنَعُ بِعَطَاءِكَ.
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى أَكْمَلِ الرُّوحِ وَأَتَمِّه۪ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ حَب۪يبِكَ وَاٰلِه۪ وَأَصْحَابِهِ الْمَحْبُوب۪ينَ عِنْدَكَ.