İlk Müslümanların akla hayret veren performansları
Tahmini okuma süresi: 9 dk.
500 defa okundu.

Kitap:Kırık Testi 1



İlk Müslümanların, İslâm’ı dünyanın dört bir yanına götürürken nasıl davrandıklarına dair teferruatlı bilgiye sahip değiliz. Gittikleri yerlerdeki hâkim dinler, mezhepler, düşünceler ve müessir kültür kalıntılarına rağmen çok kısa bir zamanda İslâm’ın gönüllere girmesi insana hayret veriyor. Onların bu konuda çok başarılı oldukları anlaşılıyor. Bu başarıyı, kâhir orduların girdikleri yerlerde halka baskı yapmasıyla ve kılıç zoruyla açıklamaya çalışmak akıl ve mantığın kabul edeceği bir şey değildir.

Buyurun, bugün gelişmiş bir millet olmanın imkânları ile, medenî insanlar olarak Hindistan’a gidin; ilk Müslümanların o zamana nisbeten elli senede yaptıklarının ne kadarını yapabileceğinizi bir deneyin. Zaten bugün Hindistan’daki mevcut Müslüman nüfus da, o dönemde Müslüman olanların çocukları. Müslümanlar daha hicret-i seniyyenin kırkıncı senesinde Sindâbâd’a girdiler ve o günden bu yana Hindistan’da Müslümanlık var. Buhâra, Semerkand gibi beldelere hicret-i seniyyenin sekseninci senesi girilmiş. Buharî’nin dedesi, kendi hocası meşhur hadisçi Müsnedî’nin dedesinin vesilesiyle Müslüman olmuş. Buharî, üçüncü asrın yarısına kadar yaşadığına ve üçüncü asırda o muazzam eserini ortaya koyacak verimliliği gösterdiğine göre diyebiliriz ki, o coğrafyada bulunan insanlar çok erken dönemde Müslümanlaşmışlar. Dahası, dinin dilini benimsemişler, o dilin büyük üstadlarını yetiştirmişler ve Hicaz’da yaşayan hadisçilerden daha güçlü muhaddisler Asya’da ortaya çıkmış. Hatta denebilir ki, İmam Malik gibi Muvatta sahibi büyük bir âlim istisna edilecek olursa, ondan sonrakiler, İmam Şâfiî de dâhil Asya kültürüyle yetişmiştir.

Evet, İmam Şâfiî, Irak, İran, Bağdat civarında dolaşmış; İmam Azam Ebû Hanife’nin talebelerinden ders almıştır. Buharî, Müslim, Nesaî... Bunların her birisi Asya’nın bir yerinde neş’et etmiştir. Buhâra ve Tirmiz birbirine yakın yerlerdir. Ebû Davud Sicistan’dan, Nesaî Nese’den... Hadisçilerden başka, onca fakih yetişmiştir buralarda. İkinci asrın ortalarına doğru devâsâ hukukçular sahnede yerini almış, fıkıh metodolojisi gelişmiş ve üçüncü asra doğru dünyada eşi emsâli olmayacak şekilde bir rönesans yaşanmıştır.

Hâsılı, erken devirlerdeki Müslümanlar, oralara kılıç zoruyla, baskıyla girmiş değillerdir. Gönülleri fethetmiş, kalblere taht kurmuş, akılları durduran hayretengiz bir performans ortaya koymuşlardır. Şimdi günümüzün daha sağlam düşünüyor gibi görünen, daha iyi imkânlara sahip insanına bakalım. Günümüz insanı daha çok malzemeye, daha çok dökümana sahip; muhâbere ve muvâsala (haberleşme) şartları daha rahat; telekominikasyon imkânları oldukça ilerlemiş; teknoloji insanların emrine âmâde; fakat acaba günümüzün Müslümanları, ilklerin ortaya koyduğu cehd ve gayretin ne kadarını sergiliyor? Kaç insanın hidayetine vesile olmuş ve bundan sonra da kaç insanı iman nuruna taşımayı planlıyor?

Evet, selef-i salihînin elinde bizdeki imkânlar yoktu. Ebû Eyyub el-Ensârî Hazretleri İstanbul’a ulaşıncaya kadar kim bilir neler çekti? Yezid döneminde yaptıkları bu seferde, herhalde oraya gelinceye kadar altı ay yol yürümek zorundaydılar. Ebû Eyyub Hazretleri çok yaşlıydı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’ye hicret buyurdukları zaman Ebû Eyyub el-Ensârî Hazretlerinin çoluk çocuğu vardı. O zamanlar otuz küsur yaşında var idiyse, katıldığı İstanbul Seferi hicret-i seniyyenin aşağı yukarı kırkıncı senesinde olduğuna göre, yaşı yetmiş yetmiş beş civarındaydı. Yetmiş yaşın üzerindeki o insan, dinini î’lâ uğruna, kendisini atın üzerine bağlatıyor ve o uzun mesafeyi o şekilde aşıyordu.

Aynen Ebû Eyyub el-Ensârî gibi, Ebû Talha Hazretleri de oldukça yaşlanmıştı; ama hâlâ cihad aşkıyla yanıyordu. Atın üstünde duramayacak halde olmasına rağmen cihada gitmek isteyince torunları diyordu ki, “Sen Allah Resûlü hayatta iken yeterince savaştın. Bedir’de, Uhud’da bulundun. Artık sen dinlen, biz senin yerine cihad ederiz. Hem yürüyecek dermanın bile kalmadı.” Ebû Talha (radiyallahu anh) “Hayır!” diye cevap veriyor, Tevbe Sûresi’nin kırk birinci âyetini okuyor ve “Allah öyle bir tefrik yapmıyor ki... ‘Yaya ya da binitli olarak, piyade veya süvari olarak Allah yolunda seferberlik yapın’ (Tevbe, 9/41) buyuruyor” diyordu. “Sen atın üstünde duracak halde de değilsin!” dediklerinde ise “Bağlayın beni atın üstüne, öyle gideyim” cevabını veriyordu. Ve o haliyle, Kıbrıs’a yapılan deniz seferine katılıyordu. Gemide ağır bir şekilde hastalanmış ve birkaç gün sonra da vefat etmişti. Geminin karaya ulaşmasını bekledikleri için defnini yedi gün sonra yapmışlar; ama cesedinin bozulmadığını görmüşlerdi.

Aynı sefere katılanlardan birisi de “Hala Sultan” dediğimiz Ümmü Haram validemizdir. Bu sefere katılacağı müjdesini seneler önce Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) fem-i mübarekinden alan anamız, o gün seksen altı yaşında olmasına rağmen aynı î’lâ-yı kelimetullah aşkı onu da evinde oturmaktan alıkoymuş ve Kıbrıs’a kadar götürmüştü. Karaya çıkıldığında atının ayaklarının sürçmesiyle düşmüş ve şehid olmuştu. Kıbrıs Rum kesiminin Larnaka Şehrinde bulunan kabr-i şerîfi, adayı fetheden Osmanlılar tarafından 1570 senesinde türbe ve cami yapımıyla genişletilmiş ve onarılmıştı.

Görüldüğü gibi, bu insanlar her türlü mehâliki göğüsleyerek en uzak yerlere bile gitmişler. Mesafeler o kadar uzun ki, bir yere ulaşabilmek için altı ay yol gitmek zorunda kalmışlar. Sonra da orada cansiperâne mücadele etmişler. Ve akabinde bir yolunu, fırsatını bulup istidatlı ruhlara dinî duyguyu, dinî düşünceyi fısıldamışlar. Dinlerini arızasız temsil etmiş, göstermiş ve başkalarına tesir etmişler. Bu çok zor işlere talib olmuşlar ve şikayet nedir bilmeden vazifelerini yapmışlar. Şikayet etmediklerini iyi bildiğimi söyleyebilirim. Siyer ve megâzi kitaplarında, o tehlikeleri, o ifritten şeyleri göğüsleyen bu insanların, verdikleri mücadeleden iki kelimelik şikayette bulunduklarını görmedim.

Bir Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî’ye bakın. Başını kaynayan suya sokuyorlar, yüzünün etleri dökülüyor, ama “Benim başıma bunlar geldi” diye şikayet etmiyor. Bizler, hiçbirimiz, dinimizden dolayı bu ölçüde sıkıntı çekmedik. Çok rahatız. Bunun karşılığında, Cenâb-ı Hakk’ın bunca nimetine karşı bir şükür ifadesi olarak, bize lütfettiği o teknik imkânları onu duyurma adına kullanmıyorsak bu apaçık nankörlük olur. Hem körlük olur, hem nankörlük olur. Nan, ekmek demektir. Nankör olma, ekmeği nimet mânâsına alırsanız, nimeti görmeme demektir.

İşte günümüzün her bir mü’mini de, elindeki geniş imkânları ve olumlu şartları değerlendirerek nereye ulaşabilecekse Allah’ın izniyle oraya ulaşmaya bakmalıdır. Ve elinden gelen her şeyi yapıp sonuçta demelidir ki, “Bizim neslimiz bu meseleyi ancak şu noktaya götürmeye müsaitti, donanımımız ancak ona yetiyordu. Hele biz oraya bırakalım, arkadan gelenler de alır daha ileriye götürürler, daha arkadan gelenler de alır daha öteye taşırlar...”

Öyleyse, herkes din-i mübîn-i İslâm’ı tebliğ ve temsil etme vazifesini sırtlanacak; ömrünün, gücünün, kabiliyetinin ve imkânların el vermesi ölçüsünde yürüyebildiği kadar yürüyecek ve yorulup tükendiği yerde o kudsî emaneti arkadan gelen bir tanesi alıp yola devam edecek. Şimdiye kadar hep öyle olmuş. Dini temsil etme ve başkalarına anlatma işini sahabi efendilerimiz Emevilere, Emeviler Abbasîlere bırakmış; daha sonra Abbasîler sarsıntı yaşarken, hicret-i seniyyenin üçüncü asrından dördüncü asrına girilirken, Asya’dan gelen Türk boyları işin altına girmiş. Tuğrul Bey’in önderliğinde, 1050’lerde Bağdat’ı korumuşlar ve 1071 gibi çok erken bir tarihte Malazgirt’te İslâm’ın koruyuculuğunu üzerlerine almışlar.

“Onlar bir mübarek topluluktu, kazandıkları şeylerle yürüdüler Allah’a... Siz de kazandıklarınızla, kesbinizle veya iktisabınızla; ya yanlışlarınızla, hatalarınızla ya da sevaplarınızla bir gün Allah’a yürüyeceksiniz’” (Bakara, 2/134, 141) Vazife yapmış olarak yürüme de var, vazifeden kaçmış olan firârîler gibi derdest edilerek oraya celbedilme de var. Öyle bir celbedilmeden Allah’a sığınırız.