Kitap:Buhranlar Anaforunda İnsan (Çağ ve Nesil 2)
Tâlim ve terbiyeden ne anlamalıyız? Nesiller, nasıl ve ne suretle terbiye edilmelidir? Onlara, neleri, nasıl ve niçin okutmalıyız? Ve bu kutsi vazîfeyi kimler görecektir?
Terbiye ile alâkalı mevzûları ele alırken, kendi kendimize soracağımız bu suâllere, inandırıcı cevaplar bulma mecburiyetindeyiz.
Hedef ve gâyesi belirlenememiş bir talim ve terbiye sistemi, nesilleri şaşkına çevireceği gibi, nelerin nasıl öğretileceği ve terbiyede takip edilecek usûl ve metodun neler olacağı bilinmeden, gençlerin kafa ve ruhlarına yerleştirilen şeyler de onları sadece birer bilgi hamalı yapacaktır.
Milletlerin içtimaî yapılarıyla, terbiye usûl ve esasları arasında açık bir alâka, yakın bir bağ mevcuttur. Millet fertlerine nasıl bir terbiye verilirse, toplum da yavaş yavaş giderek o şekli almaya başlar. Zira, bugün yetiştirilen nesiller, yarının yetiştiricileri olarak vazife başına geçecek ve üstatlarından aldıkları aynı şeyleri, çıraklarının gönüllerine boşaltacaklardır. Milletlerin, cismanî varlıklarını devam ettirmelerinde, evlenme ve üreme ne ise onların ahlâkî ve içtimaî hayatları için terbiye de aynı şeydir. Evlenme mevzuunu sağlam esaslara bağlayamamış milletler, kendilerini inkirazdan kurtaramayacakları gibi, cemiyetin rûhî ve ahlâkî durumuna gereğince ehemmiyet veremeyen milletler de kat'iyyen uzun süre varlıklarını sürdüremeyeceklerdir.
Bir milleti meydana getiren fertlerden her biri, az çok diğerine tesir eder veya ondan bir şeyler alarak onun tesirinde kalır. Bunun gibi an'ane ve gelenekler, uzak-yakın çevrenin tesiri de yetişmede önemli birer yer işgâl ederler. Bir âile reisi kendi âile fertleri arasında, milleti idare edenler de cemiyetin çeşitli kesimleri ve fertleri arasında kuvvetli tesir ve nüfûza sahiptirler. Buna göre, bir milletin kabiliyeti ölçüsünde yükselmenin en son noktasına ulaşması ve fonksiyonunu tamı tamına edâ etmesi, o milleti meydana getiren fertlerin düşünce, tasavvur, kültürüyle ve zimamdârlarının da plân, basîret ve hasbîlikleriyle yakından alâkalıdır. İdare edenlerin eğilip fertleri görüp gözetmeleri, fertlerin de birer içtimaî varlık hâline gelme yolundaki gayretleri, bir taraftan "herkes çoban ve herkes güttüğünden mes'ûldür" prensibinin, diğer taraftan da "yaşama yerine yaşatma zevkine" göre akort olmanın ifâdesidir.
Nesillerin yetiştirilmesiyle meşgûl olanlar, bu vazifeyi hangi nam altında yerine getirirse getirsinler, üzerlerine aldıkları mesûliyetin büyüklük ve ehemmiyetini bir an bile hatırdan çıkarmamalıdırlar.
Bizler, çocuklarımızın geleceğini teminat altına alma uğrunda, her yolu dener, her ihtimâli değerlendirir, onların hiçbir şeye muhtaç olmamaları için her sıkıntıyı göğüsler, her zorluğa katlanır, onlara "cennet-âsâ" bir dünya hazırlamaya çalışırız. Acaba onları, gerçek sermaye olan ahlâk ve fazilete yükseltemediğimiz; idrak ve kültürle istikrara ulaştıramadığımız zaman, bütün himmet ve gayretlerimiz boşa gitmeyecek midir?..
Evet, bir milletin en büyük sermayesi, talim ve terbiyenin bağrında gelişen kültür, irâde sağlamlığı, ahlâk ve fazilet sermayesidir. Bu sermayeyi elde eden milletler, cihanları fethedebilecek bir silahı yakalamış ve dünya hazinelerini açabilecek sırlı bir anahtara mâlik olmuş sayılırlar. Aksine, bu terbiye ve bu anlayışa yükselememiş yığınlar, ilerde verecekleri hayat mücadelesinin daha ilk raundunda nakavt olup eleneceklerdir.
Eğer nesillerin dimağları yaşadıkları devrin fenleriyle, gönülleri de ötelerden gelen esintilerle donatılarak, rûhlarında birer fener hâline getireceğimiz tarih menşuruyla, onları geleceğe baktırabilirsek, inanın; bu uğurda sarfettiğimiz şeylerin en küçük parçası dahi heder olmayacaktır! Heder olmak şöyle dursun, kat kat fazlasını dahi alacağımız söylenebilir. Hatta diyebilirim ki; nesillerin yetiştirilmesi uğrunda harcanan her kuruş, o sağlam gönüllerde, o terbiye görmüş rûhlarda âdeta bir gelir kaynağı hâline gelecek ve milletçe, bitip tükenme bilmeyen bir hazine elde etmiş olacağız.
İyi bir terbiye görmüş ve yetiştirilmiş nesiller, hayat mücadelesinde, karşılarına çıkan her engeli göğüsleyebilecek, maddî-manevî her çeşit zorluğu yenebilecek ve hiçbir zaman ümitsizliğe düşmeyeceklerdir. Böyle bir idrakten mahrum tâlihsizler ise babalarından intikâl eden maddî serveti, har vurup harman savurdukları gibi, mânen de hep boşlukta, sallantıda ve karamsar bir hayat geçirecek, sonra da sefâletin kuduz dişleri arasında kahrolup gideceklerdir.
Bugün yolların ayrımında; kendi evlâtlarını ya insanlığa yükseltme veya insan azmanı olmaya terk etme mevkiinde bulunan zimamdarlar, nasıl Kaf dağından ağır bir sorumluluk yüklendiklerini düşünerek, yıllar yılı ihmâllerin meydana getirdiği ciddî çürümelere karşı; daha sağlam, daha tutarlı tedâvi yolları bulma mecburiyetindedirler. Yoksa bugüne kadar, çeşitli erozyonlarla, ellibin defa varlığının en kıymetli cevherlerini meçhûl denizlere kaptırmış bahtsız nesiller, bütün bütün "kuvve-i inbâtiye" lerini kaybederek, tamamen verimsizleşecek ve bir daha da kendi özleriyle varlığa eremeyecek, geçmişteki ihtişamlarına ulaşamayacaklardır.