Kızıl Çin İmparatorluğu’nun tarih boyunca yıkılmamasının hikmeti ne olabilir? Orada ve Rusya’da yaşayan Müslümanlar hakkında ümitli misiniz?
Tahmini okuma süresi: 10 dk.
367 defa okundu.

Kitap:Asrın Getirdiği Tereddütler 3



Çin, çeşitli dinlerin iç içe yaşandığı bir yerdir. Fakat orada en hâkim din Konfüçyüs’un dinidir. Yahudilik ve Hıristiyanlık, önceleri sempati görmüşken daha sonra Yahudiliğin bazı kollarında öne çıkan ırkçılık, Hıristiyanların da belli bir merkezden (papalık) emir alma hususiyeti Çinlinin yapısına uygun gelmediği için, bu dinler sâliklerini kaybetmiş veya beklenen inkişafı gösterememiş, kilise ve havralar kapatılmış ve hepsine kilit vurulmuştur. Çin’de yüz milyona yakın Müslüman olduğu söylenmektedir. Ancak, son rejim gelinceye kadar, açık olan camiler ve serbest olan ibadetler, bu rejimin gelmesiyle aksi istikamette bir seyir takip etmiş ve camiler kapatılarak, ibadetler açıktan yapılamaz olmuştur. Bugün belli bir seviyede rahatlama olsa bile, yine de yasaklar devam etmektedir.
Budizm ve Brahmanizm gibi dinler de Çin’de müessirdir. Ancak yukarıda da temas ettiğimiz gibi hâkim din Konfüçyanizm’dir. Aslında bu dinler sadece ahlâk prensipleri üzerine kurulmuş dinlerdir. Peygamber ve ahiret inancı yoktur. Dolayısıyla böyle bir müeyyideden mahrumiyetleri sebebiyle, ne ölçüde bir ahlâk yapılanması temin edebilirler, bu, düşünülmeye değer bir meseledir. Fakat güneşten mahrum bu insanlar, mum ışığını görünce onu hakikî aydınlık kabul etmişler ve bu dinlere ait ahlâk prensiplerine sımsıkı sarılmışlardır. Varlıklarını koruyup, mevcudiyetlerini devam ettirebilmelerini biraz da buna borçludurlar.
Çin dün kızıl değildi. Sonra kızıllaştı ve şimdi yine kızıllığı terk etmek üzeredir. Zira komünizm vaad ettiklerinden hiçbirini verememiştir. Bugün materyalist felsefe her yerde olduğu gibi orada da iflas etmiştir. Bir zaman dilimi içinde iğfal ile kendini derman kabul ettiren bu sistem, artık, bütün vuzuhuyla ve çıplaklığıyla kendini ele vermiş ve hiçbir yönüyle, hiçbir meseleye derman olmadığı ortaya çıkmıştır. Şimdi zorla ayakta tutulmaya çalışılan bu sakîm ve alîl anlayış, kısa bir müddet sonra gümbür gümbür devrilecektir. Firaset ve basiret erbabı bu sesi çoktan duymaya başlamıştı; diğer insanlar da kısa bir gelecekte duymaya başlayacaklardır. Ömrü olanlar da tarrakalarını bütün dehşet ve ürperti verici keyfiyetiyle duyup görecek ve beşerî sistemin akıbeti nasıl olurmuş işte bunun idrakine varacaklardır.
Netice itibarıyla diyebiliriz ki, günümüz sosyolog ve tarihçilerinin birbirinden az farkla ifade ettikleri gibi, Rusya tekrar Ortodoksluğa; Çin de Konfüçyüs’un dinine dönecektir. Bu arada Hıristiyan veya Yahudi olanlarla Hak din İslâm’a gönül vermiş bulunanlar da kendi dinlerinde sabit kalacaklardır. Onlara ait görüş budur. Bize gelince, bunlara şunu da ilâve etmek istiyoruz. Geleceğin dünyasında en yüksek ve gür sadâ İslâm sesi olacaktır. Zira Allah Resûlü’nün doğru ve doğrulanmış beyanları içinde bize verilen ders ve müjde böyle bir noktada merkezleşmekte:
“İseviyet tasaffi ederek hakikî hüviyetine dönecek ve mehdîliği temsil eden Muhammedîliğin şahs-ı mânevîsine iktida edip uyacak ve onu imam kabul edecektir.”1
Ayrıca, Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’inden bize bir dua öğretiyor: وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ إِمَامًا “Bizi müttakîlere imam kıl.”2
Evvelâ “Cenâb-ı Hak vermek istemeseydi istemeyi vermezdi.” prensibinden yola çıkarak, “Bizi müttakîlere imam kıl.” duasını bize talim edip öğrettiğine göre, eğer kavlî ve fiilî duamızı tam yapabilirsek, istediğimizi bize vereceği muhakkaktır. O’nun ilâhî âdeti hep böyle cereyan etmiştir ve edecektir.
İkinci olarak da âyette dikkat edilmesi gereken, kelimelerdir. “Bizi ihlâslı veya müttakî kıl.” değil de, “Müttakîlere imam kıl.” deniliyor. Ortada bir imamlık, liderlik ve kudvelik söz konusudur.
Ayrıca müttakîyi, “şeriat-ı fıtriyenin sıyanet ve koruması altına giren ve o fıtrî kanunlara uygun ve mutabık hareket eden” mânâsına ele alıp değerlendirmeye tâbi tutacak olursak, mevzuumuzla alâkalı yönü daha da açık olarak ortaya çıkacaktır. Diğer taraftan Cenâb-ı Hak, bizleri ümmet-i vasat kıldığını3, yeryüzünde istikameti bizim temsil ettiğimizi de haber vermektedir. Bu haberle de, liderlik vasıflarından bir diğeri anlatılmaktadır ki, bizim için çok mânidar ve üzerinde durulmaya değer bir husustur.
Bütün bu anlattıklarımızdan sonra meseleye şöyle bir hulâsa getirmemiz mümkündür: Hıristiyanlık tasaffi edip bid’atlarından arınacak ve durulacaktır. Fakat, ister akide isterse amelî yönü itibarıyla bu tasaffi ediş, hep onun ikinci derecede ve tâbi durumunda olmasını gerektirmektedir. Zira her ne kadar tasaffi etse de, tarihî sürecinde bir bulanıklık vardır. Bir ameliye geçirecek ve ondan sonra saflaşacaktır. Bu ise tarih boyu saf ve billûr gibi akıp duran bir suyla kıyas kabul edilemeyecek kıymet ve değerde demektir. İşte, İslâm hiç bozulmamış keyfiyetiyle, o menba suyu gibidir. Zira إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ4 âyetinin ifadesiyle o teminat altına alınmış ve daima muhafaza edilmiştir. Hâlbuki diğer dinler için aynı şeyi söylemek mümkün değildir.
Çünkü diğer din mensuplarının pek çoğu, belli bir devreden sonra sapıtmış, dalâlete düşmüş ve kendi ufuklarını karartmışlardır. Hâlbuki Müslümanlar dünden bugüne apaydın bir yolda ve ışığa gönül vermiş aydın ruhlar olarak nurdan bir ufka doğru yol almaktadırlar.
Burada yeri gelmişken, her zaman tekrar edilen bir hususu tekrar etmeme müsaade edilsin. Biz, bize düşen vazifeleri yapmakla mükellefiz. Neticeyi yaratmak, Allah’ın hikmet ve ihsanına kalmış bir iştir. Aynen Allah Resûlü’nün dedesi Abdülmuttalib’in Ebrehe’ye dediği gibi biz vazifemizi yapar Şe’n-i Rubûbiyetin gereğine karışmayız. Ebrehe Kâbe’yi yıkmaya geldiğinde, Abdülmuttalip ona müracaat eder. Bünyesinde, varlığın özüne ait bir mânâyı taşıyan bu insan, gören herkesi hayran bırakacak kadar çok heybetli ve görkemlidir. Ebrehe onu görünce aynı his ve duygulara bürünür ve aklından: “Bu insan benden ne isterse yaparım.” diye geçirir. Büyük ihtimalle “Kâbe’yi yıkma!” diye iltimasta bulunacağını zannediyordur. Fakat durum hiç de onun beklediği gibi olmaz. Kendisine ne istediği sorulunca, Abdülmuttalip “Develerimi.” der. Ebrehe hayrette kalmıştır:
- Yahu, der, ben Kâbe’yi yıkmaya geliyorum, sen ise benden develerini istiyorsun, bu nasıl iştir?
- Ben develerin sahibiyim, der Abdülmuttalip, onları korumakla vazifeliyim. Kâbe’nin de sahibi var; O da orayı korur. Ve hâdise onun dediği gibi olur. Cenâb-ı Hak kendi beytini, hem de hiç beklenmeyen bir tarzda korur. Ebabil kuşları, ister melekler olsun, ister ruhanîler veya isterse bildiğimiz normal kuşlar; bizim için çok mühim değildir. Mühim olan Cenâb-ı Hakk’ın Kâbe’yi korumasıdır. Bu kuşlar, attıkları taşlarla onları yenmiş ekin tarlasına çevirmiş ve hepsi de hazan görmüş yaprağa dönmüştür.5
Ben şahsen ne zaman bu hâdiseyi anlatan Fil sûresini okusam, Din-i İslâm’ın Kâbe-i ismetine tecavüz etmeye hazırlanmış ne kadar kefere ve fecere varsa, hepsinin aynı akıbete uğrayacağını tasavvur ederim. Ve ardından da لِإِيلَافِ قُرَيْشٍ diye başlayan “Kureyş” sûresiyle de Allah’ın emn ü emânını düşünür ve Cenâb-ı Hak kendi yolunda yürüyenleri her türlü korkudan emîn kılacağı mevzuunda bir teminat ve bu teminatta da bir tazelenme hissederim.
Onun için sizler, size ait olan işleri yapmaya çalışın. Din-i Mübin-i İslâm’ın Kâbe-i ismetini koruma işini Cenâb-ı Hakk’a havale edin. O günkü Ebrehelere onu çiğnetmediği gibi, bugünkü Ebrehelere de çiğnetmez. Dünkü ebter gibi bugünkü ebter de çeker gider; gider de sizler bile şaşarsınız.
Biz, dünya çapında işte, böyle bir ümitle dopdoluyuz. Şu istikbal inkılâbatı içinde en yüksek ve gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır.6
“Gün doğmadan meşîme-i şebden neler doğar.”
(Rahmî)
İktida: Uyma, tâbi olma.
Müttakî: Takva sahibi, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına titizlikle uyan.
Kudve: Önder, kılavuz.
Şeriat-ı fıtriye: Cenâb-ı Hakk’ın kâinata yerleştirdiği tabiî kanunlar.
Sıyanet: Koruma, muhafaza etme.
Tasaffi etmek: Saflaşmak, süzülüp durulmak.
Emn ü eman: Emniyet ve güven.
Ebter: Çocuğu olmayan, nesli devam etmeyen kimse.
Meşîme-i şeb: Gecenin bağrı.
1 Bkz.: Buhârî, enbiyâ 49; büyû 102; mezâlim 31; Müslim, iman 242-247; Ebû Dâvûd, melâhim 14; Tirmizî, fiten 102; İbn Mâce, fiten 33.
2 Furkan sûresi, 25/74.
3 Bkz.: Bakara sûresi, 2/143.
4 Hicr sûresi, 15/9. “Hiç şüphe yok ki, o zikri, Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biziz.”
5 Fil sûresi, 105/1-5.
6 Bkz.: Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.126 (İlk Hayatı)