Varolma
Tahmini okuma süresi: 9 dk.
462 defa okundu.

Kitap:Buhranlar Anaforunda İnsan (Çağ ve Nesil 2)



Fert, muvaffakiyet ve mutluluğunu, içinde yaşadığı toplumun huzur ve güven vericiliğine; toplum da sıhhat ve emniyetini, kendini meydana getiren fertlerin diğergâmlık ve samimiyetine borçludur. Bin bir illetle meflûç ve bencil fertlerden sıhhatli bir toplum meydana gelemeyeceği gibi, arızasız bir toplumun kanatları altına sığınmamış fertlerin de saadeti söz konusu değildir. Fertler, bir kanaviçe gibi toplumu nesceder[1]; toplum da, kendini oluşturan parçaları görür, gözetir ve hususî istidatlarına göre onların yükselip semavîleşmelerine yardımcı olur.

Ancak böyle bir mukavele sayesindedir ki; toplum, dengeli ve ümit verici olabilir; fert de haysiyet ve namusuyla yaşayabilir. Böyle bir toplum içinde, talebe öğrenme fırsatını, âlim de ruhunun ilhamlarını boşaltma imkânını elde eder. Ve yine, böyle bir toplum içinde, kütüphaneler taliplerle dolar taşar ve ilim halk kitlelerine mâl olur; düşünce ibadetlere akseder, ibadetler düşünceleşir. Belde, fazilet beldesi olur, o beldede yaşayanlar da mutlu insanlar...

Dört yanı düşmanlarla çevrili ve yer yer çürümeye yüz tutmuş bir cemiyet içinde fert, namus ve izzetiyle yaşayamaz; kimse ilim öğrenip öğretemez; hiçbir şahıs, Yaradan’ına karşı mükellefiyetlerini yerine getiremez... Hâsılı, böyle bir toplum içinde kimse gemisini kurtaramaz! Hele, hasımları içlerine girmiş ve onların salladıkları beşiklerde büyüyor, onların dilleriyle konuşuyor, onlara mendil sallıyor; hatta, onların kalblerinde barınıyorlarsa...

Eskiden düşmanlıklar, umumiyet itibarıyla hariçten geliyordu. Dâhilden olanları ise, cehalet ve bağnazlık gibi mahdut bir iki şeyden ibaretti ve izalesi de kolaydı. Şimdi ise, bir kısım müsamahaları da milletin aleyhinde değerlendirerek, fevkalâde düzenli ve mekanize edilmiş birliklerin, hem de toplumun can evini hedef alan taarruzları bahis mevzuudur. Bu amansız ve sinsi saldırılara karşı toplum duyarlılığını, fert de gerilimini kaybetmişse, işte o zaman, Alparslan hançerlenmiş, Fatih de zehirlenmiş olur. O zaman, “Nâkus inler beyninde Osman’ın”; o zaman, “Ezan susar, silinir fezadan yâd-ı Mevlâ’nın..!”

Evet, endişeler ötesi endişemiz, düşman ve düşmanlıkların böyle bir baştan bir başa toplumun damarlarına yayılması ve “kan kanseri” gibi içten içe onu eritip çürütmesidir. Kanıyla, damarıyla, hasımları tarafından böyle kıskıvrak yakalanmış yığınlar, düşmanlarını sezemez; kanını emen ve sinirlerini koparan en amansız hasımlarını, dost zannederler. Milletin basireti bu kadar bağlı, düşmanlar da bu kadar sinsi ve amansız olunca, “tahta at” surlardan içeriye sızmış ve kale tehlikede demektir.

Bir zamanlar, milletimizin diriliş hamlelerini ezmek için durmadan boğuşup kan döken işgalci düşünce, bizi içimizden vurmanın sırrını öğrendiği gün, artık gözü ne Viyana bozgununu ne de Puvatya hezimetini görmez oldu. “Kale içten fethedilir.” diyor, ona göre mevzileniyor ve ona göre yeni tabyeler hazırlıyordu. Keşke münevverimiz, bütün bu olup bitenleri önceden sezebilseydi! Ama ne gezer... Aslında, o devir, “entelijansiya”mızın uyuklayıp durduğu uğursuz bir devirdi ki, bir iki ninni ile bütün bütün kendinden geçti ve hemen hepsi rüyaların tozpembe iklimlerine açıldı.

Tam mânâsıyla bir felâket olan bu devrede, hedef değiştiren işgalci dünya, memleketin her köşesinde “damping”e gidiyor; en bayağı fikirler “popülarize” edilerek elmaslar gibi müşterilere takdim ediliyor; palyaçolar kaytanlı urbalarıyla aktörler gibi çalım satıyor ve miyop bakışlı bir kısım sefil yaratıklar havarî diye alkışlanıyordu. Buna mukabil millî ruh, erozyondan erozyona uğratılıyor; şimal buzullarından gelen korkunç “aysberg”ler altında ezilip gidiyordu.

Nihayet cihan harbiyle, asırlardan beri devam edegelen, kin ve nefretler -kısmen dahi olsa- açığa çıkınca, Anadolu insanı kendini toparladı ve bütün heyecanıyla yurdun dört bir bucağında cepheye koştu. Bu kavgada zahiren silah, hakikatte ise millî ruh muzaffer olmuştu ve artık geriye, hâkimiyet davasını bayrak yaparak onu yükseltme, ona sahip çıkma kalıyordu ki; bu da, her yörede cepheye koşan ve orada asırlık hasımlarıyla hesaplaşan millet ruhunun alkışlanması ve cephe gerisinde ortalığı velveleye veren karakuraların saf dışı edilmesiyle kabildi. Bu yapılabilseydi, dünyamız, insan ve hürriyet sevgisiyle yoğrulmuş ve yepyeni bir ruha kavuşmuş olacaktı. Bu yapılmadığı takdirde ise, cepheden dönenler, zafer sarhoşluğuyla kendinden geçenler, kelepire koşanlar, yağmada büyük hisselere konmak için tuhaf tuhaf hizipler teşkil edenler, hatta, halkın serhatlerdeki cansiperâne keyfiyetlere bakışını istismar ederek sıçrayıp milletin omuzlarına binenler ve bir bakıma insanımızı bağrından vuran haçlı düşüncesinin vârisleri rahat ve rehavete erecek; buna mukabil, “Vurulup tertemiz alnından yatanlar”, göğsünü siper edip düşmana geçit vermeyenler, millete hizmet yolunda, candan, cânândan geçenler unutulup gidecek ve arkadan gelen nesiller hiçbir zaman yüksek idealleri ve ideal insanı tanıma fırsatını bulamayacaktı; ki işte bu oldu...

Öyle bir ülkede halk tali’siz, vatan da metruk sayılır. Öyle bir ülkenin bütün müesseselerini tahlile tâbi tutsanız, onda size ait ruhu kat’iyen bulamazsınız. Orada ne ilim aşkı, ne hakikat sevgisi, ne samimiyet ve safvet, ne de ahlâkîlik göremezsiniz. Aksine orada, millî bünye delik deşiktir; ilmin bir hokkabazlıktan ve ilim yuvalarının da bir sirkten farkı yoktur. Hakikati arama metoduyla, orada, nesillere inançsızlık ve lâ-ahlâkîlik[2] telkin edilir. “Yürekler merhametsiz, duygular süflî”, bakışlar hakikatsiz ve yalancıdır o diyarda; hele yığınlar, böyle bin buhran içinde kıvranırken, onu ayakta tutacak ruh ve mânâyı, sarıp sarmalayıp bir kenara atarak, sadece göze-kulağa, dile-dudağa hitap eden şeylerle meseleler ele alınıyorsa... Hâlbuki biz, ruhumuzu esaretten kurtarmak için yedi cephede sapır sapır dökülmüştük. Yoksa, bütün bu cansiperâne kavgalar, eşyaya bağlanıp yeni bir esarete girmek için miydi..?

Bugün, hemen her köşe başında, nesillerin yolunu kesen ve zaman zaman onların duygu ve düşünceleri üzerinden silindir gibi geçen “eşya putu”, artık kitlelere mihrap olma iddiasındadır. Uslulaştırılıp millî ruh çizgisine getirilemeyen teknik ise bütün bütün bir vebâ... Onun hayatımızı istilâsının, bizdeki fertlerin içtimaîleşip kendini millete adama gibi yüksek mefkûrelerin henüz gelişmediği bir dönemde başlaması, toplumu uyuz ve fertleri, birbirinden kaçan huysuzlar hâline getirdi; insan, insanın düşmanı oldu. Ağa-köylü, işçi-patron, memur-halk, muallim-talebe, peder-evlâd birbirinin kurdu kesildi ve cemiyet her kesimiyle ölüme itildi. Eğer ara sıra o, kendine uzanan bir inayet eliyle belini doğrultma fırsatını bulamasaydı, bugün bütün bütün tarihten silinip gitmişti.

Bundan ötürüdür ki onun, dış cidarları restoreye tâbi tutulurken, kemikleşen ruhu ve karıncalanan kalbi itibarıyla da ele alınıp gözden geçirilmesinde zaruret vardır.

Geleceği omuzunda bayraklaştırıp onu yükseltmeyi taahhüt edenler, her hamlede böyle bir mesuliyetin ağırlığını vicdanlarında duydukları ölçüde samimiyetlerini göstermiş olacaklardır. Bu hasbîlerin dava ve düşünceleri hayata bağlı olmayacak; aksine, hayat onların hakikat anlayışına uyacaktır. Ve onlar, duyulup bilinmeden şuursuzca yaşanan hayata, aşktan mahrûmiyete, vicdanlarındaki mesuliyetsizliğe başkaldırarak “var” olduklarını göstereceklerdir.

Rehberleriyle bu hâle gelmiş bir toplum kendini yenilemeye ( Rönesans) hazırlamış demektir. Emareleri ufkumuzda belirmeye başlamış böyle bir yeni varoluş hakkında çok iyimser görünüyorsak; bu, Rahmeti Sonsuz’un inayetiyle “millet ağacı”nın sıhhatine itimadımızdandır.

[1] Nescetmek: Dokumak, örmek.
[2] Lâ-ahlâkîlik: Ahlâk dışı, terbiye harici bir anlayış.


Sızıntı, Şubat 1983, Cilt 5, Sayı 49