Kitap:Asrın Getirdiği Tereddütler 4
Sorudaki “feyiz” kelimesini, “haz” ve “zevk” şeklinde değiştirmek her hâlde daha muvafık olacak. Zira, “feyiz”in ne olduğunu anlamak mümkün değildir.
Feyiz, dünyada, insanın kalbî ve ruhî hayatı ile alâkalı olarak gelen vâridât-ı sübhâniyedir. Ahirette ise feyiz, insanın Cennet’e ulaşması, rızaya kavuşması ve Cemâlullah’ı görme şerefine nail olması gibi mazhariyetlerdir. Durum böyle olunca, “feyiz” kelimesinin ifade ettiği muhtevayı idrak ve ihata bizler için imkânsızdır. Belki dört bir yanımızdan feyizler taşıp geliyor ve ruhumuzu sarıyordur da biz bunun farkında olamıyoruzdur. Belki de bizim farkında olamayışımız yine bize Cenâb-ı Hakk’ın bir ihsan ve lütfudur. Zira O’nun en büyük ihsanı, ihsanını hissettirmemesindedir.
Mesele bu yönüyle ele alınınca, denebilir ki: Cenâb-ı Hakk’a karşı yapılan bütün ibadetlerde mutlaka bir feyiz ve bereket vardır. O’nun rahmet kapısına yönelen bir insanın mahrum kalması düşünülemez. Ancak insan yapacağı ibadetlerini, alacağı feyze, daha doğrusu haz ve zevke bağlamamalıdır. Bazen öyle namaz olur ki, siz onu kabz hâlinizde, yani ruhunuzun sıkıldığı, gönlünüzün daraldığı bir anda eda etmiş olursunuz. Zâhire göre ve acele ile hüküm verecek olursanız, böyle bir namaz hakkında kötümser düşünebilirsiniz. Hâlbuki o en makbul namazlardan biri olmuştur. Zira maddî-mânevî füyûzat hislerinden tecerrüt etmiş olduğunuz bir zamanda dahi siz, kulluğunuzu unutmamış ve Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna gelmişsiniz. Size hiç avans verilmiyor, fakat bu durum aynı zamanda sizin sadakatinizden bir şey de eksiltmiyor.. ve işte hâlis kulluk da budur.
“Madem Cenâb-ı Hak, اُدْعُونِۤي أَسْتَجِبْ لَكُمْ1 buyurarak dudaklarımızdan dökülecek her duaya icabet edeceğini bildiriyor; öyle ise ben de O’nun kapısının eşiğini aşındırmaya devam etmeliyim.” deyip oradan ayrılmamak, bir bağlılık ve sadakat ifadesi olacaktır. Eğer bir insan hayatı boyunca, hiçbir haz ve lezzet duymadan böyle bir kulluk yapıyorsa, bütün hayatı boyunca ihlâs ve samimiyet içinde, ömrünü sürekli, en hâlisane kullukta geçirmiş sayılır.
Diğer taraftan, mânevî dereceler elde etmek de kulluğa hedef ve gaye yapılmamalıdır. Onun içindir ki, Cennet arzusuyla kulluk yapanlar için Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri “İbâdü’l-Cenneti” demiştir. Yani “Cennet’in kulu” demektir. Hâlbuki Cennet, amel ve ibadet için maksat olmaz. İbadet, Hak emrettiği için ve O’nun rızasını elde etmek maksadıyla yapılır.
Evet, ibadetin gerçek sebebi, Allah’ın emridir. Yani biz ibadeti Allah emrediyor diye yaparız. Evet, Cehennem endişesiyle tir tir titreyerek, kalkıyor, Allah (celle celâluhu) karşısında kemerbeste-i ubûdiyet içinde iki büklüm oluyor.. namaz kılıyor.. böyle birine “Abdü’n-nâr” yani “Cehennem’in kulu” deniliyor. O zaman, Allah’ın kulu nasıl olacak? Kişi ibadetini, ne Cennet sevdası ne de Cehennem korkusundan değil, belki sırf Allah’ın kulu olduğu ve Allah o vazifeyi ona emrettiği için yapacaktır.
İnsan, maddî-mânevî bütün füyûzat hislerinden mahrumiyet içinde bulunduğu kabz hâlinde de mutlaka namazını kılmalıdır. Hatta insanın ağlama ve sızlaması bir feyiz ve bereket vesilesi olabileceği gibi, bazen bir ibtilâ ve imtihan da olabilir. Kesin hüküm veremeyiz. Evet, kalbini her an fikir ve murâkabe elinde tutamayan bir insanın ağlaması, sızlaması bile onun için ciddî bir tehlike olabilir. Çünkü o, kalbinin derinliklerine çok vâkıf ve nigehbân olamaz. Hatta bu hâller tamamen namaza verilmiş atiyye ve ihsanlar da olsa, bu yüzden de insan namaz kılarken hep onları takip etse, ihlâsa dair çok mühim bir kısım noktaları kaybetmiş olur. Zira, kapalı bir sandık gibi, Allah huzuruna, sadece Allah rızası duygusuyla meşbû ve meşgul olarak gitmek çok önemlidir.
Rabbimiz’den dileyelim, samimiyette, Kendisine bağlılıkta, ihlâsta bizi zirvelere ulaştırsın... Buna karşılık, durumumuz halkın nazarında varsın mukassî, yıkık-dökük ve hırpanî olsun. Böyle bir dış görünüşün pek önemi yoktur. Bu noktaya parmak basan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Allahım! Beni halkın nazarında büyük, Kendi nazarında küçük etme.” diyor. Çünkü halkın nazarında nice şişirilmiş insanlar vardır ki, Allah nazarında sinek kanadı kadar kıymetleri yoktur. Önemli olan, Allah’ın nazarında büyük olmaktır. Bu noktada herkes endişe ile iki büklüm olmalı ve اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنِي فِي عَيْنِي صَغِيرًا وَفيِ عَيْنِكَ كَبِيرًا “Allahım, beni kendi nazarımda küçük yap, Nazar-ı Ulûhiyetinde de olabildiğince büyük yap!” diye dua etmelidir.
Bir diğer husus da şudur ki, ibadette Cenâb-ı Hak ruhanî zevkler ihsan edebilir. Evet, bazı büyük kimseler vardır ki, bunlar ucb denen şeyi kalblerinden silip atmış ve tam tevhide ermişlerdir. Onlar mazhar oldukları bütün güzellikleri, o güzellikleri sırtlarına bir urba gibi giydiren Zât’tan bilirler. Onun için, bu gerçeği gürül gürül söylemeyi de tahdis-i nimet sayarlar. Meselâ Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şecaat-i kudsiyesi ile Huneyn’de kükrediği zaman, amcasının oğlu Hârise b. Ubeyde veya amcası Hz. Abbas atının zimamından tutup engellemeye çalışır. O, öyle kükremiştir ki düşmana doğru tek başına gider. Orada: أَنَا النَّبِيُّ لَا كَذِبَ أَنَا ابْنُ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ Yani “Ben peygamberim, bunda yalan yok; ben Abdülmuttalib’in torunuyum.”2 der.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunları söylerken, makam-ı imtinanda söyler. Ve yine aynı makam içinde buyurur ki: “Herkes haşrolduğu zaman, ben Livaü’l-Hamd’in sahibi olarak haşrolacağım.”3 ve yine makam-ı imtinanda buyururlar ki: “Allah bana beş şey verdi ki, başka peygamberlere vermedi.”4
Bunlar imtinan makamında söylenen şeylerdir. Bir tanesi bana güzel bir urba giydirmiş, gezdiğim her yerde, o zatın bana karşı cemilesini, hediyesini ifade ediyorum. Avazım çıktığı kadar bağırıyor ve diyorum ki: “Bu sırtımdaki elbise güzel, hatta bana da güzellik katıyor, Rabbim’in yarattığı hilkatteki güzelliğe ayrı bir buud kazandırıyor. Ama bu elbiseyi bana giydiren Zât’ı anlatıyorum.”
İşte bu mânâda, Rabbimiz’in, başımızın üzerinde olan ikramlarını söylemede beis yoktur; hatta çok defa onları gizlemek belki nankörlük olur. Bu noktada Üstad Bediüzzaman Hazretleri yazdığı kitaplar için “Avazım çıktığı kadar bağırıp diyecektim: Yazılan sözler güzeldir, ama benim değildir, çünkü onlar Kur’ân’ın bağrında çimlenip geliştiler.” diyor. Bunu Hassan b. Sabit’in Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) sena sadedinde söylediği bir sözden iktibâsen alır. اَلّٰلهُمَّ أَيِّدْهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ5 sözüyle teyit edilen koca şâir Hassan b. Sabit, her yanıyla ince ve narin bir şâirdir.. onun için Nebiler Nebisi, İslâmiyet’i medh ü sena ettiği, göklere çıkardığı, Kur’ân’ı müdafaada bulunduğu ve o büyüleyici sözleriyle müşriklerin kuvve-i mâneviyesini kırdığı için Mescid-i Nebevi’de kürsü tahsis ederdi. İşte, kendisi için kürsü konulan bu Hassan b. Sabit o kılıçtan daha keskin sözleriyle kâfirlerin başlarına darbeler indirir ve mü’minleri sevindirirdi. Bir kere de şöyle demişti:
وَمَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِي
وَلٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِي بِمُحَمَّدٍ
Yani “Ben güzel söz söylüyorum ve bu sözlerimle Hz. Muhammed’i medhediyorum zannetmeyiniz. Benim perişan ve derbeder sözlerim, O’nun medhine dair mevzular içine girdiğinden dolayı güzellik kazanıyor.”
İşte bu, Hassan b. Sabit adına tahdis-i nimettir. Bunlar, Allah’ın, Peygamberine emretmiş olduğu: وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ Yani “Habibim! Sen, Rabbinin nimetini dile getir!”6 emrine tam muvafıktır. Hani şeytan gibi bir kadın olan (Ümmü Cemil) dedi ki: “Muhammed’in -hâşâ!- şeytanı artık gelmiyor.”7 Allah Resûlü’nü teselli için buyruldu ki, مَا وَدَّعَكَ رَبُّكَ وَمَا قَلٰى وَلَلْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لَكَ مِنَ الْأُولٰى Yani “Rabbin seni kat’iyen terk etmedi. Ve Rabbin sana darılmadı, arkasını dönmedi, göreceksin Habibim, çok yakın bir gelecekte, bugüne göre yarın, dünyaya göre ahiret, senin için daha hayırlı olacak.”8
Bir gün geldi ki, insanlığın beşte biri ve arzın yarısı O’nun getirdiği hidayet hediyesiyle serfiraz oldu. O muhteşem hidayetle şahlandı, küre-i arzın her tarafında minareler dikildi, çil çil kubbeler inşa edildi. Her gün 5 defa ezan-ı Muhammedî yeryüzünde ilân edilir oldu. Yerin bir diliminde biterken öbür diliminde sürekli “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah!” sözü çınladı durdu. Her tarafta Ruh-u Revan-i Muhammedî şehbal açtı ve dalgalandı.
Evet, Duhâ sûresiyle hem müjde hem de müşriklere cevap veriliyordu: “Allah seni hiç terk etmedi. (Esasen şeytan onlara musallat olmaktadır.)” Velleyli sûresinden Vedduhâ sûresine geçerken de -zaten iki sûre arasında çok ciddî bir mutabakat var- önceki sûre “Allah seni razı edecek, hoşnut edecektir.”9 ile biter, bu sûrede de hemen “Allah seni hoşnut edecektir.”10 der.. ve bu iki sûre arasında tam bir birlik olduğunu ortaya koyar. Yani, dünyada ve ahirette sana öyle verecek öyle verecek ki, hoşnut olacaksın. Bu hoşnutluk mahkeme-i kübrada ve ahirette de devam edecektir. اِرْفَعْ رَاْسَكَ اِشْفَعْ تُشَفَّعْ سَلْ تُعْطَهُ Yani “Kaldır başını, iste, istediğin verilecek, şefaat et, şefaatin kabule karîn olacaktır…”11
Kimseye verilmeyen şeyler sana verilecektir. O dakikada sana “Habib-i Zîşân’ım, artık razı mısın?” diye sorulsa sen “Evet razıyım.” diyeceksin. Öyleyse: فَأَمَّا الْيَتِيمَ فَلَا تَقْهَرْ “Sen yetime kahretme!” وَأَمَّا السَّائِلَ فَلَا تَنْهَرْ “Dilenciyi de kovma!” وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ “Rabbinin nimetini tahdis et!” Evet, şu mübarek ve muhteşem ümmete bak, tahdis et. Aradan 14 asır geçmiş olmasına rağmen peşinden gelenlere bak..!
Evet, Ravza-i Tâhire’ye girildiğinde, insanın içini bir his kaplamaktadır. Sanki Allah Resûlü hayatta da, huzuruna varılınca, O da görülüverecekmiş gibi olur. Bu ne eskimezlik!. Bu ne tazelik!. Bu ne yeniliktir ki, zihinlerimizde ve kalblerimizde, üzerinden 14 asır geçmiş olmasına rağmen, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) vicdanlarımızda hâlâ taptazedir. Bugün O’na karşı duyulan saygı, O’nun daima vicdanlarda taptaze yaşadığını göstermektedir.
İşte bunlar, Allah’ın O’nu hoşnut etme istikametinde, O’na lütfettiği nimetlerdir. Ve Cenâb-ı Hak O’na nimetlerini tahdis etmesini emretmiştir. O da bir tahdis-i nimet olarak, yukarıda kısaca işaret ettiğimiz sözlerini ifade buyurmuştur. İşte yine böyle bir tahdis-i nimet sadedinde, “Namaz benim şehvetimdir.”12 demiştir. Ancak Efendimiz, hiçbir zaman namazdan aldığı ruhî haz için namaz kılıyor değildir. Belki müstaidlere bu mevzuda işaret yapılmaktadır. Himmet âli tutulacak ve namaz o hâle gelinceye kadar çalışma ve gayret devam edecektir.
Bütün bu söylenenler mahfuz olmakla beraber, namazın tadil-i erkânla kılınması ekser fukahâya göre farzdır. Ebû Yusuf’un dışında Hanefi mezhebi tadil-i erkâna vacip demiştir.
Tadil-i erkân, namazdaki rükunların sükûnetle yerine getirilmesi ve uzuvlarda itminan hâsıl olacağı âna kadar devam edilmesidir. Bu, insan cesedinin maddî olarak namazda alacağı vaziyettir ki, ona riayet etmeden namaz tamam olmaz. Kanaatimce, tadil-i erkâna farz diyenlerin görüşüne uymak ihtiyata daha muvafıktır. Madem bunu söyleyen zatlar, kendilerini tamamen Kur’ân’a vermiş; Kur’ân ve Sünnet’i anlamayı hayatlarına gaye edinmiş büyük insanlardır, onların aralarında ihtilaf ettikleri hususlarda ihtiyatla amel etmek en doğru hareket tarzıdır.
Ayrıca, mü’minlerin ibadet ü taatlerindeki zâhirî hâllerine bakarak onlar hakkında hüküm vermek bize düşmez. Kaldı ki: “Senin haccın beyhude, meşakkat çekme, namazın yatıp kalkma, geceleri kıyamın sırtında bir yük olmadan başka bir şey değil, orucun ise ancak bütün gün aç durmaktan ibarettir.” gibi suizannın ifadesi olan sözlerle, sanki bir meçhulün müdafaasını yapıyor gibi davranma, mü’minlikle bağdaştırılamaz. Zira insan, nefsine karşı bir savcı gibi davranmalı; fakat, diğer mü’min kardeşlerinin avukatlığını yapmalıdır.
Kendimiz için: “Doya doya namaz kılıp, namazlarımdan feyiz ve bereket alamıyorum. Acaba şu hâliyle namazım kabul olur mu, olmaz mı?” diye, günahlarımızı da hatırlayarak bu tür şeyler düşünebiliriz. Fakat başka mü’minler hakkında meseleyi hep hüsnüzan zaviyesinden ele alma mecburiyetindeyiz. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), O’ndan sonraki sahabe ve tâbiîn efendilerimiz böyle davranmışlar, hiçbir zaman mü’minlerin hâllerini günaha, fesada hamletmemişler, ehl-i kıble, ehl-i salât bir mü’minin birtakım fena yönlerini serrişte edip onu tecrim etme yoluna gitmemişlerdir. Onun hakkında hep güzel düşünüp hasenatını bayraklaştırmışlardır. Onlar âdeta gül bahçesinde gezerken, ellerine, ayaklarına dikenlerin batıp kanatmasına mukabil خُذْ مَا صَفَا وَدَعْ مَا كَدِرَ13 prensibiyle hareket etmiş, güllerin güzelliğine ait türküler söylemişlerdir.
İşte o güzide topluluk arasında bir Nuayman vardı. –Bedir’de bulunduğu da rivayet edilir.– İçki yasak edilmiş olmasına rağmen, koruk gibi şeylerden ve usarelerden içki imal ediyor ve içiyordu. Defaatle sarhoş olarak yakalandı ve birkaç defa da Huzur-u Risaletpenâhî’ye getirilerek tedip edildi. Yine böyle bir durumdan dolayı Efendimiz’in huzurundaydı. Orada bulunanlardan birisi Nuayman’ı kastederek: “Allah cezanı versin. Sen ne kötü adamsın. Bu kaçıncı oldu, böyle huzura geliyorsun!” gibi sözler sarf etti. Bunu duyan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Mü’min kardeşinize karşı şeytana yardımcı olmayın!”14 Yani: Onun yüzüstü düşmesini, perişan ve derbeder olmasını arzu eden şeytandır. Allah onun böyle olmasını istemiyor, buyurarak onu ikaz etti.
Başka bir rivayette ise itap edene: “Sus! O Allah ve Resûlullah’ı sever.”15 diyordu ve böylece Allah ve Resûlü’ne karşı kalbinde muhabbet taşıyan ve fakat defaatle de olsa sürçmüş, düşmüş birisine el uzatıyordu. Sebep de O’nun Allah ve Resûlü’nü sevmiş olmasıydı. Allah ve Resûlü de sevdiklerini derbeder etmezdi. Onun için bu mevzuda çok insaflı ve iz’anlı olmak lâzım...
Allah (celle celâluhu), adaletli mizanında, hayır ve şerrin birbirine rüçhaniyetine göre hüküm verecektir. Hepimiz O’nun huzuruna gideceğiz. O gün sağımıza, solumuza bakacağız. Orada Everest tepesi gibi yığın yığın günahlara girdiğimizi göreceğiz. O günahların cesameti karşısında belki ümitsizliğe düşecek ve her birimiz orada çok küçük amellerimizi hatırlayacağız. “Bir kere anama su vermiş, babamın ayakkabısını çevirmiştim. Başka bir zaman salih bir kişinin cenaze namazında bulunmuştum. Bir defa da iki secde arasında, kalkınca رَبِّ اغْفِرْ وَارْحَمْ demiş ve bunu ta yüreğimde duymuştum.” diyecek ve sonra da, “Rabbim! Acaba bunlarla Senin gufranına mazhar olur muyum?” diye ümit besleyeceğiz. Eğer orada Rabbimiz bizi mağfiret ederse, biz de “Mağfiret Sana ne güzel yakışıyor.” diye zevkle gerilecek ve huzura ereceğiz.
Hakkımızda bugün veya yarın tasarladığımız bu güzel şeyleri her mü’min kardeşimiz hakkında da tasavvur etmeli ve onların bazı eksik gibi görünen hâllerine karşı: “İhtimal ki, Cenâb-ı Hak bu kardeşimize ahirete ait semereleri dünyada yedirmek istemiyor. Onun için bunlar çok parlak görünmüyorlar.” deyip, meseleyi hüsnüzan zaviyesinden ele almalıyız.
Füyûzat: Feyizler, nimetler.
Tecerrüd: Uzaklaşma, sıyrılma.
Kemerbeste-i ubûdiyet: Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda kollarını birbirine bağlayıp, emre hazır bir vaziyette, kulluğunu ifade ederek bekleme.
Murâkabe: Kontrol, denetim.
Nigehbân: Gözcü, denetleyici.
Meşbû: Dolmuş, dolu.
Tahdis-i nimet: Şükür maksadı ile Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerini ilân etmek.
Şecaat-i kudsiye: Kudsî cesaret. Dinin izzetini muhafaza hususunda gösterilen kahramanlık.
Makam-ı imtinan: Nimetler karşısında Veren’e minnetini ifade etme.
Livâü’l-Hamd: Kıyamet gününde Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ihsan edilecek olan ve altında bütün peygamberler ve inananların toplanacağı “Hamd Sancağı”.
Serfirâz olmak: Yüceltilmek, üstün kılınmak.
Şehbal açmak: Kanatlarını açmak, uçmak, yükselmek.
Mahkeme-i kübrâ: En büyük mahkeme.. mahşer mahkemesi.
Ravza-i Tâhire: Tertemiz bahçe.. Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kabri ile minberinin arasında kalan cennet bahçesi.
Müstaid: Kabiliyetli, istidatlı.
Tadil-i erkân: Namazı; rükunlerini, şartlarını yerine getirerek eda etme, gerektiği gibi kılma.
Fukahâ: Fıkıh âlimleri.
Serrişte etmek: Bahane etmek, dile dolamak.
Tecrim etmek: Suçlu bulmak, suçlamak.
Usare: Sıkılan meyveden çıkan su, özsu.
Rüçhaniyet: Üstünlük, baskın çıkma.
Cesamet: Büyüklük, irilik.
Gufran: Affetme, bağışlama.
Semere: Netice, meyve.
Evlâd ü ıyâl: Çoluk çocuk, geçindirmek zorunda olunan kimseler.
Fenâ fillah: Abdin zat ve sıfâtının, Hakk’ın zât ve sıfâtında fâni olması.
Hurî: Ceylan gözlü, huyları güzel, yüzleri güzel, utangaç bakışlı Cennet kızları.
Gılmân: Görüldüğünde, etrafa saçılmış inci zannedilen, Cennettekilere hizmet için yaratılmış hizmetçi gençler.
Meccanî: Karşılıksız, merhametinden, fazlından.
Mir’ât-ı ruh: Ruh aynası.
Muaheze: Hesaba çekilme, sorgulanma.
Vird: Belli aralıklarla devamlı okunan dua, zikir.
Zimamdar: İdare eden, bir işi elinde tutan.
Karîn: Yakın.
Şefaat: Af için vesile olma.
Menal: Elde edilen, sahip olunan, kazanılan şey; mal, mülk.
1 Mü’min sûresi, 40/60.
2 Buhârî, cihâd 52, 61, 97, 167, meğâzî 54; Müslim, cihâd 78-80.
3 Tirmizî, menâkıb 1; İbn Mâce, zühd 37.
4 Buhârî, salât 56; Müslim, mesacid 3.
5 “Allahım, onu Ruhü’l-Küdüs ile teyit buyur!” (Buhârî, bed’ü’l-halk 6; Müslim, fezâilü’s-sahabe 151.)
6 Duhâ sûresi, 93/11.
7 Buhârî, tefsir (93) 1.
8 Duhâ sûresi, 93/3-4.
9 Leyl sûresi, 92/21.
10 Duhâ sûresi, 93/5.
11 Buhârî, tefsir (2) 1; Müslim, iman 322.
12 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 12/84.
13 “Duru ve saf olanı al, karışık ve bulanık olanı bırak.”
14 Buhârî, hudûd 4-5; Abdurrezzak, el-Musannef 7/381 9/246.
15 Buhârî, hudûd 5.