Önsöz
Tahmini okuma süresi: 11 dk.
380 defa okundu.

Kitap:Fasıldan Fasıla 3



Fasıldan Fasıla, Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin çeşitli vesilelerle yapmış olduğu sohbetlerin derlenmesiyle meydana gelmiş olan kitap serisinin adı. Dar veya geniş çerçevede, belli bir topluluğa karşı ve tabiî ki gerek ülke meseleleri, gerekse sorulan sorular münasebetiyle oluşan gündem doğrultusunda yapılan konuşmaları, verilen cevapları bütün bir topluma, hatta tarihe mâl etmenin lüzumunu bilmem tartışmaya gerek var mı? Tartışmaya gerek görmediğimiz bu hususa bir nebze olsun açıklık kazandıracak olursak:

İslâm dünyasının dün-bugün-yarın çizgisinde yakın tarih ve yakın gelecek itibarıyla içinde bulunduğu ve bulunacağı konumunu tespite çalışan uzmanların görüşlerini maddeler hâlinde şu şekilde özetlemek mümkün olsa gerek:

1. Osmanlı Devleti ile zirveye yükseldiği dönem.

2. Emperyalizme teslim olduğu dönem.

3. Yeniden dirilişe geçtiği dönem.

Uzun tahliller neticesi ulaşılan ve bizim yukarıda ifade ettiğimiz bu tespitin doğru olduğu varsayımından hareketle, gerçekten Asr-ı Saadet bir tarafa, İslâm dünyası belki de bütün zamanlarının en parlak devresini Osmanlı Devleti’yle yaşamıştır. Bu devlet, hâkim olduğu coğrafî alan içinde bütün bir tarihe ve topyekün insanlığa mâl olabilecek ölçüde çok büyük siyasî, idarî, askerî, iktisadî ve kültürel bir miras bırakmıştır. Bu inkârı gayr-ı kabil gerçek bir yana, Avrupa Rönesansı’nda Osmanlı ve Endülüs’ün temsil ettiği İslâm medeniyetinin ve bu arada Haçlı seferlerinde Doğu ile geçilen temasın muharrik bir rol oynadığı da bağımsız ve önyargısız araştırmacılar tarafından kabullenilmektedir.

İslâm dünyasının emperyalizme teslim olduğu dönem ise Osmanlı’nın duraklama devresiyle başlamış, gerileme dönemiyle devam etmiş ve çözülmesiyle nihaî noktaya ulaşmıştır. Bu süreçte uygulanan çeşitli politikalar İslâm dünyasında bilhassa siyasî bölünmüşlüğü hızlandıran bir rol oynamıştır. Siyasî parçalanma, ekonomik geri kalmışlık ve özümüzden yani İslâm’dan uzaklaşma ile at başı gitmiştir. Şimdilerde özellikle İslâm dünyası, bu parçalanmışlığın faturasını acı acı ödemektedir.

Siyasî ve ekonomik alanlarda sürdürülen hâkimiyet, kültürel sahada da çok yönlü olarak devam etmiş, kültürel alandaki hâkimiyet, siyasî ve ekonomik hâkimiyetin bu topraklarda devamlılığının teminatı olmuştur. Evet, dün okul açma, çocuklarımıza “dadı” gönderme, Batı başkentlerine öğrenci taşıma ve bilhassa istişrak (oryantalizm) faaliyetleriyle yürüyen kültürel hâkimiyet, haberleşme vasıtalarının gelişmesine paralel olarak hız ve şümul kazanmış olup, yayılmasına hâlâ devam etmektedir.

Ama “Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.”[1] Bu gerçeği ifade sadedinde Allah (celle celâluhu): “O günler ki; Biz onları insanlar arasında döndürür dururuz.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/140) buyurmaktadır. Dün başkalarına bayram idiyse bugün ve yarın da yine onlar bayram, biz ise hep hicran yaşayacak değildik. Artık Müs­lümanlık ve İslâm dünyası adına –Türk dünyası buna dahil– her tarafta kar çiçeklerinin açtığını, karların eriyip, şelalelerin çağlamaya yüz tuttuğunu, “Günlerin bahara kayıp, zamanın yeniden altın dilimine” yürüdüğünü söyleyebiliriz. İşte bu, İslâm’ın yeniden dirilişe geçtiği dönemin en kuvvetli emareleridir.

Evet, koca bir dünyada gerek siyasî gerek ekonomik gerek ilmî gerek dinî ve gerekse kültürel alanlarda yeniden öz kaynaklara müracaat edilmeye başlandığı ve mâziyle bütünleşme süreci içine girildiği artık bir vâkıadır. Bütün bu gelişmeler elbette kendi kendine olacak değildir. Bunlar değişik usul ve yöntemler çerçevesinde hayatın çeşitli alanlarında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarının kadere davetiye çıkarması ve onun önüne “su serpmesiyle” olmaktadır.

Söz buraya gelmişken bu bağın bülbülü, bu bahçenin bağbanı Hazreti Üstad’ın bir tespitini hatırlatmak yerinde olacaktır; Üstad, İkinci Abdülhamit döneminde Şark’ta kurmayı düşündüğü “Medresetü’z-Zehra” için tahsisat alma niyetiyle Van’dan İstanbul’a gider. İstanbul dönüşü onunla sohbet etmek, payitahttan haberler almak için halk Seyda’nın kaldığı medreseye gelir, “Bize ne haber getirdin, İstanbul’da neler oluyor?” diye sorar. Bediüzzaman’ın verdiği cevap çok kısa, çok net ve bir o kadar da şaşırtıcıdır: “Size müjde getirdim. İstanbul’da devlet yeniden imar ve ihyaya çalışılıyor. Fakat fikirler bunu yapamayacak kadar müşevveş (karışık).” Bu cevap karşısında şaşıran halk tekrar sorar: “İyi de müjde bunun neresinde?” Bediüzzaman kendinden emin bir vaziyette. “Müjde milletin devreye girmesinde. Bu ihya hamlesini millet yapacak.” Halk yine sorar: “Nasıl olacak?” Bediüzzaman cevap verir: “Bütünlüğünü bozmayarak, ihlâsla çalışarak. Zaten dine zarar verecek tek şey bizim ihmal ve gafletimizdir. Onu da zaten hükümet yapıyor. Belki onlar eski hâl istiyorlar, hâlbuki eski hâl muhal ya yeni hâl, ya izmihlal.”[2]

Bu tarihî vak’a zaviyesinden günümüzdeki İslâmî gelişmelere bakınca “Demek bunlar yıllar önce Bediüzzaman’ın haber verdiği şeylerin zuhurundan ibaretmiş.” diyoruz. O gün atılan tohumlar, aradan geçen karakışın ardından Rabbimiz’in bir başka bağbanı istihdamı ile artık boy atmış görünüyor.

Evet, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin tavsiyeleri istikametinde aynı inanç ve aynı duygu ile hareket eden bir gönüllüler topluluğu ilmî, ekonomik, kültürel alanlarda “önce insan” veya “insana hizmet” ifadesi ile özetlenebilecek hizmet felsefesi içinde, yıllardan beri yılmadan, usanmadan, çizgi değiştirmeden, hiçbir beklenti içine girmeden, her türlü zorluğa göğüs gererek Allah’ın inayet ve izniyle, havl ve kuvvetiyle insanlığın dertlerine derman olma gayretindedir. Hem yurt içi hem de yurt dışında gerçekleştirilen faaliyetler bugün Türkiye’nin olduğu kadar bütün insanlık âleminin ümit ışığıdır. Ve –inşâallah– öyle olmaya da devam edecektir.

İşte fikirleri ile bütün bu gelişmelere öncülük yapan Muh­terem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin sözleri öncelikle bu işe sahip çıkan, böylesi faaliyetlerin içinde bulunan çok geniş bir kitleyi, sonra da ona güven ya da kuşku ile bakan çevre insanlarını ilgilendirmektedir. Öyleyse, şartların ve imkânların elverişsizliği sebebiyle çok dar bir çerçevede yapılan sohbetlerin, daha doğru bir deyişle Hocaefendi’nin görüş ve düşüncelerinin yazıya geçirilip aktarılması bize göre bir zarurettir. Böylece, bir taraftan onu sevenler, kendi düşüncelerini şekillendirecek veya düşüncelerinin şekillenmesinde yardımcı olacak mesajları alacak, ona şüphe ve kuşku ile bakanlar da, gerek satırlarda, gerekse satır aralarında Hocaefendi’nin gerçek vechesini görme imkânını bulacaklardır.

Bu cümleden olarak, meselâ; ona gönül verenler, Hocae­fendi’nin şu görüşlerini mutlaka bilmeli ve ona göre hareket etmelidirler kanaatindeyim:

“… Müezzin, imam, vaiz, müftü vb. değişik dine hizmet ünitelerinin başında bulunan insanlar, temsildeki yerlerine göre evrâd ü ezkârlarını çoğaltmalı ve mutlaka Rabbileri ile olan münasebetlerini kuvvetlendirmeliler. Aksi hâlde bulundukları makamın hakkını eda etmemiş olurlar.”

“… Evet, bizim en parlak, en bereketli yanımız, Allah ile irtibatımızı ifade eden yanımızdır. Daha doğrusu öyle olmalıdır. Ölesiye çalışsak ve bütün cihanlar bizim olsa, şayet O’nun rızası yoksa, yapılanların da hiçbir kıymeti yoktur… Bence, yeryüzünde selden, depremden, yangından daha büyük bir bela varsa, o da insanın kendini gaflete kaptırması ve Rabbisiyle olan münasebeti sezememesidir.”

“… İstikameti yakalayabilmenin belki de yegâne yolu, Allah ile irtibattır. Evet, bizim güç kaynağımız, Allah ve O’na olan yakınlığımızdır. Onun için bu hususun hayatımızın hiçbir anında ihmal edilmemesi ve kat’iyen hatırdan çıkarılmaması gerekir.”

“… ‘Tan yeri süvarileri’nin elmas kalemleri, Mesih nefesleri, alın terleriyle elde edilecek her şey, Allah’tan bilinecek ve nefse pay çıkarma gibi firavunâne işlerden hep Allah’a sığınılacaktır.”

“… Gıybet etmek haramdır. Gıybet etmeme de bir meziyettir, iman işidir, yürek işidir… Zira yapılan şu güzel hizmetleri –hafizanallah– yiyip-bitirecek iftirak ve gıybet virüsünden başka bir şey bilmiyorum. Hele gıybet, hele gıybet!.”

“... Suizan etmek haram, suizanna vesile olmak da bir yanlışlıktır. Bu açıdan arkadaşlarımız, ehl-i hizmet olan, iman ve Kur’ân’a hizmet davasında farklı metotları benimseyen dostlarımızı mutlaka ziyaret etmeli, yanlış anlama ve anlaşılmalara medar olabilecek hususları anlatarak, onlara günah işleme imkân ve fırsatı vermemelidirler.”

“… ‘Hizmet ediyor, Allah rızasını kazanmaya, ahlâk-ı âli­yeyi ihyaya çalışıyoruz.. ana-babamızın haklarına tam anlamıyla riayet etmesek de olur…’ gibi düşüncelerde olanları hatta bu düşüncelerini sesli olarak ifade edenleri affetmek içimden gelmiyor. Bir kere, İslâm için hayatî meselelerle uğraşmak, ana-babayı ihmal etmeyi gerektirmez ki!”

“… Bu iş, gönül enginliği içinde Allah’ı duymuş, böyle bir duymayı irfan hâline getirmiş, irfan duygusunu muhabbetle bezemiş ve muhabbetini aşk u şevk enginliğine ulaştırmış babayiğitlerin kârıdır. Ben bütün dengelere başkaldırarak, başkalarının arkalarından koştuğu şeyleri ayağının ucuyla bir kenara itecek, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun beyanı içinde dininden, diyanetinden dolayı kendilerine deli denilecek 5-10 insan istiyorum.[3] Kendini hiç düşünmeyen, makam, mansıp, şan, şeref, şöhret, para, evlâd ü ıyâl demeyen 5-10 insan. N’olur Allahım! Senin hazinelerin geniştir. İsteyene istediğini ver; bana da bu ölçüde 5-10 insan. N’olur Allahım…”