Kitap:Buhranlar Anaforunda İnsan (Çağ ve Nesil 2)
Bu millet, birkaç asırdan beri kendi bünyesinde akıl almaz zıtlaşmalara, anlaşılmaz kutuplaşmalara düşerek, içten içe kendi kendini çürütmüş ve âdetâ düşmanlarının emellerine hizmet eder hâle gelmiştir. Bir kesim, kendisinin sağmal'ı saydığı Anadolu'yu hep horlamış; bir kere olsun gidip orada dolaşmayı, kendi insanı ile görüşüp konuşmayı hiç mi hiç düşünmemiş; onların dünyalarına yükselip onlarla hemhâl olmayı, ruhlarını keşfedip anlamayı aslâ hatırına getirmemiştir. Ara sıra bir kahveci Ali, aşçı Hasan, berber Süleyman'la görüşenler olmuş ise de bu da onların diliyle alay, safvetleriyle istihzâ ve anlayışlarıyla eğlenmek için olmuştur. Bu kesimin insanı, frenk ruhunu tedkikden, batı yakası zevkleriyle sermest olmaktan, Fransız ve İngiliz edebiyatının inceliklerini araştırmaktan, kendi dünyasını düşünmeye, onun insanıyla içli-dışlı olmaya ve onun dertlerini dinlemeye kat'iyyen vakit bulamamıştır! Onun şimdiye kadar ruhuna içirilen terbiye anlayışı; sevimli ve şık matmazellerin, muhterem saintlerin, insanlık hayranı misyonerlerin! Onun demine-damarına işlercesine ruhuna aşıladıkları prensipler, onda öyle bir düşünce yapısı meydana getirmiştir ki, bugün kalkıp kendisine 'mü'min!' diye sesleniverseniz, bunu yüzüne savrulmuş en büyük hakaret sayacak ve sizi huzurundan kovacaktır.
Madalyonun diğer yüzündeki manzara da bundan farklı değildir. Vaktiyle en duru ilhâmlarla beslenen, en âşıkâne heyecanlarla coşup kanatlanan Cüneyd-i Bağdâdî, Bâyezid-i Bistamî, Ahmed Bedevî, Celâleddîn-i Rûmî, İsmail Ankarevî, Şeyh Gâlip gibi millette içtimâî rûhu uyandıran, kitleleri irşâd edip insanlığa yükselten, maddî-mânevî tıkanıklıkları açan ve ruhları kamçılayıp ulvî âlemlere sevk eden hassas ruhların, feyizli dimağların,lahûtî ve ateşîn kalplerin yerini -büyük bir kısmı itibariyle- her nevî yeniliğe muârız, terakkî ve tekâmül istikâmetinde atılan her adıma muhalif, sînesi öbür âlemin heyecanlarından mahrûm, düşünceleri hakikatsız ve her türlü ilmî araştırmayı günah sayan sığ bir gürûh almıştır. Öncekiler, milletlerinden, millî ruhtan uzaklaşmayı yenilik ve inkılâb saymakla; sonrakiler de şeklî bir mazîye ve onun kuru ve ruhsuz yanlarına saplanıp kalmakla milletlerine ihânet etmişlerdir. Birinciler, frenkleşmediği için kendi milletlerini dahi hor görecek kadar yabancılaşmış; berikiler ise sırf eski devirlerde bulunmadığı için bir kısım teknik gelişmeleri, yeni icat ve keşifleri, devriyle hesaplaşabilecek güçte fikir akımlarını bid'at saymış, lânetlemişlerdir...
Oysaki, her millet, kendi ruh ve kabiliyetine uygun, kendi düşünce ve inancı çizgisinde müessese ve teşkilât ister. Rica ederim; milletlerin idarî ve içtimâî teşkilatları, maarif ve düşünce akımları, asrın ihtiyaçlarının ve milletin rûhî temayüllerinin neticesi değil midir?
Fıtrat kanunlarına muhâlif bir surette millete, onun düşünce ve inanç tarzı ile telif edilmeyen, ruh köküne zıt ve asrının ihtiyaçlarını karşılayamayacak sistemleri, içtimâî kanunları tatbike kalkışmak tehlikeli bir teşebbüstür. Böyle bir hareketin, milleti temelinden sarsacağında, zaafa uğratıp hasımlarının oyuncağı haline getireceğinde şüphe yoktur.
Bu itibarla, milleti kurtarma ve yüceltme gibi yüksek duygularla yola çıkanlar, her şeyden önce fıtrat kanunlarıyla zıtlaşmaya düşmekten tir tir titremelidirler. Tabiât kanunları, Yaratıcı'nın nurlu ve hikmet dolu bir kitabı olarak, her zaman başvurulması iktiza eden bir ibret dershânesidir. Kendini idrak etmiş, ruhuyla bütünleşmiş gönüller, bu dershânede hilkatın göz kamaştırıcı güzellik ve inceliklerini, taklit edilmeye şâyeste kanunlarını ibretle mütâlâa ve tetkikten zevk alırlar...
Dünden bugüne, muhtelif milletlerin ıslahat tarzları ve inkılapları araştırıldığında görülür ki; bir milletin içtimâî ve siyasî durumunu tanzim,terbiye ve yükselmesini deruhte ve rehberliğini yüklenenler; hareketlerini fıtrat kanunlarına uydurma hususunda ne kadar titizlik göstermiş; milletlerin ruhuna ne kadar vâkıf olabilmiş ve çağın getirdiği ihtiyaçlara ne kadar nüfûz edebilmişlerse, çalışmalarında o derece semereli olmuş ve milletlerine de o nispette ölümsüzlük vadedebilmişlerdir. Bunun aksine, bir millet ve bir ülkenin kaderine, görgüsüz ve bilgisiz kimseler hükmediyor ve fıtrat kanunları ihmâle uğruyorsa, orada da öldürücü 'fâsit dâireler' ve buhranlar birbirini takip edip durmuştur.
Tıpkı karada yaşayan canlıların suda boğulmaları, hayatlarını deryalarda sürdürenlerin de sudan çıkarılınca ölmeleri gibi, milletler de millî düşünceleri, rûhî temâyülleri hesaba katılmadan ve zamanın ihtiyaçlarına uygun olmayan düzenleme ve teşkilâtlanmaya zorlandığında, sudan çıkarılan balık gibi yavaş yavaş felç olur ve ölür giderler.
Her milletin düşünce tarzı, zihniyet ve temâyülleri başka başkadır. Bir çakırkeyf İskoçla bir serseri Fransız, bir Anglosaksonla bir Germen aynı düşünceyi paylaşsalar bile çok farklı yapıya sahiptirler. Tek akîdeye bağlı bu milletlerde, birinin saadetini temin eden sistem ve teşkilât, ayniyle diğerine tatbik edildiğinde, ihtimâl ki böyle bir durum onun inkırâz ve mahvına sebep olacaktır.
Gelişmiş ülkelerin fen ve tekniğine muhtaç olduğumuza da şüphe yoktur. Olamaz da... Nasıl olur ki dünya baş döndürücü bir süratle terakkî ve tekâmül yolunda dakika fevt etmeden koşuyor. Bizim de bu cereyan ve bu coşkun sele aynı tempo içinde katılmamız ve asrını yaşayan bir millet hâline gelmemiz zarûridir. Bu hususta küçük bir tereddüt, az bir gecikme bizim -maâzallah- telâfisi imkânsız bâdireler içine yuvarlanıp bütün bütün tarihten silinip gitmemizi netice verebilir.
Ne var ki bu ûmumî ve tabiî akışa uyup giderken de atılacak her adımın kat'î, tereddütsüz, bilerek atılması ve millî düşüncenin korunup kollanması şarttır. Evet, yol aydınlık ve belli, bütün bir tarih boyunca da millî ruhla işletile işletile şehrâh hâline gelmiş bulunması, sonra cemiyeti ayakta tutacak müesseselerin kucaklanıp korunması, nihayet o yolda yürüyeceklerin de azimli, şuurlu olmaları lâzımdır ki, mesafe alınabilsin ve kitleler şaşkınlığa sevk edilmesin.
Asırlardan beri bu ülkenin yorulmuş, bıkmış ve ciddî bir bezginlikle kenara çekilmiş yığınlarına, onları 'şevk ü târâba' getirecek yönde bir şeyler fısıldayarak, yorguna güç verilmeli, bıkmışa diriltici ruh üflenmeli ve (neme lâzımcılara) insan olma yolları gösterilmelidir. Bu vazife şimdiye kadar hakikata gönül vermiş ilim adamları ve hasbî ediplerce sürdürülmüştü. Âlim ilmiyle, edip de sihirli beyanıyla, insanlık ruhuna daveti esas alarak, bu ahlâk ve fazilet hizmetini yürütüyordu. Bundan sonra da aynı çizgide hareket edilerek aynı neticelere ulaşmak mümkündür. Elverir ki; inanç, fazîlet, ilim ve kalem esasları ihmâl edilmesin. Bunlardan birinin ihmâli top yekûn milletin sarsılması ve izmihlâli demektir. Her satırı ruha ölüm yağdıran ve her mısraı bir ruh sefaletini ifade eden.
'Tahammül mülkünü yıkdın, Hulâgu Han mısın kâfir?
Hemân dünyayı yakdın, âteş-i sûzân mısın kâfir
Nedir bu gizli gizli âhlar, çâk-i girîbânlar
Acep bir sûhe âşık-ı nâlân mısın kâfir?
Sana kimisi cânım, kimi cânânım deyû söyler.
Nesin sen doğru söyle cân mısın cânân mısın kâfir?'
(Bu kısmı almaya edebimiz müsaade etmedi)
'Niçin sık sık bakarsın böyle mir'ât-ı mücellâye
Meğer sen dahî kendi hüsn'üne hayrân mısın kâfir?' Nedim
Gazeller misüllü ahlâkı tahrip yolunda söylenmiş hezeyanlar, şanlı imparatorluğun ölüm melodileri olduğu gibi... Birçoğu itibariyle bütün bütün şirâzeden çıkmış; sevgiyi şehvette hallâc eden, aşkı cismâniyette boğan, nefse bohemliğe giden yolları gösteren, kalbe kezzap içirip ruhun kolunu kanadını kıran ve sütünumuza almayı okurlarımıza karşı hürmetsizlik sayacağımız, günümüzün edep bilmez edebiyâtı, insanımıza insanlığını unutturmuş, onu gaflet ve sefâletlere iterek irâdesini felç etmiştir.
Geleceğin imâr edilmesi vazifesini üzerine alan şanlı mîmarlar, cemiyetin her kesiminde millî şuuru mayalayıcı istikamette bir seferberlik ilân ederek, yığınları, cismânilik girdâbından kurtarıp, onlara kendilerini yenileme, ruhta varlığa erme ve kendi medeniyetlerini kurma yolunda hayat nefhetmelidirler.
Milletimiz, bugün az çok, kendisini zulmetlerden aydınlığa çıkaracak yolları keşfetmiş durumdadır. Bundan sonra da bulduğu bu yolda, sarsılmaz bir azim, sağlam bir birlik şuuru ile hareket edildiği takdirde, -geçmişe de akseden seciyemizin delâletiyle dünya milletleri arasında gıpta edilecek bir noktaya ulaşabileceğimizden şüpheye düşülmemelidir.