Kitap:Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
Yakîn; şekten, şüpheden kurtulmak; doğru, sağlam ve kesinlerden kesin bir bilgiye, hem de herhangi bir tereddüt ve kuşkuya düşmeyecek şekilde ulaşmak ve o bilgiyi ruha mâl etmek demektir. Yerinde îkân, istîkân ve teyakkun da diyeceğimiz yakîn, mârifet yolcusunun ruhanî seyahatinde yükselip yaşadığı mânevî bir makamdır. Böyle bir makam, derece, mertebe, terakki ve inkişafa açık varlıklar için söz konusudur. İçinde derece ve mertebelerin bulunmadığı, kendisi için inkişaf ve terakkinin de bahis mevzuu olmadığı ilm-i ilâhî için yakîn kat’iyen söz konusu değildir. Bir kere ilâhî isimler tevkîfîdir.. ve gaybın lisan-ı fasîhi Hz. Şâri’ (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından –tabiî kendisine verilen vâridât ölçüsünde– nelerden ibaret olduğu bildirilmiştir ama, bunlar arasında, yakîne kaynaklık yapabilecek “mûkin” diye bir isme rastlanmamaktadır. Sâniyen yakîn, şek, şüphe, tereddüt şânından olan nesneler hakkında kullanılır; Zât-ı Ulûhiyet ise bunlardan münezzeh ve müberrâdır.
Hakikat ehlince yakîn; iman esaslarını ve bilhassa, imanın kutb-u âzamını, aksine ihtimal vermeyecek şekilde bilmek, kabullenmek, duyup hissetmek ve onun insan benliğiyle bütünleştiği irfan ufkuna ulaşmak demektir. Onu, imanda delil ve burhanları aşarak, “latîfe-i rabbâniye” yoluyla gaybleri müşâhede, eşyanın perde arkasını murâkabe ve sırları muhafaza şeklinde de tarif etmişlerdir. Ona, bütün bilgi kaynaklarını, bütün müşâhede ve murâkabe yollarını kullanarak varılan noktalar ötesi nokta –ki, o nokta bir yönüyle intihâ, diğer yönüyle de ibtidâ sayılır– demek, zannederim daha uygun olur. O noktaya ulaşan hakikat eri, sık sık sonsuza yelken açar.. kalben miraca, ruhen مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى “Ne göz kaydı ne de haddi aştı.”[1] ufkuna ulaşır.. pâr pâr yanan ilâhî tecellîler kehkeşânları arasında seyahat eder ve “âyetü’l-kübrâ”yı heceleyecek lisan, görüp duyacak sem’ u basarla taltif edilir. Yani sonsuzluk yolcusunun kâinat kitabını sistemli mütalâası, eşyayı tekrar ber tekrar hallaç etmesi neticesinde, büyük-küçük her varlık üzerinde, Allah’a mahsus taklit kabul etmez sikke ve tuğraların ifade ettikleri mânâlara.. âfâkta ve enfüste müşâhedesine takdim edilen ibret levhalarını seyrede ede, ulaşılmaz perde arkası sırların inkişafına.. hayatını ilhamların tılsımlı ve aydınlık ikliminde sürdüre sürdüre insanî güçle aşılamayan ve ihata edilemeyen “Kenz-i Mahfî”nin tenezzül dalga boyuyla kalbde tecellîsine.. ve bu kaynaklardan süzülüp gelen ışık dalgaları mahiyetindeki vâridâtı göz, kulak ve diğer latîfelere hem de hiç kırmadan, değiştirmeden aksettiren vicdan menşûrunun iş’âr ve işaretlerine âşina olması, duyup hissetmesi, zevkedip tatmasıdır ki, ancak, çok hususî mânâda Allah’a yakın olanların lütuflandırılacakları bir mazhariyettir.
Yakînin en azı bile, kalbi nurlarla dolduracak, tereddüt sis ve dumanlarını silip süpürecek ve insanın iç dünyasında, sevinç, itminan ve revh u reyhan esintileri meydana getirecek kadar güçlüdür. Hz. Zünnûn’un da dediği gibi; yakîn, kalbi ebediyet arzusu ve sonsuzluk emeliyle coşturur. Bu yüksek duygu ise, insanda zühd düşüncesini uyarır ve geliştirir.. zühd yamaçları, hikmete açık düşünce kuşaklarıdır.. zühdle kanatlanıp hikmete ulaşan ruh, benliğine âkıbet mülâhazasını perçinler ve hâkim kılar.. ukbâ mülâhazasıyla oturup kalkanlar ise, halk içinde olsalar dahi hep Hak’la beraberdirler.
Yakînin başlangıcı, perde aralanması berzahı, iki adım ötesi mükâşefe –kalbin ilâhî tecellîlerle doygunluğa ulaşıp, şüphe, tereddüt ve bütün kuşkulara kapanması ki; bu noktaya ulaşanlardan bazıları: “Perde açılsa yakînim ziyadeleşmez.”[2] demişlerdir– eşyanın hakikatinin renkler ve keyfiyetler üstü tüllendiği bu iklimden iki soluk sonrası da müşâhede –gözle görülmemişler, kulakla işitilmemişler ve insan tasavvurlarını aşan mevhibeler âleminde seyahat– ufkudur.
Yakîn, mebde itibarıyla kesbî, –kesbî sözüyle, Ehl-i Sünnet imamlarının, eğilim ve eğilimdeki tasarruf dedikleri cüz’î irade ve onun taallukunu kastediyorum– müntehâ ve netice itibarıyla da bedîhî, lütfî ve mutlaka mârifet vizelidir. Mârifet; bakış zaviyesi, isabetli nazar, dupduru niyet ve sâlikin delillerle buluşup tanışmasına, Allah ihsanının iktiran etmesiyle meydana gelir, billûrlaşır, benliğin bütün derinliklerini aydınlatır.. derken dört bir yandan insan ruhuna ışıklar yağmaya başlar.. varlığın her ufkunda peşi peşine şafaklar sökün eder.. maşrıkların yanında mağribler de ağarır ve istidadına göre her fert, kendini ışıklarla muhât bir nokta gibi görür ruhunun derinliklerinde.. kesret dağdağasının silinip gittiğini müşâhede eder ve her şeyin bir vahdet zemzemesi içinde zevke inkılap ettiğini duyar ve yaşar...
Evet, yakîn, başlangıcı itibarıyla, biraz tozlu-dumanlı, dolayısıyla da huzursuzluk esintilerine açık geçer; neticesi itibarıyla ise, tasavvurlar üstü bir huzurla iç içedir. Mebde ve müntehâdaki bu farklılığı göremeyenler, yakînde hatarât, huzurda tavattun ve emniyet varolduğu iltibasına düşmüşlerdir. Oysaki mesele, tamamen bir mebde ve müntehâ meselesi.. hatarât ise 3إِلَّا أَنْ يَتَغَمَّدَنِيَ اللّٰهُ بِرَحْمَةٍ مِنْهُ fehvâsınca herkes için bahis mevzuu.. tavattun ve emniyete gelince onlar, Allah’ın yakîn seralarında yetiştirdiği inayet turfandalarıdır.
Bir kısım Kur’ân âyetlerinde işaret buyrulduğu gibi, yakîn, tasavvuf erbâbınca üç bölüm içinde mütalâa edilmiştir:
1. İlme’l-yakîn ki; apaçık delil ve burhanların aydınlık dünyasında, o delil ve burhanlar vesâyetinde hedeflenilen hususlarla alâkalı en sağlam inanç ve en kesin iz’ana ulaşma hâli,
2. Ayne’l-yakîn ki; keşif, müşâhede ve duyup hissetmenin ruha kazandırdığı engin ve tarifler üstü mârifete ulaşabilme pâyesi,
3. Hakka’l-yakîn ki; perdesiz, hâilsiz; aynı zamanda kemmiyetsiz, keyfiyetsiz ve tasavvurları aşan sırlı bir maiyyeti ihraz mazhariyeti diye yorumlanmıştır. Bazıları bu mazhariyeti, kulun, benlik, enaniyet ve nefis cihetiyle fenâ bulup Zât-ı Hak’la kâim olması şeklinde tefsir etmişlerdir.
Bu üç hususu, avamca şöyle bir misal ile anlatmak da mümkündür: Bir insanın ölmeden ölümü bilmesi “ilme’l-yakîn”, gözünden perdenin kaldırılıp canını almaya gelen melekleri görmesi ve sekerat öncesi bir kısım metafizik hâdiselere şahit olması “ayne’l-yakîn”, ölümün kendine has keyfiyetini tadıp duyması da “hakka’l-yakîn”dir. Buna göre bir insanın, ilmî istidlâl yoluyla herhangi bir mevzuda elde ettiği kesin bilgiye ilme’l-yakîn, gözüyle, kulağıyla ve diğer salim duygularıyla ulaştığı mârifete ayne’l-yakîn, istidlâl ve müşâhede üstü ve doğrudan doğruya onun vicdanına gelen, vicdanından fışkıran ve bütün zâhir-bâtın duygularının ufkunu saran irfana da hakka’l-yakîn denir.
Yakînin, hususiyle de hakka’l-yakînin, hakâik-i mücerredeye tatbikine gelince, yukarıdaki mülâhazalarda da işaret edildiği gibi, o, tamamen hâlî, zevkî bir meseledir.. ve bundan öte fazla bir şey söylemek de bizim boyumuzu aşar.
اَللّٰهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلًا وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى صَاحِبِ الْيَقِينِ الْأَتَمِّ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْأَكْرَمِ
وَعَلٰى اٰلِه۪ وَصَحْبِه۪ أَجْمَعِينَ.