Kitap:Prizma 7 (Zihin Harmanı)
Aşere-i Mübeşşere hakkında ciddî bir malumatımız yok. Bu zevat-ı kiramın daha dünyada iken Cennet'le müjdelenmeleri ne ile izah edilebilir? Dinimize hizmet anlayışları diğer sahabilerden daha mı fazladır ki hayatta iken Cennet'le müjdelenmişlerdir?
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından Cennet'e girecekleri daha
hayatta iken kendilerine müjdelenen on sahabiye "Aşere-i Mübeşşere" denilmektedir.
Bu on sahabi; Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talha b. Ubeydullah,
Hz. Zübeyr b. Avvam, Hz. Abdurrahman b. Avf, Hz. Sa'd b. Ebî Vakkas, Hz. Ebû Ubeyde
b. Cerrah ve Hz. Said b. Zeyd'dir (radıyallâhu anhüm ecmain).
Şimdi sorunun cevabına geçelim. Evvelâ, ashab efendilerimizin Cennet'le müjdelenmeyenleri
hakkında dahi Cennet'e gitmeyecek şeklinde bir düşüncenin kafa ve kalbimizde bulunması,
Allah'ın mümtaz ve müstesna olarak yarattığı, mümtaz ve müstesna Nebi'sine ittiba
ile serfiraz o zevat hakkında bir suiedeptir.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadislerinde, "Allah, ümmetimden
yetmiş bin insanı sorgusuz sualsiz Cennet'e koyacak." buyurmaktadır. Herhâlde
hadiste sorgusuz sualsiz Cennet'e gidecek olan insanlar içinde evvelâ ashab-ı kiramı
düşünmek gerekir. Bu hadisin devamında ise şöyle buyrulmaktadır: "Ben, Cenâb-ı
Hak'tan artırmasını istedim. Her bire bedel, bir yetmiş bin, bir yetmiş bin oldu."
Bu ifade neticesinde karşımıza büyük rakamlar çıkmaktadır. Böyle olunca biz,
–kanaat-i âcizanemce– en başta bu pâye ve mazhariyeti ashab-ı kirama verme mecburiyetindeyiz.
Çünkü her şeyden evvel Allah'a ve Nebi'sine en yakın olarak başta onlar gelmektedir.
Zaten Allah Kur'ân-ı Kerim'de pek çok yerde, onlardan razı ve hoşnut olduğunu da
anlatmaktadır.[1]
Allah Resûlü, bu on sahabenin Cennetlik olduklarını değişik vesilelerle bizzat
kendisi ifade buyurmuşlardır: Başka bir rivayette bir Yahudi âlimi olan Abdullah
İbn Selâm'ın da Cennetlik olduğu zikredilmektedir. Kur'ân-ı Kerim'de: "Size gelen
bu hakikate İsrailoğullarından şehadette bulunan bir şahit var."[2]
ifadeleriyle bu sahabi tebcil edilmektedir.
Abdullah İbn Selâm, Müslümanlığa girdiği günden itibaren hep hakkaniyet içinde
olmuş ve hayatının sonuna kadar da İslâm için gayret ve mücadeleden geri durmamıştır.
O, Hz. Osman devrinde, Hz. Osman'ı da alıp götüren korkunç fitnede kollarını gerip
fitneye karşı duranların başında gelenlerdendir. Fakat buna rağmen o günkü gözü
dönmüş insanlar, –hangi ruh hâletiyle belli değil– ‘Yahudi çocuğu' diyerek onu da
tartaklamışlardır.
Abdullah İbn Selâm'ın Cennetlik olduğu rivayetiyle beraber, on rakamı on bire
çıkmış olur ki, bu mübarek rakam, Hz. İsa'nın etrafındaki on bir havariye de denk
gelir. Aslında her peygamberin etrafında böyle bir havari kitlesi oluşmuştur. Efendimiz
(sallallâhu aleyhi ve sellem), etrafında oluşan bu havari kitlesine
أَنْصَارِي "Yardımcılarım."[3]
demiştir ki, bunu "Medine'deki sahabe" mânâsına almamak gerekir. Buradaki
أَنْصَار kelimesi "Havariler" anlamına gelmektedir.
Yine Hz. Musa'nın yanında Yuşa İbn Nun ile Hz. Harun'un olduğunu görüyoruz. Hz.
Musa'nın bunun dışında da havarileri olma ihtimali vardır ve belki de sayıları on
birdir. Gerçi Kur'ân esbâtı on iki olarak gösterir; o da üzerinde durulmaya
değer. Bu konuda net bir bilgi olmasa da, ihtimal kıyamete kadar gelecek olan mücedditlerin
de etrafında aynı sayıya denk havarileri olmuştur/olacaktır.
Nitekim yerle gök, makro âlem ile normo âlem arasında ciddî bir tenasüp söz konusudur.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Gökte iki vezirim var; bunlar Cebrail
ve Mikâil'dir. Yerde de iki vezirim var; bunlar ise Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'dir."
buyurarak iki âlem arasındaki münasebete işaret etmektedir. Nasıl ki gökyüzünde
devâsâ yıldız ve gezegenler var, yeryüzünde de o değer ve kıymete sahip büyük insanlar
vardır.
Bu durum, günümüz için de geçerlidir ve belki günümüzde de aynı sayıda insan
vardır. Bunları, bir sayı bid'atı olmadığını arz etmek için söyledim. Sayı bid'atı,
dinî bir bid'at değildir. Bu, ilk defa Efendimiz'le başlamış bir âdet de değildir.
Şimdi de neden özellikle bu on sahabenin Cennet'le müjdelendikleri sorusunun
cevabına geçelim. Öncelikle şunu belirtmekte yarar var: Sahabe-i kiram arasında
sadece bu on sahabeye "Cennetliksin." denmesi, ne yaparlarsa yapsınlar, hep istikameti
takip ettiklerini vurgulamak içindir. Bu, önemli bir husustur. Esasen bütün mü'minler,
Cennet'e gireceklerdir ama, yukarıda bahsini ettiğimiz on sahabeye, "Cennetliksin."
denmesi, onlara özel bir iltifat ve değer ifade etmektedir. Bu durum, diğer sahabiler
için, hususî mahiyette değil de mutlak olarak zikredilmiştir.
Bu on sahabenin altı tanesi şehittir: Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talha,
Hz. Zübeyr ve Hz. Ebû Ubeyde b. Cerrah (radıyallâhu anhüm). Hz. Ebû Bekir'in de
zehirlendiği söylenir. Eğer bu iddia doğru ise o da şehittir. Bu itibarla, işbu
zevat, evvelâ herkesin Allah Resûlü'ne sırt çevirdiği bir zamanda O'nun yanında
yerlerini almak, sonra hicret faziletini ihraz etmek, daha sonra da şehit olmakla
büyük bir mevki kazanmışlardır.
İsterseniz biraz daha açalım:
Evvelâ herkes, Efendimiz'e sırtını döndüğü günlerde onlar, Allah Resûlü'ne ve
Kur'ân'a sahip çıkmışlardır. Gökte, yalancı bir şimşeğin dahi çakmadığı, ümit verebilecek
hiçbir sebep ve faktörün ortada bulunmadığı, inen âyetlerin sayısı beş veya altıya
varmadığı bir zorlu dönemde bu büyük hakikate sahip çıkmak yüksek bir pâyedir.
İlk Müslümanlardan Hz. Ebû Bekir'in gayretleriyle Hz. Osman, Hz. Said İbn Zeyd
ve arkasından Sa'd İbn Ebî Vakkas İslâm dairesine girmişlerdir. Hz. Ali, Hz. Ebû
Ubeyde b. Cerrah ve Sa'd İbn Ebî Vakkas da Allah Resûlü'nün yanında yer alan ilklerdendir.
Öyle ki, Hz. Sa'd İbn Ebî Vakkas, daha on sekiz yaşlarındayken henüz gözüne günah
girmeden annesinin bütün ısrarlarına rağmen, hatta "Ölsen bile anne, ben, gönül
verdiğim o hakikatten dönmeyeceğim!" diyecek kadar civanmert bir zattır. Hz. Ebû
Bekir, o dönemin zorluğunu şu ifadelerle anlatmaktadır: "Ölümü göze almadan dışarıya
çıkmaya cesaret edemezdik! Ve bir yere girmeye de…"
İkinci olarak, insanın bir hakikati kabul etmesi, bir sisteme tâbi olup ona hizmeti
hayatının gayesi hâline getirmesi bir mârifettir ve o kimsenin kadrini yükseltir.
Bununla birlikte insanın hayatının sonuna kadar bunu aynı seviyede devam ettirmesi,
kadrine kadir ve kıymet katar. Nasıl ki, bir mûsıkîşinası değerlendirirken, başta
hangi perdede başlamış ve başladığı perdede noktalayabilmişse, biz o mûsıkîşinasın
hançeresini, sesini ve nefesini sena ederiz.
Aynen bunun gibi bu sahabiler, hangi perdeden işin içine girmişlerse, bitirirken
de aynı seviyede bitirmişlerdir. Yani duygu ve düşüncelerinde zerre kadar sapma
göstermemiş ve olabildiğine civanmert bir şekilde hep Allah Resûlü'nün yanında kalabilmişlerdir.
Bu meselenin ayrıca psikoloji açısından da tahlil edilmesi gerekir…
Ufukların olabildiğine karanlık olduğu, kurtuluş adına hiçbir ümit emaresinin
bulunmadığı bir dönemde onlar, asla ümitsizliğe düşmemişlerdir. Gün olmuştur ki,
vatanlarından, çoluk çocuklarından ayrılıp hicret etmeleri istenmiş, onlar tereddüt
etmeden bu emri de yerine getirmişlerdir. Yine onlar Medine'ye geldiklerinde, "Biz
önce Müslüman olduk. Medineli kardeşlerimize karşı bir üstünlüğümüz vardır." iddiasına
kalkışmamışlar ve mahviyetle derinliklerine derinlik katmışlardır. Öyle ki, Hz.
Ömer, bu duygu ve düşünceyi destekler mahiyette şunları söyler: "Biz bu kardeşlerimizin
hakkını yedik. Onlar, dini kucakladılar. Efendimiz'e kucak açtılar. Biz ise hep
halifeleri kendimizden teklif ettik ve onların önüne geçtik."
Evet, Aşere-i Mübeşşere'nin o devirde de kıymetlerini ve kadirşinaslıklarını
koruduklarını görüyoruz. Sahabeden dünya karşısında belki eğilenler olmuştur ama
Aşere-i Mübeşşere, hayatlarının sonuna kadar tuttukları zirveyi hep korumuş ve dünya
metaı karşısında hiç mi hiç eğilmemişlerdir. Ticareti çok iyi bilen bu insanlar,
gün gelmiş ticaret sayesinde Medine'nin en zenginleri hâline gelmişlerdir; ancak
dünya karşısında asla serfüru etmemiş ve onlar her zaman safvet ve sadeliklerini
korumuşlardır. Yerinde Hz. Osman beş yüz deveyi yükü ile beraber hibe etmesini bilmiş,
Hz. Abdurrahman b. Avf ise, varlığı ne kadarsa, hepsini Allah yolunda infak etmesini
bilmiş ve hep birer örnek teşkil etmişlerdir.
Ayrıca Aşere-i Mübeşşere efendilerimizin her birisi, devletleri idare edebilecek
dehaya sahip insanlardır. Nitekim Allah Resûlü'nden sonra Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer,
Hz. Osman ve Hz. Ali halife olarak İslâm devletini en başarılı şekilde idare etmişlerdir.
Aşere-i Mübeşşere'den diğerleri de birer siyasî ve askerî dâhi idiler.
İnsanın, akıl ve dehasıyla bir hakikate teslim olması nispetinde kadir ve kıymeti
artar. Safdil ve bir şey bilmeyen insanlar, birinin parlak bir şey göstermesi karşısında
bir teslimiyet gösterebilir ve bir hususa yönelebilirler; ancak aklı kendisine yeten,
ufuklar arkasını gören deha çapındaki insanların, Efendimiz'in etrafında ciddî bir
teslimiyet içinde toplanmaları, o insanların kendi nefis ve hissiyatları adına çok
büyük bir fedakârlıkta bulunduklarını göstermektedir. İşte Aşere-i Mübeşşere efendilerimiz,
ortaya koydukları hayatlarıyla bu büyük işi yapmışlardır.
Bir diğer mesele de, bu sahabilerin her biri çok soylu ailelerden gelmektedirler.
Onların böyle soylu ailelerden gelmeleri ve dünya adına her şeyi arkada bırakmaları,
daha doğrusu dünya ve mâfîhâ adına hiçbir şeye temenna durmamaları, onların ayrı
bir derinliklerine işaret etmektedir.
Allah Resûlü'nün "min indi nefsihî" iltifatı olmaz. O (sallallâhu aleyhi ve sellem),
çok kadirşinastır ve kendisine iyilik yapan birinin iyiliğini hayatının sonuna kadar
asla unutmamıştır. Meselâ Hz. Âişe Validemiz, Efendimiz'in ilk eşleri Hz. Hatice
Validemiz'e olan kadirşinaslığını şöyle dile getirmektedir: Allah Resûlü (sallallâhu
aleyhi ve sellem), evde bir şey olunca, "Şunu Hatice'nin şu akrabasına, şunu da
Hatice'nin şu akrabasına gönder." derlerdi.
Allah Resûlü'nün çok kritik bir dönemde kendisine yardım eli uzatan bu sahabilerini
de unutması mümkün değildir. Meselâ Efendimiz, Hz. Ebû Bekir'in, "Bana ümmet
olacak biri yok mu?" sözü karşısında, "Ben varım yâ Resûlallah!" diyerek
elini göğsüne vurmasını bilen o zatı unutmaz. Hz. Ömer'in "Lâ ilâhe illallah" dedikten
sonra arkasına ashabı alarak Kâbe'ye gidip açıktan namaz kılmasını ve sahabenin
hayırla yâd edilmesine vesile olacak onun böyle civanmerdâne davranışını asla unutmaz.
Aslında kimse unutmaz ki, Efendimiz de unutmuş olsun.
Hz. Zübeyr b. Avvam da Efendimiz'in unutamadığı tali'lilerdendir. Allah Resûlü
Mekke'nin bir sokağında dolaşırken birdenbire kılıcı yerde sürünen Zübeyr b. Avvam'ı
görür ve sorar: "Nereye böyle ey Zübeyr?" Bunun üzerine Hz. Zübeyr şu cevabı
verir: "Yâ Resûlallah! Senin yakalanıp şehit edildiğini duymuştum. Bu kılıçla
onlara hadlerini bildirmeye gidiyordum."
Yine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), birkaç defa kendi kavim ve kabilesini
toplayıp da, "Benim tebliğ ettiğim bu dini kabul edecek yok mu?" dediğinde
her defasında "Ben varım yâ Resûlallah!" diyen o günlerde on-on iki yaşlarında bulunan
Hz. Ali'yi unutamaz. Hendek Savaşı'nda Amr İbn Abdi Vüdd, hendeği atlayıp geçtiği
zaman, Allah Resûlü'nün "Buna karşı çıkacak kimse yok mu?" diye ashabına
seslendiğinde, o günlerde yirmi iki-yirmi üç yaşlarında bir genç olan Hz. Ali'nin
her defasında "Ben!" demesini elbette ki unutamaz.
Medine'de nifak hıyaneti kol gezmektedir. Bu durum karşısında Allah Resûlü'nün
günlerce uykusuz kaldığı olmuştur ve bir insan olarak o da istirahat etmek istemektedir.
Ne var ki, dışarıdan gelecek olan tehlikeler karşısında evinin kapısında kilit bile
yoktur.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), o günleri şöyle anlatmaktadır: "Bir
gün çok sıkılmıştım ve gönlümden: ‘Ashabımdan bir kimse gelip beklese de ben de
biraz istirahat etsem.' diye geçirdim. İşte tam bu esnada kapının önünde bir kılıç
şakırtısı duydum. ‘Kim o?' deyince, Sa'd İbn Ebi Vakkas'ın sesini işittim. ‘Ne
arıyorsun kapının önünde?' diye sorunca Sa'd şunları söyledi: ‘Evde yatıyordum yâ
Resûlallah! Sana bir zarar verirler düşüncesiyle kapının önünde perdedâr olayım
diye geldim.'
Evet, elbette ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hz. Sa'd'ın bu hareketini
de unutmayacaktır. Zaten böyle bir kadirşinaslığa Cenâb-ı Hak da müheymin ve nigehbândır.
Allah bir ilham hâlinde Nebi'sinin gönlüne bu zatlar hakkındaki düşüncesini ilham
etmiş ve Allah Resûlü de onları Cennet'le tebşir etmiştir. Çünkü onların hepsi tebşire
lâyıktırlar...
Burada şunu da ifade etmekte fayda var: Her hizmette ilk defa bayrağı çeken ve
doğrulup ruhunun ilhamlarını her tarafa haykıran insanlar, hiçbir zaman unutulmamalıdır
ve zaten unutulmamıştır da. Bu husus, günümüz için de aynıyla geçerlidir. İman ve
Kur'ân davasına hizmet eden ve bu işin bayraktarlığını yapan insanlar ciddî sıkıntılar
yaşamışlar ve işin bugünlere gelmesine vesile olmuşlardır. Bu insanlar sayesinde
her şeyin düzlüğe çıktığını duyuyor ve biz biraz daha rahat ediyoruz. İnşâallah
bizden sonra gelecekler, daha da rahat edecek ve belki de bizi hayırla anacaklardır.
Evet, arkadan gelenler, önlerinde onlara çığır açan ve onlar için bu şehrâhı
hazırlayan insanları daima hayırla yâd edeceklerdir ki, bu aynı zamanda Kur'ân'ın
öğrettiği bir edeptir. Nitekim "Onlardan sonra gelenler (başta muhacirler olarak,
kıyamete kadar gelecek mü'minler): ‘Ey kerim Rabbimiz, derler, bizi ve bizden önceki
mü'min kardeşlerimizi affeyle! İçimizde mü'minlere karşı hiçbir kin bırakma! Duamızı
kabul buyur yâ Rabbenâ, çünkü Sen Raufsun, Rahîmsin! (şefkat ve ihsanın son derece
fazladır).' "[4] âyet-i
kerimesi bu hakikati dile getirmektedir.
Biz burada, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatıyla alâkalı, Kur'ân'ın
yardımıyla tavzih edilip aydınlığa kavuşturulan bir mevzu üzerinde durmaya çalıştık.
Her iman ve Kur'ân'a hizmet hareketinde mutlak bir öncü grup olmuştur. Bunlar, o
muallâ ve mukadder mevkilerini daima zihinlerimizde ve gönüllerimizde korumalıdırlar.
Daha doğrusu bizler, gönlümüzde onlar için hazırladığımız yeri daima korumalıyız;
korumalıyız ve onlar, bizim nazarımızda daima muallâ olmalıdırlar.
Bu dava uğrunda hapse girenleri, çile çekenleri, köy köy, kasaba kasaba sürgüne
yollananları, mahbeslerde kendilerine yer hazırlananları –Allah nisyandan münezzehtir–
Allah unutmamıştır ve bizim de onları unutmamamızı istemektedir. Onları daima, kadirşinaslık
içinde hayırla anmak bizim için bir vecibedir. Rabbimiz'den niyaz edelim, bize iyi
eserler bıraktırsın ve bizden sonrakiler de bizi hayırla yâd etsinler…
Aşere-i Mübeşşere'yi böyle kısa bir sohbetin dar kalıpları içinde anlatacak durum
ve iç dolgunluğundan mahrumum. Onları en iyi, kendilerinden sonra gelen tâbiîn anlamıştır.
Tâbiîni de tebe-i tâbiîn anlamıştır. Zaten buraya kadar anlattığım sözlerin çoğu
da onlardan mülhem fikir ve düşüncelerdi. Rabbim bizleri onların şefaatlerinden
mahrum bırakmasın.