İlm-i Ledün
Tahmini okuma süresi: 9 dk.
635 defa okundu.

Kitap:Kalbin Zümrüt Tepeleri 3



Türkçe’de kat, huzur, nezd sözcükleriyle karşılamaya çalıştığımız, bir mânâda “inde” lâfzının da müteradifi sayılan “ledün” kelimesi, “ilm-i ledün” şeklinde izafetle kullanılınca; gayb ilmi, esrar ilmi, Allah tarafından insanın gönlüne atılan ilâhî bilgi ve içe doğan hakikatler mânâsına gelir. Başta, umum enbiyâ ve mürselîn olmak üzere, bütün evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabînin –bir başka zaman teker teker bu kelimelerin ne mânâya geldiklerini ifade etmeye çalışacağız1– ilimleri, Cenâb-ı Hak tarafından vahiy ve ilham unvanıyla gönüllere ilkâ edilmiş bilgi ve mârifet olması itibarıyla, hemen hepsi de bir çeşit ilm-i ledün sayılır. Hususiyle de, “akrabu’l-mukarrabîn” olan İlm-i Ledün Sultanı’nın hem gayb-ı mutlak hem de gayb-ı mukayyetle alâkalı her türlü bilgi ve mârifeti –bununla, gayb ilmi, esrar ilmi ve vicdan kültürünü kastediyoruz– ilm-i ledün nev’indendir ve O Ferîd-i Kevn ü Zaman, Süleyman Çelebi’nin:

Bu gelen İlm-i Ledün Sultanı’dır,

Bu gelen tevhid-i irfan kânıdır.

mısralarıyla seslendirdiği gibi, bu gizli ilmin tam bir hazinedârı ve bu hususî irfan havzının da bir mârifet kahramanıdır. Ne var ki, böyle özel bir mazhariyet, bütün evliyâ ve enbiyâ, bütün asfiyâ ve mürselîn için her zaman söz konusu olmayabilir. Zira, ilm-i ledün, ilâhî feyz yoluyla, hususî bir kısım kimselerin kalbine atılan özel bir bilgi ve mârifettir.. ve böyleleriyle aynı ufku paylaşmayanların ondan anlamaları da mümkün değildir.

İlm-i ledün, her zaman zâhirî şer’e muvafık olmayabilir. Bu gibi durumlarda meşhûdâtlarını “usûlüddîn” prensipleriyle tashihe tâbi tutmayanlar, bazen yanılabilecekleri gibi, kendilerine tâbi olanları da yanıltabilirler. Keşif ve ilhamlarını muhkemâta göre tesbit edenler ise her zaman, berzahî ufuklarıyla mülk ve melekûtu birden görür.. dünya ve ukbâyı bir vâhidin iki yüzü gibi müşâhede eder.. ve tilmizlerine gayb u şehadet âleminin vâridâtından ne kevserler ne kevserler sunarlar.!

Kur’ân-ı Kerim, Kehf sûresinde bu mazhariyeti haiz, Allah’ın has bir kulundan bahsederken –Sünnet-i Sahiha bunun Hızır olduğunu söyler2– “Orada bizim seçkin kullarımızdan, has bir abdimizi buldular ki, Biz onu nezdimizden hususî bir merhametle şereflendirerek kendisine (ilâhî esrar) ilmi öğretmiştik.”3 şeklinde bir açıklamada bulunur. Tasavvuf erbabına göre işte bu ilim, ilm-i ledündür.. ve Hz. Musa gibi “ulü’l-azm” enbiyâdan birisi, temelde, ilâhî bilgilerde tam metbû olmasına rağmen, münhasıran ilm-i ledün çerçevesinin belli bir motifinde Hz. Hızır’a tâbi olarak o ilmin ihata alanını görmeye çalışmıştır. Sahih-i Buhârî’de bu farkı ortaya koyan şöyle bir rivayet vardır: Hızır, Hz. Musa’ya “Yâ Musa, ben, Allah’ın bana öğrettiği öyle hususî bir ilme mazharım ki, sen onu bilemezsin; sen de öyle bir ilimle serfirazsın ki, ben de onu bilemem.”4 der.

Evet, ilm-i ledün, umuma ait bir ilim olmaktan daha çok, hususî bazı kimselere Cenâb-ı Hakk’ın özel bir ihsanıdır ve onların dışındakiler her ne kadar değişik konularda daha fazla malumat sahibi olsalar da, bu mevzuda ilm-i ledün erbabının gerisinde sayılırlar. Zira bu ilim –liyâkat, istidat, Allah’a yakınlık… gibi hususların şart-ı âdî planında vesilelikleri mahfuz– tamamen Allah’ın bir atâ tecellîsidir ve kat’iyen kesbî de değildir. Bu itibarla da onun, ne okumayla ne araştırmayla ne de daha değişik yollarla elde edilmesi söz konusudur.

Evet o, ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَۤاءُۘ وَاللّٰهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظ۪يمِ “Bu tamamen Allah’ın dilediğine tahsis buyuracağı bir lütuftur ve Allah, en büyük lütuf ve ihsan sahibidir.”5 fehvâsınca hususî bir tecellînin unvanıdır.

Ne var ki, böyle bir irfan, insanlar nazarında, ne kadar cazip, parlak, büyüleyici ve ilâhî esrara açık olsa da, yine de enbiyâ-i izâmın mazhar bulundukları ilimler ondan kat kat yüksektir, objektiftir, herkese açıktır ve insanların dünyevî-uhrevî saadetlerinin de teminatıdır. Bu iki ilim arasındaki farklılığı şu şekilde vaz’etmek de mümkündür:

Hz. Musa’nın ilmi, insanların dünyevî hayatlarını tanzim ve uhrevî saadetlerini temine matuf bir “ilm-i şeriat”, Hızır’ın ilmi, gayb ve esrarla alâkalı ledünnî bir mevhibe; Hz. Musa’nın ilmi, insanlar arasında nizam ve asayişi teminle alâkalı ahkâm ve kazaya müteallik, Hızır’ın malumatı ise sadece melekût eksenli bir kısım vâridâttan ibarettir –ki, buna “ilm-i ledünn-ü sırf” dendiği gibi “ilm-i hakikat”, “ilm-i bâtın” da denegelmiştir– ve bu ilim, aynı zamanda ilâhî esrarın da en önemli kaynağıdır. Bir zat, bu mülâhazayı ifade sadedinde şöyle der:

Bakma ey hâce ilm-i kîl ü kâle,

Esrar-ı Hakk’ı ilm-i ledünde ara..!

Bu itibarla da, ilm-i ledünle cehd ve gayret arasında bazı münasebetler söz konusu olsa da, temelde onun, talim ve taallümle doğrudan bir alâkasının olmadığı açıktır. Zira bu ilim, Cenâb-ı Hak tarafından mahz-ı mevhibe olarak, bazı temiz gönüllerde bir kuvve-i kudsiye şeklinde tecellî etmektedir ve aynı zamanda bu tecellî, terakki sistemi içinde değil de tedellî çerçevesinde vukû bulmaktadır: Evet bu ilim, eser sahibinden esere, vicdandan vücuda akseden bir mârifettir.. ve her şekliyle de keşif ve ilham kaynaklıdır. Ne var ki, böyle bir ilham bazen farklı derecelerde tecellî ettiği gibi, seyr-i ruhanîsini Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi ekmelüttehâyâ) vesâyetinde sürdürmeyenler için, bir kısım şeytanî vesvese ve nefsanî hevâcisle iltibası da söz konusudur.

İlham, ilm-i ledünnün en önemli kaynağıdır ve hususî mânâsıyla olmasa da, ilm-i ilâhînin tecellîleriyle alâkalı en geniş bir alanı işgal eder. İlham, insanın ihtiyarı dışında, onun gönlüne bir mevhibe olarak tecellî edince ona “hâtır” denir. Ancak, bazen böyle bir hâtır veya ihtara, Hak’tan geldiği kendi karîneleriyle kat’î değilse, şeytanın belli şeyler bulaştırması da söz konusu olabilir. Kendi karineleriyle Hak’tan geldiği muhakkak olan bir ilhama rahatlıkla ilm-i ledün diyebiliriz. Böyle bir esintinin Hazreti “İlim”den geldiğinin en önemli emaresi, bu türlü vâridâtın Kitap ve Sünnet’e muvafakatıdır. Bu iki asılla test edilip de doğru çıkmayan hâtır veya sûfîlerin sıkça kullandıkları bir kelimeyle ifade edecek olursak, havâtırın, nefsin hevâcisinden ve şeytanın vesveselerinden olması ihtimalden uzak değildir. İşte, böyle bir ihtimalin bahis mevzuu olmadığı bir hâtırın Hazreti İlim’in tecellîlerinden bir feyiz olduğunda şüphe yoktur.

Aksine, şeytanî vesveselerin bulaşmış olması muhtemel bulunan havâtır, şeytanî; içinde nefsin hazlarının duyulup hissedileni de “heces” veya hevâcis-i nefsanîdir ki, böyle bir aldatılma alanına itilen sâlik, hemen Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edip, durumunu, şeriatın muhkemâtına göre yeniden ince bir ayara tâbi tutması gerekir.

Sofiye, Hak tarafından gelip kalbde yankılanan hitaba “hâtır-ı Hak”, melekten geldiği bilinene “hâtır-ı melek”, nefis ve şeytan tarafından esip ruhu saran manevî şerarelere de “hevâcis” veya “şeytanî vesveseler” diyegelmişlerdir ki, bunların arasını tefrik edebilme biraz da “usûlüddin” ve “Sünnet-i Seniyye” mizanlarını bilmeye vâbestedir. Zira, bu türlü havâtırın bazıları şer’î prensiplerle test edilerek anlaşılsa da, bazıları, zâhiren dinin temel kaidelerine muhalif olmamakla beraber, çok sinsi bir kısım şeytanî gaye, emel ve maksatlara bağlı cereyan edebilir ki, onu da bu işin erbabından başkasının ayırt edebilmesi oldukça zordur.

Nefis ve onun hevâcisi, şeytan ve onun da vesveseleri ilm-i ledün konusunun dışında epistemolojik meseleler olduğundan şimdilik onları geçiyoruz.

اَللّٰهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلًا وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ. وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَاٰلِه۪ وَصَحْبِه۪ أَجْمَع۪ينَ.



1Bkz.: M.F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri 3/44-49.
2Buhârî, ilim 44; Müslim, fezâil 170, 172, 174.
3Kehf sûresi, 18/65.
4Buhârî, ilim 44; Müslim, fezâil 170, 172, 174.
5Cum’a sûresi, 62/4.