Kitap:Buhranlar Anaforunda İnsan (Çağ ve Nesil 2)
Ölümsüz ruhlar, her mevsimde canlılığını korur ve ayrı bir hayat cilvesi gösterirler. Onlar için sararıp-solma, pörsüyüp zebil olma aslâ söz konusu değildir. Ne ayların, güneşlerin batması, ne de gece ve gündüzün değişip durması onları kat'iyyen eskitemez. Nasıl eskitir ki; bir buhurdanlık gibi devamlı tütüp duran onların hayat kâseleri, Hızır'ın âb-ı hayât içtiği aynı kâsedir. Bu iklimde benliğine doğru yelken açanlar için, her bahar canlı ve muhteşem; her yaz şâhikalarla omuz omuza, her sonbahar ve kış, yeni gerilimlere hazırlayan diriltici bir tazyik mevsimidir. Yeryüzünde, bin çeşit ölüm kol gezse, onlar yine canlı ve tetikte, çevreleri de onların diriltici soluklarıyla cennet cilveleri gösterecektir.
Meleklerle gönüldaş bu yüce kametler için, hiçbir zaman inhidam, inhilâl ve inkisâr[1] bahis mevzuu değildir. Onlar emrolundukları için iş yaparlar. İçinde yaşadıkları topluma karşı kendilerini vazifeli bilirler. Bu itibarla da ne iş ve düzenlerinin bozulmasından müteessir olurlar ne de toplumu saran tehlikeler karşısında paniğe kapılırlar. Hele hayâl kırıklığına aslâ düşmezler.
Avlarını beklemede örümcek gibi sabırlı ve mehâretli, arslan gibi metin ve kararlıdırlar. Her yere ibrişimden tahtlar kurarak, sessiz, fakat uyanık olarak semtlerine uğrayacak misafirleri beklemeye koyulurlar. Onların atmosferine giren Hızır'la buluşur, onlarla hemhâl olan mutluluğa erer. Onların bakışlarında aydınlık, düşüncelerinde hikmet, beyanlarında hakikat nümâyandır[2]. Halvethânelerine bedbin ve nevmid olarak girenler, orada îmâna ve ümide kavuşarak ebedî var olmanın sırrını elde ederler.
Ne uğursuz gibi görünen gecelerin karanlığı ne de üst üste yığılmış problemlerin çokluğu onları aslâ şaşırtamaz. Nuh (as) Tûfânına uğrasalar, ihtimal ki ayakları ıslanmadan geçer giderler. Âd'ın[3] ahkâfını[4] görseler, azim ve irâdelerinden hiçbir şey kaybetmeden yine hedeflerine doğru ilerlerler. Ne Nemrut'un ateşi ne Firavun'un gururu ne de Sezar'ın zulüm ve istibdâdı onları korkutamaz ve sindiremez.
Onların düşüncelerinde: 'Sabah olsun ortaya çıkalım.' yahut: 'Karlar, buzlar çözülsün, bahar gelsin yola revân olalım' yoktur. Onlar 'Kökleri sâbit, dalları göklerde, latif ağaçlar gibidirler ve Rabb'in izniyle her zaman meyve verirler.' Karda, kışta, baharda, yazda...
Güvenip bel bağladıkları Kudret-i Sonsuz sâyesinde ne başkalarına temennâ çeker ne de yanıp sönen ışıklara aldanırlar. Tiranların güç ve iktidarları, çeşitli hiziplerin hâkimiyet ve saâdet vaatleri, onların bakışlarını bulandıramaz, yol ve yönlerini değiştirtemez. Gözlerin döneceği, ayakların bağının çözüleceği ve en bâlâkametlerin dahi iki büklüm olacağı, dehşetli bir günü yâd'a getirdikçe, hayat ve ona ait her şeyi istihkâr[5] ederek, maddenin eline düşmekten sakınır ve eşyâ putuna baş kaldırırlar. Lüks ve konfor en çok nefret ettikleri şeylerdendir. Rahat ve rehâvete gömülmeyi, kendileri adına ölüm ve milletleri için de bir talihsizlik sayarlar. Bu itibarla da içinde yaşadıkları topluma karşı sürekli farklılık gösterirler. Ne var ki metodolojilerine uyan ve düşünce çizgilerine giren herkesle ve her şeyle, bir çeşit münasebetten de geri kalmazlar.
Onlar; dünden bugüne, sıra dağlar gibi yerlerinde durmuş ve aslâ mevzilerini terk etmemişlerdir. Mihrapların çokluğu onları şaşırtmamış, kıblenin çöküşü onların zihnini bulandırmamıştır. Ay batmış, güneş doğmamış, teker teker bütün yıldızlar silinip gitmiş, ama onlar yine yol ve yön değiştirmemişlerdir. Azimli, irâdeli ve kararlı olmuşlardır sonuna kadar.
Onlar, içinde yaşadıkları milletin, hayat kâsesini taşıyan rûhanîler ordusu, millet ise onların âzât kabul etmez bendeleridir.
Ya şu yürürken yorulup yolda kalanlara, en küçük bir engebe karşısında ürküp geriye duranlara; iş yapmak için hep bahar bekleyenlere, en ehemmiyetsiz tazyik karşısında azim ve irâdesiyle felce uğrayanlara, kitlelerin sevk ve idaresini kimseye vermedikleri halde, sürekli olarak onları yanıltan ve şaşırtanlara, evet, bütün bunları yapanlara ne demeli..? Dünü ayrı bir mâcerâ, bugünü ayrı bir mezellet ve yarını hangi hezeyânlara hâmile bulunduğu belirsiz bu talihsizlere...
Bunlar, bahar gelince yiğit kesilir, güneş doğunca daldan dala sekmeye başlar, kar bastırınca sünepeleşir, gece olunca da hımbıllaşırlar. Ganimet bahis mevzuu olunca ön saftadırlar, tehlike baş gösterince de gerilerden daha gerilere çekilerek kayıplara karışırlar. Fakirlik hâllerinde zâhid[6], imkân elverdiğinde Kârun[7], pöhpöhlenince cevvâl, unutulunca da miskindirler. Hâsılı 'öyle bednâm, öyle bedhâl, öyle kem talihtirler ki' milletin yüz karası dense sezâdır.
Bilmem ki daha kendine ermeden düşünceye doymuş, ülfet ve ünsiyete boğularak îmânî haz ve zevklerini yitirmiş, bu talihsizlere bir şey anlatmak kâbil olur mu?.. Biz, şimdilik o bahsi kapatarak, zıddın, zıddı tedâisiyle[8] içine girdiğimiz bu saksağan hikâyesini burada kesmek istiyoruz. Keşke şu perişan satırlar onlara dahi bir şeyler anlatabilseydi...
[1] İnhidam: Yıkılmak. İnhilâl: Çözülmek. İnkisar: Kırılmak, gücenmek.
[2] Nûmâyan: Görünen, parlayan.
[3] Âd: Hz. Hûd Peygambere (as) isyan ettiklerinden İlâhî gazaba uğrayan ve helâk olan, Yemen taraflarında yaşamış bir kavmin adı.
[4] Ahkâf: Uzun ve yüksek kum yığınları. Yemen sahillerinden 'Şemr' denilen kumluk bir vâdidir. Âd kavminin yurdları burada idi.
[5] İstihkâr: Hakîr görmek, küçük görmek.
[6] Zâhid: Borç olan ibadetlerden, aslî vazifelerden başka dünya süs ve makamlarından feragât eden kimse. Sofî, Müttâkî.
[7] Kârun: Hz. Musa (as) devrinde yaşamış ve malı ile mağrur olarak haddini aşmış ve Allah'ın zekât emrini dinlemediğinden malı ile birlikte yere batmış olan dünya zengini, Rabbinin lütûf ve ihsanını kendine mâlederek nankörlük ve enaniyetinden dolayı bu fenâ sıfatı ile meşhur olmuştur.
[8] Tedâî: Bir şeyin başka bir şeyi hatıra getirmesi. Çağrışım.