Kitap:Prizma 7 (Zihin Harmanı)
Allah'ın kendilerine ifade ve beyan kabiliyeti lütfettiği büyüklerimizin, iş sahalarını genişletmeleri dolayısıyla kudsî iman ve Kur'ân hizmetini yavaşlatmaları kendilerini huzur-u ilâhîde mesul eder mi? Yoksa bu maharetli insanlar sadece maddî yardım yapmakla mesuliyetten kurtulurlar mı?
Cenâb-ı Hakk'ın her lütfu, kendi cinsinden bir vazife adına insana verilmiş bir
imkândır. Meselâ, sıhhat Allah tarafından bahşedilmiş büyük bir nimettir. İnsan,
bu sıhhat nimetini hem oruç tutarak hem namaz kılarak hem de cihad ederek Allah
yolunda kullanmalıdır ki, o sıhhat lütfuna karşı şükrünü eda edebilmiş olsun. İnsan,
böyle bir şükrü eda ederse, Cenâb-ı Hak da o bedeni ahirette, arızasız hem de bâki
bir surette ve bütün duyguları inkişaf etmiş olarak yeniden ona iade eder.
İnsanın aklı da Allah'ın önemli bir nimeti ve lütfudur. Eğer o aklın ufku vahyin
ışıklarıyla aydınlanmış ve o sayede isabetsiz kararlardan uzaklaşmış ve her kararı
sırat-ı müstakîm çizgisinde verebiliyorsa; artık bu akıl bir mânâda ilham kaynağı
demektir. Yani insan, akıl nimetini yerinde kullanıyor ve onunla hak adına, bâtıla
saplanmış kimseleri ikna edip Hakk'ı tanıttırıyorsa o, aklın hakkını veriyor demektir.
Aksine aklı sadece, akl‑ı meaş olarak yalnızca dünyevî işlerde kullanıyor, onun
hakkını vermiyorsa, o nimete karşı nankörlük yapıyor demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın insanlara verdiği en büyük lütuflardan biri de beyan kuvvetidir.
Öyle ki bunun anlatıldığı sûre Rahmân ismiyle başlamaktadır. Rahmân'ın, İsm-i A'zam'dan
olduğuna dair kuvvetli rivayetler var. Cenâb-ı Hakk'ın Rahmâniyetinin, yani çok
geniş dairede rızık vermesinin, varlığı lütuflarıyla perverde etmesinin tezahürlerinden
biri de insana beyan kuvveti lütfetmesidir.
İnsan, ancak beyan sayesinde içinde tecellî eden şeyleri ifade edebilir ve beyan
sayesinde Cenâb-ı Hakk'a muhatap olur; olur da Allah'ın sözünü anlar ve aynı zamanda
kendi maksadını O'na açabilir. Allah (celle celâluhu) da ona; "Gel, Benim için namaz
kıl, huzurumda eğil." der, o da gider kemerbeste-i ubûdiyet içinde "Elhamdülillah"
deyip O'nun huzurunda durur. Bu, bir mânâda Allah'ı anlama ve O'nunla konuşmadır.
Tâbiînden bir zat diyor ki: "Kur'ân okuyan bir kimse, ben Allah ile konuştum derse,
yalan söylemiş olmaz." Bu açıdan "Elhamdülillah" diyen Allah ile konuşmuş sayılır
ki, böyle bir konuşma da ancak beyan nimetiyle gerçekleşmektedir.
İnsan namazda, "Sen Rahmân u Rahîmsin; bana evvelâ idrak sonra da bu idraki
hiç olmazsa beyanla ortaya koymak için kabiliyet ve istidat verdin. Bu, Senin Rahmâniyetinin
tecellîsidir. Sen kıyamet gününün Sahibisin; ben de Senin emirlerin çerçevesinde
şimdiden o güne göre hazırlanıyorum." dedikten sonra doğrudan doğruya Cenâb-ı
Hakk'ı muhatap alıyor ve "Kulluğumu yalnız Sana yapıyorum ve bu kulluk yükünün
altında ezilmemek için de yardımı sadece Senden istiyorum." diyerek konuşmasına devam ediyor.
Böyle diyen bir insan, çok şerefli bir pâye ve makama yükselmiş sayılır; ne var
ki, çoğu insan ihtimal bunu hiç düşünmüyor. Bir insan gidip bir devlet başkanına
muhatap olsa ve onunla bir iki laf etse her yerde bu konuşmayı anlatır; her ortamda
bir girizgâh bulup o konuşmadan söz eder. Bir devlet başkanıyla bile konuşma bu
kadar önemli görülüp anlatılıyorsa, Allah'ın huzurunda O'na muhatap olma imtiyazının
ne demek olduğu derin derin düşünülmelidir.
Buhârî ve Müslim'in ittifakla rivayet ettikleri bir kudsî hadis-i şerifte:
"Ben namazdaki kıraati kulumla Kendi aramda bölüştüm, yarısı Bana ait, yarısı da
ona; ve kuluma istediği verilecektir: Kul:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ
رَبِّ الْعَالَم۪ينَ "Bütün hamdler, övgüler âlemlerin Rabbi Allah'a aittir."
deyince, Azîz ve Celîl olan Allah: "Kulum Bana hamdetti!" der.
اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ deyince, Allah: "Kulum Bana senâda bulundu." ferman
eder. مَالِكِ
يَوْمِ الدِّينِ "O, din gününün, hesap gününün tek hâkimidir." deyince,
Allah: "Kulum Beni tebcil ve tazîz etti (büyükledi)." buyurur.
إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ "Yalnız Sana ibadet eder, yalnız
Senden medet umarız." deyince, Allah: "Bu, Benimle kulum arasında bir taahhüttür.
Kuluma istediğini verdim." iltifatında bulunur.اِهْدِنَا الصِّرَاطَ
الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ
وَلاَ الضَّالِّينَ "Bizi doğru yola sevket, o yol ki kendilerine nimet
verdiğin kimselerin yoludur, gazaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerin değil."
dediği zaman da Allah: "Bu, kuluma aittir ve ona istediği verilmiştir." buyrulmak
suretiyle Fatiha'nın, kul ile Allah arasında taksim edildiği, sözlerin bazısı kul
tarafından söylenirken Allah'ın kulunu muhatap alıp ona cevap verdiği anlatılır
ki, bu bir mânâda Allah'la konuşmadan başka bir şey değildir.
Binaenaleyh beyan, Allah'ın insana çok büyük lütuflarındandır ve mutlaka hakkı
eda edilmelidir. Beyanın en önemli hakkı, insanı beyanla şereflendiren Allah'ı anlatmaktır..
evet insan, kendisine beyan kabiliyetini veren Rabbini tıpkı bir dellal gibi gezdiği
her yerde anlatmak zorundadır. Bir dellala üç-beş kuruş verirler, o da pazarın her
yerinde sabahtan akşama kadar dolaşır durur ve ona söylenen beş kuruşluk malı anlatır.
Pazarlamacılar da aynı şeyi yaparlar; evlere gider, insanlara yüzsuyu döker ve mallarını
pazarlamak isterler. Sonuçta satacakları iki tencere ve birkaç tabaktır. Aynı şekilde
bizler de, bize, çok kolaylıkla yapılan işlere karşılık Cennetini verecek, Cemalini
görmeye lâyık hâle getirecek ve gösterecek olan bir Sultanı, bize lütfettiği beyanın
hakkını eda ederek anlatma konumundayız. Eğer bir gün yeryüzünde anlatılacak kimse
kalmazsa, göklere merdiven dayayarak oradaki cinlere ve ifritlere de O'nu anlatma
heyecanını yaşama sorumluluğu altında bulunmaktayız. Bir hak dostunun dediği gibi,
zindanlara hapsetseler, orada kimse bulunmasa; onu ifritlere, zebanîlere anlatmaya
çalışacak ve vefa borcumuzu eda edeceğiz.
Konu, Cenâb-ı Hak insana nasıl bir lütufta bulunmuşsa, O'nun zâtına karşı o lütfu
değerlendirmekle mukabelede bulunma meselesiydi. Evet, ancak bu şekilde mukabelede
bulunulursa o lütfun şükrü eda edilmiş olur. Cenâb-ı Hak da o lütfunu burada ve
öteki âlemde devam ettirir. Aksine, Allah'ın kendisine mal verdiği insan sadece
o malın hakkını verse de, aklın, beyanın ve sıhhatinin hakkını vermediği takdirde,
nankörlük yapmış olur. Eğer bir insan konuşamıyorsa, kalemi vardır. Böyle biri de
kaleminin hakkını vermese; bir diğeri iyi düşünür ve fevkalâde fikrî kabiliyeti
vardır, o da bunun hakkını vermezse, bu kimseler haksızlık yapmış ve Allah'a karşı
nankörlük etmiş olurlar. Herkes, Cenâb-ı Hak, kendisine ne vermişse, o nispette
bunlarla O'nun yolunda olmalı ve O'nu anlatmalıdır.
Bir bişaret olarak şunu da söyleyebilirim: Bir insan diğer lütuflarla alâkalı
bir şükür vazifesi yapmıyor da, sadece malî durumu müsait olduğundan malıyla yardım
yapıyorsa, o da kendisine düşen vazifenin hiç olmazsa büyük bir bölümünü yerine
getirmiş sayılır. Zekâtın dışında yardımlarda bulunuyorsa ki, malla yardım etmek
ciddî bir fedakârlık, hasbîlik ve diğergâmlıktır ve bu çerçevede de Allah için vermenin
fazileti çok büyüktür; hatta Efendimiz hadiste, "Cömertlik bir ağaç gibidir.
Kökü Cennet'te, dalları ise dünyaya sarkmıştır. Her kim, o ağacın altında yaşar
ve cömertçe davranırsa, er-geç o ağacın dallarından birine tutunur ve o ağacın kökünün
bulunduğu Cennet'e yükselir." buyururlar. Bundan da anlaşılıyor ki, cömert bir
insan, fâsık da olsa –inşâallah– sonunda Cennet'e girer. Yani bir insan, Allah'ı
inkâr etmiyor, ama günahlara giriyor. Eğer cömertse, Cennet'e girer, deniyor.
"Cimri, Cehennem'e daha yakındır." buyurarak cimri adam için de tehditkâr bir
ifade kullanıyor Efendimiz. Bu itibarla diyebiliriz ki, cömertlik Allah'ın sıfatı
olması itibarıyla, Allah, kendi ahlâkı ile ahlâklanan bir insanı Cehennem'e koymaz.
Sıfatlar çok mühimdir; insanlar Allah'ın kendilerine lütfettiği sıfatların hakkını
mutlaka eda etmelidirler. Şöyle ki: İşler hep Cenâb-ı Hakk'ın lütuflarına göre ayarlanmalı,
dünya işleri de unutulup ihmale uğramamalı; mü'minler kendi memleketlerinde ticarî
ve iktisadî hayatta kâfirlerin esiri ve zebunu olmamalıdırlar. Bu, İslâm'ın haysiyeti
adına, önemli bir tavırdır. Kur'ân'dan anladığımıza göre Allah, kâfirlerin, mü'minler
üzerinde sulta kurmasından hoşlanmaz.[1]
Mü'min, her zaman dünyanın neresinde bulunursa bulunsun, kendi devrinde yaşayan
insanların önünde olmalıdır. O bunu yapacak ve hep öne yürüyecektir; bunu yaparken
de hayatını tanzim edip düzene koyarak Allah'a ait hakları da ihmal etmeyecektir.
Elhâsıl, mü'min, Allah'ın kendisine bahşettiği bütün kabiliyetleri O'nun yolunda
kullanmalıdır; kullanmalıdır ki, bu kabiliyet ve nimetlerin hakkını eda etmiş olsun.