Bir Nevi Şehadet
Tahmini okuma süresi: 10 dk.
438 defa okundu.

Kitap:Prizma 7 (Zihin Harmanı)



Dünya savaşları gibi hâdiselerde zalimce öldürülen mazlum ve dindar Hıristiyanların şehit olabilecekleri gibi bir hüküm var mıdır? Varsa bu hükmün dinî kaynaklarda dayandığı esaslar nelerdir?

Soruda bahsedilen husus, Bediüzzaman Said Nursî'nin Kastamonu Lahikası isimli eserinde şu şekilde geçmektedir:

Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye masumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.
Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken,
Avrupa ve Rusya'daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan
ettiği taksimat bu elîm şefkate âdeta bir merhem oldu. Şöyle ki, o musibet-i semaviyeden
beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketle vefat eden ve
perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, hangi dinde olursa olsun
şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.
On beşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki
onu Cehennem'den kurtarır. Çünkü ahir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-i
Muhammedîye (aleyhissalâtü vesselâm) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem ahir
zamanda Hazreti İsa'nın (aleyhisselâm) din-i hakikîsi hükmedip İslâmiyet'le omuz
omuza verecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazreti İsa'ya (aleyhisselâm)
mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi
şehadet sayılabilir. Hususan ihtiyarlar, musibetzedeler, fakirler, zayıflar, müstebit
büyük zalimlerin cebir ve şiddetleri altında meşakkat çekiyorlar. Elbette o musibet
onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden
ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır
diye hakikatten haber aldım, Cenâb-ı Erhamürrâhîmin'e hadsiz şükrettim. Ve o elîm
elem ve şefkatten tesellî buldum. Eğer o felâketi gören zalimler ve beşerin perişaniyetini
ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak
insî şeytanlar ise, tam müstehaktırlar ve bu tam bir adalet-i Rabbaniyedir.
Eğer o felâketi çekenler mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye
için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat‑ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza
için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın mânevî ve uhrevî neticesi o kadar
büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir.[1]

Bu mülâhaza, İkinci Cihan Harbi'nde ortaya konmuştur ve yeni değildir. Aynı zamanda
ta ilk dönemlerden günümüze kadar değişik kişiler tarafından bu istikamette hep
idare‑i kelâm edilegelmiştir. Bunların hemen hepsinin kendilerine göre dayanak noktaları da vardır.

Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat olarak bizim itikat açısından intisap ettiğimiz iki
imamımız vardır. Bunlardan birincisi İmam Ebû Mansur el-Matürîdî, diğeri ise Ebu'l-Hasen el-Eş'arî'dir.

İmam Matürîdî, Mâverâünnehir'de yaşamış, aynı zamanda burada Ehl-i Sünnet'e nispet
edilen kelâm ekolünün kurucusu ve mümessili olmuş bir zattır. Ebû Hanife'nin mezhebinde
olanlar daha ziyade itikat noktasında onun yorum ve tevillerini benimsemiş ve onun
tavzih ettiği esaslar çerçevesinde yaşamışlardır. Ebu'l-Hasen el-Eş'arî'yi ise daha
ziyade amelde Şafiî mezhebine mensup olanlar akidede imam olarak benimsemiş ve onun
Kur'ân ve Sünnet'e dayalı düsturlarıyla irtibat içinde olmuşlardır.

Bu iki imam, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in imamlarıdır ve bunların ikisinin de
delilleri Kur'ân ve Sünnet yörüngelidir. Bu imamlar, Kur'ân ve Sünnet'ten bu hükümleri
çıkarırken, arkalarından gelen yüzlerce muhakkik allâme de bunları tasdik etmişlerdir.
Hem de öyle imzalarla tasdik etmişlerdir ki, artık bunları inkâr etmek müspet ilimlere
karşı gelmek ve kâinattaki en büyük hakikatleri kabul etmemek şeklinde yorumlanmıştır.

İmam Matürîdî ve İmam Eş'arî'nin bu mevzudaki nokta-i nazarları biraz farklıdır. Kısaca özetleyecek olursak:

İmam Matürîdî'ye göre hiçbir peygamber gelmese bile bütün insanlar, Allah'ı bilmekle
mükelleftirler. Çünkü akıl, Allah'ı bilme ve bulmaya yetecek mahiyettedir. İmam
Eş'arî'ye göre ise Allah (celle celâluhu), herhangi bir yere peygamber göndermedikçe
o yerdeki insanları mükellef tutmaz. Dolayısıyla da dinden haberi olmayan insan, hiçbir şeyden mesul değildir.

Şimdi bu iki imamın nokta-i nazarına dayanarak şunlar söylenebilir:

İmam Matürîdî, "Dinî tebliğat olmasa bile bir insan, Allah'ı bilmek zorundadır."
demektedir. Buna hak vermemek mümkün değil; nitekim kâinat kitabını okuyan ve enfüsî
tefekküre dalan bir insan, isim ve sıfatlarıyla O'nu bilemese de mutlaka kâinatı
yoktan var eden bir Yaratıcı'nın olduğunu anlayabilir. Bir bedevi bile kendi dar anlayışıyla:

إِنَّ الْبَعْرَةَ لَتَدُلُّ عَلىَ اْلبَعيِرِ، وَإِنَّ أَثَرَ اْلأَقْدَامِ
لَتَدُلُّ عَلَى اْلمَسيِرِ،
فَسَمَاءٌ ذَاتُ أَبْرَاجٍ، وَأَرْضٌ ذَاتُ فِجَاجٍ، وَبِحَارٌ ذَاتُ أَمْوَاجٍ
أَلَا يَدُلُّ ذَلِكَ عَلَى وُجُودِ الَّلطِيفِ اْلخَبيِرِ؟

"Deve tersi oradan bir devenin geçtiğine, yerdeki ayak izleri de bir yürüyene
işaret ederken, vadi vadi yeryüzü, burç burç sema ve dalga dalga deniz, Latîf ve
Habîr olan Allah'ın varlığına işaret etmez mi?" diyerek Allah'ın varlığına ulaşmaktadır.

Evet, zerreden küreye kadar kâinattaki âhenge bakan bir insan, bu mânâda Allah'ın
varlığını okuyacaktır. Zira her şey, Allah'ın varlığına delâlet etmektedir. Her
harf, kâtibine delâlet ettiği gibi kâinattaki her yaprak da, Allah'ın varlığına
bir delildir. Hususiyle günümüzdeki ilimler ve değişik keşifler, bu meseleyi, inkâr
edilmeyecek şekilde apaçık ortaya koymuştur. Binaenaleyh her insan, esmâ ve sıfatlarıyla
olmasa da, Zât-ı Ulûhiyeti bulabilecek kapasitede yaratıldığı söylenebilir.

İmam Eş'arî ise "Biz, peygamber göndermediğimiz hiçbir halkı cezalandırmayız." (İsrâ sûresi, 17/15)
âyet-i kerimesine dayanarak, kendilerine peygamber gönderilmeyen insanların, inançsızlıklarından
ötürü muaheze edilmeyeceklerini söylemektedir. Yani, bir yere peygamber gitmemişse
Allah, oradaki insanları küfür ve küfranlarından dolayı muaheze etmeyecektir.

Şimdi kendi kendimize düşünelim. Dünyanın çeşitli köşelerinde, pek çok insan
ve milletler var. Acaba biz bunlara Kur'ân'ın talim buyurduğu şekilde Cenâb-ı Hakk'a,
Efendimiz'e ve diğer iman esaslarına inanmayı aklî ve mantıkî ölçülerde götürüp
telkin ettik mi? Buna "Evet" demek mümkün değildir.

Bugün biz mü'minler, Efendimiz'in hayatbahş olan mübarek nefeslerini dünyanın
dört bir köşesine götürmüş ve tevhidi aklın, mantığın ışıkları altında insanlığa
takdim etmiş sayılmayız. Öyleyse hâlâ Hıristiyanlığı hak gören insanlar hakkında,
"Cehennem'in gayyasına yuvarlanacaklar." hükmünü vermek, vazifesini yapmamış insanlar olarak bizim için ayıp olmaz mı?

Evet, bizler, hak ve hakikati anlatıp onları ikna etmedik ve onlara hidayet gemisinin
kaptanı olan Hz. Muhammed'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) tanıtamadık. Binaenaleyh
bu noktada "Fîhi nazar" deyip hiç olmazsa mülâhaza dairesini açık bırakmakta fayda olmaz mı?

Burada şunu da ifade etmeliyim ki, biz böyle düşünürken bir hümanist gibi, yani
insancıllığımızın verdiği bir şefkat ve merhametle değil, dinin bu mevzuda vaz'ettiği
ölçülere dayanarak böyle bir mütalâada bulunuyoruz.

Bugün yeryüzünde bir Müslümanlık bilindiği gibi Kur'ân da ortadadır, denilebilir.
Doğru, Kur'ân ortadadır, ancak Kur'ân'ı temsil eden ve temsiliyle tesir durumunda
bulunan ve bihakkın Kur'ân'a cemaat olmanın hakkını veren, yani yeryüzünde her yönüyle
Kur'ân'ı temsil eden parlak bir cemaat olsaydı bunu demeye hakkımız olurdu. Eskiden
Batı'ya gidenler, dinî duygu ve düşünceyi götürmek için gidiyorlardı. Şimdilerde
ise oralara gidenler döviz gelsin diye gitmektedirler. Bu itibarla da biz o ülkelerin
insanlarına Kur'ân'ın aydınlattığı âleme giden yolları gösterememişizdir. Bu, bizim adımıza büyük bir kusur ve ayıptır.

Meseleyi toparlayacak olursak, İkinci Cihan Harbi'nde kiliseye koşan bir kısım
kimseler, Avrupa'nın cebbar ve zalim kimseleri tarafından kılıçtan geçirilmişlerdir.
Bir zat da, Ehl-i Sünnet'in yukarıda bahsini ettiğimiz düsturlarına dayanarak, orada
ölen masum çocukların hangi dinden olursa olsun, –Allahu a'lem– şehit değil, şehit
hükmünde olduklarını, hakperestliği temsil eden, hak cephesinde olan fakat yine
gadren öldürülen kimselerin de bir semavî dine inanmaları durumunda, aynısı olmasa
da o mazhariyetin bir nev'ini paylaşacaklarını söylemiş ve şunu da vurgulamıştır:
Derece bakımından onların şehitlikleriyle, mü'minlerin şehit olmaları kat'iyen bir değildir.





[1] Bediüzzaman, Kastamonu Lahikası, 76. Mektup.