Kitap:Kur'an'ın Altın İkliminde
1. Aceleci, Mürai ve Münafık Tipler
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, yer yer umumî bir "tip" ve bir "model" kullanır. Evet o, nurefşan beyanlarıyla hâdiseleri tahlil ederken hedefte hususî bir şahıs olmaz. Fakat şu âyetler her insan için ya da belli tipler için, hemen her zaman söz konusu olabilecek davranış, inanış ve aldanış biçimlerini sergiler: "İnsan bir sıkıntıya maruz kalınca gerek yan yatarken, gerek otururken veya ayakta iken, Bize yalvarıp yakarır. Ancak Biz onun sıkıntısını giderince de, sanki uğradığı dertten dolayı Bize yalvaran kendisi değilmiş gibi çeker kendi yoluna gider. İşte (hayat sermayelerini boşuna harcayıp) haddini aşanlara yaptıkları işler böyle süslü gösterilmiştir."[1]
Dikkat edilirse âyet şu ya da bu kimseye değil, mutlak mânâda insana ait bir hususiyeti tespit ve tersim eder ve bu konumda bulunan insanın hâlet-i ruhiyesini enfes bir üslûpla dile getirir.
Evet, insan, kendisine herhangi bir zarar isabet ettiği; meselâ oğlu-kızı veya hanımı vefat ettiği; bağına-bahçesine bir zarar geldiği, işleri tamamen tersine dönüp ticaretinde iflasa gittiği ya da makam ve mevkiini kaybetme sath-ı mailine girdiği zaman durup dinlenmeden Rabbine dua eder. Bu duayı her zaman diliyle yapmasa da vicdanıyla sürekli aynı şeyleri mırıldanır, her zaman bunları düşünür ve en içten feryatla O'na teveccüh edip yalvarır.
Sonra Allah, onun başına gelen musibeti ve zararı kaldırdığı, sırtından o ağır yükü aldığı, pâye-i hil'atini yeniden giydirdiği, "Sen hükümdar oldun!" deyip yeniden tâcı başına koyduğu, işlerini yeniden denge ve düzene soktuğu zaman aynı insan öyle bir tavır takınır ki, sanki hiç o musibetlere maruz kalmamış, hiç el açıp Allah'a yalvarmamış ve yana yakıla Mevlâ'ya teveccüh etmemiş biri gibi oluverir.
Bu çizgide bir başka ruh hâleti münasebetiyle de Kur'ân şöyle der: "İnsana ne zaman bir nimet versek hemen Allah'tan yüz çevirir ve yan çiziverir."[2]
Kur'ân'ın karakterini tasvir ettiği bu tip, Allah'ın kendisine in'amda ve ihsanda bulunmasına, nimetleriyle serfiraz kılmasına karşılık sanki elde ettiği bu nimetleri sebepler vermiş veya onları kendisi yaratmış gibi bir tavra girer.
Aslında Kur'ân'ın çok veciz olarak ifade buyurduğu bu insan tipi, her asırda karşımıza çıkan ve çıkabilecek olan bir karakteri simgeler. Evet, mazhar olduğu nimetleri ifade ederken; "Bunlar benim ilmim ve mârifetimle elde ettiğim şeylerdir."[3] diyen insanların sayısı hiç de az değildir. Aslında, tiz perdeden telaffuz edilen bu tür lafları bugün çokça duymaktayız. Bunlar firavunca ve nemrutça düşüncelerden kaynaklanan sözlerdir.. ve Mevlâ'nın nimetlerine karşı korkunç bir nankörlüğün; Hazreti Müsebbibü'l-Esbâb'ı unutmanın, sahip olunan bütün nimetleri ihsan edenden gafletin ifadesidir.
Kur'ân, o nurlu ifadeleriyle ayrı bir tipi de şöyle anlatır: "Ona bir zarar dokununca hemen umutsuzluğa düşer."[4]
Aslında bu da bir kâfir karakteridir. İlk etapta insan bunu sezemeyebilir. Fakat biraz düşününce ve âyete im'ân-ı nazar ile (derinlemesine) bakınca bu ifadelerin arkasında, Mevlâ'ya başkaldıran bir Firavun tipinin resmedildiğini hemen anlayıverir.
Çünkü yeis (ümitsizlik) kâfirin şiarı ve onun ayrılmaz vasfıdır. Evet, küçük bir zarara maruz kaldığında hemen ümit dünyası yıkılıp altüst olan, elbette sağlam bir mü'min olamaz.
Görüldüğü gibi, örneklerini sunduğumuz bu âyetler ve Kur'ân'ın o engin ifadeleri içinde, iç dünyasında gelgitler yaşayan insanların hâli öyle karakterize edilmiş ve bu karakterler öyle sağlam tespit buyrulmuştur ki, akıllarını kalbleriyle beraber kullanmasını bilenler, his ve vicdanlarını dinleyenler ve sergüzeşt-i hayatlarını sinema şeridi gibi hayallerinden geçirebilenler, büyük-küçük maruz kaldıkları musibetlerle rehnedâr ve dâğidâr oldukları zamanlar hep içlerinde aynı şeyleri duyacaklardır.
Bir diğer ifadeyle insanlar, nimetlerin baş döndürücü atmosferi içinde yaşarken ülfet ve rehâvetle Mevlâ'yı nasıl unuttuklarına, unutup da kendi dünyalarında yer yer nasıl gelgitler yaşadıklarına bir bakıverseler, Kur'ân'ın çizdiği karakterlerdeki berraklığı görecek ve bütün benliğiyle, "Bu olsa olsa Allah kelâmıdır; başka olamaz!" diyeceklerdir.
Bu açıdan Kur'ân'ın, o engin ifadeleriyle tespit ve tersim ettiği "umumî karakterler" de büyük önem arz etmektedir.
Bazen de Kur'ân, değişik karakterleri resmederken karşımıza gösteriş ve çalım budalası bir karakteri çıkarır. O, mu'ciz ifadeleriyle iki-üç kelime içinde böyle birini gayet enfes bir üslûpla şöyle anlatır: "Onları gördüğün zaman kalıpları göz doldurur (ve dikkatini çeker), konuştuklarında durur sözlerini dinlersin, (sözlerini allayıp pullayarak konuşurlar, dinletirler ama) aslında onlar elbise giydirilmiş kereste gibidirler. Her bağırtıyı kendi aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın. Allah, canlarını alsın, sürekli nasıl da bâtıla (dönüyor ve) döndürülüyorlar?"[5]
Burada Kur'ân, dönek bir karaktere ait bulanık bir tip resmetmektedir. Bu, sokakta, evde bir türlü; insanlar içinde bir başka türlü görünen zıp orada zıp burada bir tiptir. Böyle bir karaktere sahip kişiler her sayhayı kendi aleyhlerine zannederler. Bunlar büründükleri hâl ve sun'î tavırlarıyla görkemli görünseler de aslında şeytan karakterinde insanlardır. O kadar ödlek, o kadar korkaktırlar ki, çevrelerinde hafif bir ses, bir sayha duyuluverse ya da gök gürleyip şimşek çaksa ödleri kopuverecek gibi olur. Zayıf ve yüreksiz olduklarını gizleyemez ve hemen kendilerini ele verirler.
Şimdi bir de Kur'ân'ın, ipliklerini birer birer pazara çıkardığı şu durumlarına bakın: "O ettiklerine sevinen, yapmadıkları şeylerle övülmeye bayılan kimselerin, azaptan kurtulacaklarını sanma. Onlar için can yakıcı bir azap vardır."[6]
Âyetten de anlaşıldığı üzere insanlar içinde, yaptıkları şeylerle medhedilmeyi isteyenler onlar olduğu gibi, yapmadıkları şeylerin kendilerine mâl edilmesini isteyenler de yine onlardır. Bunların hayır adına yaptıkları işlerden tek maksatları, dertleri, davaları halk arasında medh u senaya mazhar olmaktır. Bu yüzden de söyledikleri tesir etmez ve mâşerî vicdanca da hüsnükabul görmezler.
Ayrıca, Kur'ân'ın medhe lâyık gördüğü, bunun zıddı olan bir tip de vardır ki, bunlar, yapmadıklarıyla övünme şöyle dursun, yaptıklarıyla dahi övünmemeye azmetmiş muhasebe ve murakabe insanlarıdırlar. Kur'ân başka bir yerde de onların resmini nazara verir: "Nice peygamber var ki, onlarla beraber birçok yiğit çarpışıp gitti. Ama onlar Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü yılmadılar, zaaf göstermediler ve boyun eğmediler. Allah böyle sabredenleri hep sever. Onlar sadece şöyle diyorlardı: Rabbimiz, bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlığımızı bağışla, ayaklarımızı (kaydırma) sağlam tut, kâfir topluma karşı da bize yardım eyle!"[7]
Aslında bu dualar, büyük ölçüde hep kabul edilegelmiştir. Nitekim İslâm tarihinin değişik dönemlerinde bunları söyleyen pek çok fedakâr ve hasbiler görürüz. Meselâ:
"Allahım! Çalışmam neticesinde hâsıl olacak semereyi ve harmanın dövülüp savrulacağı günü bana gösterme... Cihad ettik; ederken kolumuz kanadımız kırıldı. Vücudumuzda yara almayan, ok, mızrak ve kurşun isabet etmeyen para kadar bir yer dahi kalmadı... Mahkeme mahkeme dolaştırılmadığımız, akla hayale gelmedik işkencelere tâbi tutulmadığımız, hâkimler ve savcılar önüne çıkmadığımız gün ve zaman yok gibidir. Bütün bunlar bir yana Allahım, eğer bu mazlumlara ihsan edeceksen, o günü bana gösterme.. ve sa'yimin semeresini dünyada tattırma. Evet, Müslümanlara umumî ihsanda bulunacağın gün benim canımı al ki, arkadan gelen nesiller benim ne olduğumu, ne yaptığımı bilmesin... Bana hizmet ettir!. Beni Kur'ân'a ve İslâm'a hâdim eyle; ama her Ashab-ı Kehf'e bir Kıtmir gerekir, beni de bu dönemin mücahitlerine öyle eyle!" der; der ve ameline karınca kadar riya ve süm'a karışmasına razı olmaz. "Benim sayemde İslâm yeryüzünde şehbal açtı." düşünce ve ifadesi nevinden gizli şirklere düşmekten tir tir titrer.
Bu da Kur'ân'ın methettiği bir tiptir. İşte bu konudaki prototip; Hz. Ömer (radıyallâhu anh) şehit olacağını düşündüğünde, koca halife, kendisine şöyle seslenir: "Ey Ömer, nerede şehitlik, nerede sen?"[8]
Evet, işte Kur'ân nazarında maksut ve matlup olan mükemmel tip. Kur'ân'ın matlup ve maksudu böyle olunca, onu rehber olarak kabul edenlerin de mütemadiyen bu duygu ve düşünce içinde olması gerekir. Onlar, yaptıklarıyla övünmeyen ve övülmeyi istemeyen hizmet küheylanlarıdır ve yüksek karakterleriyle de bu çizginin kahramanlarıdırlar!
Kur'ân, umuma ait karakterleri ve onların vasıflarını belli bir üslûpla dikkatlerimize arz ederken, yerdiği, kınadığı o aceleci, mürai ve ikiyüzlü tiplerin yanında, hidayete mazhar olmuş, Kur'ân ve Sünnet'te övgüye liyakat kazanmış tipleri de arz eder. Bütün bunları arz ederken de onların hâl ve etvârını, ruhî ve kalbî durumlarını, iç ile dış uyumlarını, hatta bütün hayatlarını bir muvazene insanı olarak geçirdiklerini öyle tablolaştırır ki, "İşte bu hakikî bir mü'min ve Müslüman karakteridir." dersiniz.
Şimdi de bu tipte insanlardan birkaç misal vererek konuyu biraz daha açmaya çalışalım:
2. Hidayete Mazhar Tipler
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, hidayete ermiş tiplerin karakter ve genel yapılarını sunarken, onları, bir kısım temel vasıflarıyla öyle net olarak ortaya koyar ki, insan onlarla alâkalı âyetleri okuduğunda, içinde o insanlara karşı ciddî bir hayranlık, hatta içinde onlar gibi olmaya karşı bir aşk ve şevk hisseder. Bu tiplerin en temel vasıfları, Allah'a, ahiret gününe inanmaları ve hayatlarını da ona göre tanzim etmiş olmalarıdır.
Bir insan, o ülü'l-azm kahramanların Kur'ân-ı Kerim'de dile getirilişini dinlerken veya Kur'ân'ın onlarla alâkalı âyetlerini okurken, o büyük ruhların nasıl kendi devirlerini aştıklarını, yaşadıkları zaman diliminin üstüne çıktıklarını apaçık müşâhede eder. Her zaman davranışlarına bir vakar ve ciddiyetin hâkim olduğu bu insanlar, sürekli gönül verdikleri davanın sancısıyla yatıp kalkarlar; onları yakından tanıma bahtiyarlığına erenler de âdeta gök ehlinin onların arkasında saf bağladığını müşâhede eder gibi olurlar. Yeni bir hayat, yeni bir dava ve yeni bir mesajla gelen peygambere ilk defa kulak verenler onlardır. Zira peygamber, hakka-hakikate davet edip çağırırken, onlar hiç tereddüt etmeden "inandık" demişlerdir.
İşte Kur'ân'dan konuyla alâkalı farklı bir tablo: "Rabbimiz, biz, 'Rabbinize inanın' diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen inandık. Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, canımızı (alacağın zaman da) iyilerle beraber al!"[9]
Hayalinize arz edilen bu ifadeyi ve onun arkasındaki manzarayı takip etmeye çalışabildiğiniz takdirde, bütün insanları hakka, hidayete davet eden bir münadinin sokaklarınızda dolaştığını duyar gibi olursunuz. O, ölüm burkuntularından kurtulasınız diye ev ev, kapı kapı dolaşırken, siz de, altında ırmakların çağladığı, üstünde ağaçların semaya ser çektiği köşklerde, koltuklar üzerinde mütebessim yüzlerle birbirinize bakıp, tâli'lerinize tebessümler yağdırdığınız o aydınlık günü şimdiden görür gibi olursunuz.
Dahası, sizi yaratan, buraya gönderen ve her şeyi emrinize musahhar kılan o Mevlâ-i Müteâl'le yüz yüze geleceğiniz, visale ereceğiniz bir âlemi, şimdiden gönüllerinizin derinliklerinde hisseder ve içinizden kopan bir sesle: "Biz, nida eden bir münadi duyduk. Saadetimiz için kapı kapı dolaşıp bize varlığı ve varlığın perde arkasını yorumluyordu. Ey Rabbimiz! Biz de O'na iman ettik!" niyazıyla gürleyeceksiniz. Evet, eğer Allah'a inanıyorsanız, mutlaka böyle diyeceksiniz.
İşte bu tabloda Allah (celle celâluhu) bize, bir mü'min tipi resmediyor. Ahiret endişesi içinde, yüzünde o endişenin izleri belirmiş, attığı her adımı öbür âleme göre atan ve her zaman inanmanın mesuliyetini üzerinde taşıyan bir mü'min tipi...
Şimdi bir de olabildiğine mütevazi ve ülü'l-azmâne engin bir vicdan taşıyan şu hasbi ruhların soluklarına kulak verin: "Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla, kalblerimizde inananlara karşı asla kin bırakma! Rabbimiz, Sen çok şefkatli ve çok merhametlisin!"[10] ifadeleriyle bizi istikbal eder.
Bu ölçüdeki bir âlicenaplık ve civanmertlik ne yücedir! Sadece kendi devrinde kader birliği ettiği mü'minleri değil, asırlar öncesinde aynı davaya omuz vermiş, İslâm hakikatine hizmet etmiş insanları da duaya dahil ederek yakarışa geçmek; evet, bu ne büyük bir vefadır!.
Aslında, ülü'l-azmâne söylenmiş bu sözün altında şu da gizlidir: "Bizi affedip Cennet'e koyabilirsin, ama bu işin temelinde olanları, yani bu davayı bize intikal ettirmede gayreti olanları Cehennem'e atıp da sadece bizi Cennet'e alacaksan, hikmetine bir şey diyemeyiz ama doğrusu biz tek başımıza değil, oraya beraber girmek isteriz."
İşte ülü'l-azmâne bir ruhun, Rabbisinin ve peygamberinin çağrısına vereceği cevap budur. Böyle bir ruha sahip insan, Allah'ın huzuruna gelir, hem kendisine hem dava arkadaşlarına ve hem de İslâm'a gönül vermiş bütün mü'minlere dua eder.. eder ve mü'minler için kalbinde zerre kadar kin ve gıll ü gışa yer vermemesi için Mevlâ'ya tazarru ve niyazda bulunur. O'na inanan herkesi sevmeyi ve O'nun nefret ettiği kimselerden de uzaklaşmayı ister.
İşte bunlar, ülü'l-azm bir ruh ve Allah'a tam teveccüh etmiş bir gönlün Kur'ân-ı Kerim'de resmedilişi ve nakış nakış işlenişidir.
Buna karşılık bir de, Kur'ân'ın nazara verdiği şu mürai, ikiyüzlü tipe bakın: "İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları hâlde 'Allah'a ve ahiret gününe inandık.' derler."[11]
Kur'ân'ın resmettiği bu tipe uyan insanlar, inanıyor gibi gözükürler, ama kendi gürûhuna dönüp, kendi yandaşları ile başbaşa kaldıkları vakit tamamen değişik bir ifade sergilerler. Bunlar, "Allah'a ve ahirete inandık."