Kitap:Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
Sofî kelimesi, tasavvuf ehli olanlar için kullanılan bir tabirdir. Bu kelimeyi “sûfî” şeklinde kullananlar da vardır. Zannediyorum bu farklı kullanım, biraz da kelimenin menşeinden kaynaklanmakta. Onun ‘sof’tan, ‘sofus’tan, ‘safâ’dan, ‘safvet’ten geldiğine kâil olanlar veya dindarlıktan kinaye olduğunu düşünenler “sofî”; ‘sûfân’, ‘sûfâne’ veya ‘suffe’den geldiğini iddia edenler, ve ayrıca ‘softa’ mânâsına gelen ‘sofu’dan ayırmak isteyenler de “sûfî” şeklinde kullanmışlardır.
Erbâbının, sofîyi tarif sadedinde şu ifadeleri meşhurdur:
Sofî; kalbî hayatı açısından saflaşmış ve iç âlemi itibarıyla berraklığa ermiş “hak yolcusu” demektir.
Sofî; Cenâb-ı Hakk’ın kendisi için seçip intihap buyurduğu; intihap buyurup onu nefsinin tesirinden kurtararak duruluğa erdirdiği iddiasız “hak eri” demektir.
Sofî; mahviyet ve tevazuuna nişâne, iç huzuru ve gönül rahatlığıyla “sûf” (yün) giyip sevgiyi seven ve ona, onun Sahibine cefâ tattırmayan; dünyanın, dünyaya ve hevesatımıza bakan yanlarıyla ona aldırış etmeyen Hakikat-i Ahmediye yolunun yolcusudur. Evet, sûfîlerin sûf giymeleri, giyinişlerine izafe edilen bir isimle anılarak kendilerine “mutasavvıf” denmesi, onların hâllerini, özlerini ve tavırlarını nazara vermek içindir. Çünkü sûf giymek, öteden beri peygamberlerin, onlara uyanların ve her zaman kendilerini ibadete verenlerin şiârı olagelmiştir.[1] Eğer, gerçekten peygamberler ve onların havarilerinin giydikleri yün ise, “sûfî” kelimesinin, “sûf”a nisbetinin doğru olduğunu söyleyebiliriz.
Sofî; nefsanî bulanıklıklardan sıyrılıp özüne ermiş ve beşerî bütün küdûrâttan arınarak lâhutîleşmiş, gerçek insanlığa yükselme yolunun şehsuvarı demektir.
Sofî; Ehl-i Suffe’ye benzeme gayretinden ötürü bu nâm-ı celîli alan ve ömrünü o ismin hakkını vermeye bağlamış ideal gönül erinin adıdır.
Sofî kelimesinin “sâf”tan müştak olduğunu da söyleyenler olmuştur; iştikak hatası mahfuz, sürekli Hak karşısında kemerbeste-i ubûdiyet içinde bulunmaları açısından, sakat bir asıldan da gelse, düşündürücü bir fasıl gibi görünmektedir. Gerçi himmetlerinin yüksekliği ve kalblerinin sürekli Allah’a müteveccih olması, onların her zaman bu mevkiin erleri olduğunu gösterir ama, “sâf”tan sûfînin iştikakı yanlıştır. Sofînin; Rumca “hikmet” mânâsına gelen “sofîya” kelimesinden veya Yunanca “sofus”tan geldiğini iddia edenler de olmuştur. Fakir bunun, yabancıların bir yakıştırması olabileceği kanaatindeyim; o kanaatteyim, sofîlerin pek çoğu hikmet erbâbı olsa bile…
İslâm tarihinde ilk sofî lakabını alan, büyük zâhid Ebû Hâşim el-Kûfî’dir.[2] Bu zat, hicrî 1 senesinde vefat ettiğine göre, sofî tabirinin hicrî ikinci asırda ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu demektir ki, sofî kelimesinin böyle hususî bir mânâda kullanılması ashab ve tâbiûn-u kirâm efendilerimizden sonra olmuştur.
Bir sistem olarak, zâhid Ebû Hâşim’le tanıdığımız sofîlik, ilk zuhuru itibarıyla, Peygamberimiz ve arkadaşlarının yaşayışlarındaki sadelik çizgisinde, dünya cihetiyle dünyaya karşı ciddî bir tavır içinde, sürekli rakâik ve ölüm ötesi hâdiselerle irtibatlı, tamamen kalb ve ruh insanlarının mesleğiydi. Bu itibarla da o, hep ruhanî hayatın emrinde oldu. Sofîlik, çıkış gayesi açısından, kalbi Hakk’a bağlamak ve sineyi aşk u muhabbetle dağlamaktan ibaretti. Ayrıca, hakikî sofîler tarih boyu “hüsn-ü huluk” ve “edep” dedi, peygamberler yolunu takip ettiler. Her meslek gibi onda da bir kısım inhirafların ve çarpıklıkların yaşandığı devirler olmuştur. Ne var ki, sadece inhiraflara ve çarpıklıklara bakarak bu saf gönüller mesleğini karalamak da insafsızlık olsa gerek.
İmam Kuşeyrî, kendini ruhanî hayata salan sofîlerden bahsederken özetle şöyle der:[3] Müslümanlıkta büyüklüğün unvanı olarak, Allah Resûlü’ne arkadaşlık unvanından daha büyük pâye yoktur. Bu mazhariyet başka dönem insanlarıyla paylaşılmayacak kadar büyük bir mazhariyettir. Bundan sonra en büyük nâm ve pâye ise, Allah Resûlü’nün ashabını görüp tanıma bahtiyarlığına ermişlerin unvanı olan “tâbiûn” unvan-ı celîlidir. Bu kadri yücelerden sonra da tâbiûnla buluşup görüşme mutluluğuna ermişlerin nâm-ı celîlü’l-kadri olan “tebe-i tâbiîn” gelir.. bu üç aydınlık zümrenin gurûbuna ve bu arada bir kısım fitnelerin zuhuruna muhâzî olarak da fıkıh cephesinde fakihler, hadis cephesinde muhaddisler, akaid cephesinde muhakkikîn-i mütekellimîn çok önemli misyonlar eda ettikleri gibi, İslâm’ın ruhî cephesinde de en önemli gelişmeleri sofîler gerçekleştirmişlerdir.
Sofîler, hayat tarzları itibarıyla fevkalâde dürüst, olabildiğince sade, her türlü karışıklıktan âzâde, bedenî zevk u safâ ve cismanî tutkulardan uzak, zâhidlik, fakirlik ve nâsikliğin yükseltici ikliminde ömür sürdürmeye kilitli, Peygamber Efendimiz ve güzîde İslâm büyüklerine benzemeye kararlı öyle dengeli insanlardır ki, onları bu evsâf-ı âliyeleriyle ne eski hekim ve filozofların devamı kabul etmek ne Hıristiyan mistiklerle irtibatlandırmak ne Hint fakirizminin bir kolu saymak ne de günümüzdeki bir kısım mehâbet ve mehâfet bilmez laubalilerle aynı görmek mümkündür. Bir kere tasavvuf, ilk zuhuru ve temsilcileri itibarıyla, kalbin iç yüzü, eşyanın perde arkası ve varlığın sinesindeki gizli esrârın ilmi kabul ediliyordu; sofî de bu ilmin talebesi ve bu yolun nihayetine ulaşmaya kararlı süvarisi. Bu süvari bütün bir ömür boyu her insan için ideal bir ufuk sayılan “insan-ı kâmil” olma zirvesine koşacaktı. Bu, Nâmütenâhî’ye ulaşma cehdiyle bitmeyen bir yolculuk, tükenmeyen bir azim ve herhangi bir beklentiye girmeden tevakkufsuz sürdürülen bir maratondu. İşte hakikî tasavvuf bu, sofî de bu muhtevanın mübarek temsilcisi büyük kahraman! Meseleye böyle yaklaşılınca, sofînin filozoflarla, mistiklerle, yogilerle hiçbir münasebeti olmadığı gibi, tasavvufun da mistisizm, yogizm ve felsefeyle uzaktan-yakından alâkası olmadığı kendi kendine ortaya çıkar.
Vâkıa, İslâm’ın zuhurundan evvel, Yunan ve Hint filozofları da tasfiye yolunda yürümüş ve sofîlerin yaptıklarına benzer mücahedede bulunmuşlardı ama; bu iki yol, öz ve esas açısından birbirinden çok farklı şeylerdi. Bir kere sofiye, tasfiyesini, zikir, ibadet ü taat, nefis muhâsebesi, tevazu ve mahviyet esaslarına bağlı olarak gerçekleştiriyor, sonra da âhir ömrüne kadar bu çizgisini korumaya çalışıyordu. Eğer filozofların tasfiyesine de tasfiye denecekse, o “keyfemâyeşâ” bir tasfiye idi.. bu tasfiyenin içinde ibadet ü taat, nefis murâkabesi, tevazu ve mahviyet bulunmadığı gibi, hemen her zaman gaflet ve benliğin küstahlaştırılması söz konusu idi.
Sofiye, başlıca iki gruba ayrılır:
1. İlim yörüngeli hareket edip, mârifet kanatlarıyla vuslat arayanlar.
2. Mücerred zevk, vecd ve keşif yolunda gidenler.
Evvelkiler, ilim ve mârifet kanatlarıyla “seyr ilallah”, “seyr fillâh” ve “seyr anillâh” ufuklarında bitmeyen bir yolculuk yaşar ve ömürlerini “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh”ın üveyikleri olarak sürdürürler.. varlığın içinde müşâhede ettikleri her tebeddül, her tagayyür, her tekevvün onlara Hz. Kudret ve İrade’den yüzlerce mesaj sunar, her hâdise onlara ayrı ayrı dillerle çok farklı nağmeler fısıldar.
İkincilere gelince, bunlar da, seyr u sülûk ve zühdlerinde ciddî olmakla beraber, keşif, keramet, zevk, vecd, tevâcüd peşinde olduklarından zaman zaman hedeften zuhûl ile “kurb” ikliminde “bu’d” yaşayabilirler. Birinci yol, Kur’ân’ın rehberliği altında yürüyen vilâyet-i kübrâ temsilcilerinin yolu; ikinci yol ise, temelde Kur’ân ve Sünnet yörüngeli olsa da, yer yer arzular, hisler, beklentiler öne çıktığından önceki yol kadar selâmetli değildir.
Ayrıca sofîler, kendi aralarında insanları üçe ayırırlar:
Birinci sınıfa “kâmil ve vâsıl” insanlar derler ki, bunlar da kendi içlerinde iki kısma ayrılır: Biri umum enbiyâ-i izâm ve rusül-i kirâm hazerâtı, diğeri de onlara mütâbaat ve inkıyadla Hakk’a vâsıl olmuş kümmelîndir. İşte, kendi istidatlarının arşı itibarıyla gerçek kâmil insanlar da bunlardır. Bunlardan bazıları kendi nefsinde kâmil ve vâsıl olmakla beraber mürşid olmayabilir. Hatta, bazı vâsıllar, vuslatı tamamladıktan sonra, bir daha da cem’ ve hayret bahrinin dalgalarından kurtulamaz ve ilelebed duyguları ve düşünceleriyle orada müstehlik kalırlar. Dolayısıyla da bunların nâsût âlemiyle münasebetleri bütün bütün kesilir ve irşad imkânını elde edemezler.
İkinci sınıfa “sâlik” derler; bunlar da yine iki kısma ayrılır: Birinci kısım, sadece Allah tâlipleri olup hem dünyayı hem de ahireti düşünmeyenlerdir. İkinci kısım ise, ahiret ve Cennet’in tâlibi olmakla beraber meşru dairede dünyayı da isterler ki, bunlar da zâhidler, âbidler, âcizler ve fakirlerdir. Bunların aczleri, fakrları Allah’la (celle celâluhu) münasebetleri açısındandır.
Üçüncü sınıfa gelince, bunlar, bütün bütün dünyaya hasr-ı himmet ettiklerinden, sofiye onlara “mukîmîn” der ki, bunlar, eşrâr ve ashab-ı şimalden bir kısım bahtsızlarla hiçbir şeyi görmeyen, işitmeyen, anlamayan tali’sizlerdir.
Ayrıca bu üç sınıftan ilklere “mukarrabîn”, ikincilere “ashab-ı yemîn”, üçüncülere “ashab-ı şimal” diyenler de olmuştur.