Kitap:Asrın Getirdiği Tereddütler 1
Bu mevzuun tarihî, içtimaî ve psikolojik yönleri bulunmaktadır. Sabırla takip ettiğimiz zaman, hem sualimizin cevabını hem de daha sonra aklımıza gelebilecek istifhamların cevabını bulabiliriz:
1) Evvelâ, köleliğe karşı duyduğumuz tiksinti ve ürpertinin eski ve yeni bir kısım sebepleri olduğunu hatırlatmakta fayda var.
Tarihî materyalizmin tarih ve dünya görüşü, yani, işveren-işçi; zengin-fakir; ezilen ve ezen gibi düşünceler... Sonra içtimaînin tekâmülü içinde tabiat ve fıtrat, kölelik ve esaret ve daha sonra, işçilik ve adil olmayan ücret gibi mefhumlar biraz da istismar edilerek öyle yaygınlaştı ki; hemen herkes ortada gezen bu düşünceleri, aksine ihtimal vermeyecek şekilde alkışlamaya başladı. Hiç olmazsa, aksine de ihtimal verilerek, ihtiyatlı davranılması gerekirken tek taraflı düşünüldü, tek taraflı karar verildi.
2) Tarihin eski devirlerinde; hususiyle Roma ve Mısır’da, kölelere yapılan vahşiyane ve zalimane muamele, içimizde burkuntular hâsıl ediyor ve tiksindiriyor. Onun içindir ki; asırlar sonra dahi olsa, kölelerin ehramlara taş çektiğini, bir saman çöpü gibi harcın içine karışıp kaybolduğunu; zalim idarecileri eğlendirmek için arenalarda aslanlarla boğuştuğunu; boynundaki utandırıcı tasmasıyla görüyor, kölelikten de köleleştirenlerden de nefret ediyoruz.
3) Son olarak yakın tarihte ve günümüzde, esirlere karşı yapılan gayri insanî muamele; mürüvvetsizlik, her vicdan sahibi gibi bizim neslimizi de alâkadar etmiş, öfkelendirmiş ve ayağa kaldırmıştır.
İşte bütün bu sebeplerden ötürü neslimiz kölelikten nefret etti ve onu müdafaa eden sistemlere de düşman oldu. Bu düşünce ve ona karşı reaksiyonda o, yerden göğe kadar haklıydı; fakat, İslâm’a hücum ve tenkidinde büyük bir haksızlık irtikâp ediyordu. Çünkü, menşe itibarıyla kölelik İslâm’a dayanmadığı gibi, mevcudiyeti de onunla devam ettirilmiyordu. Kölelik, geçmişinde ve bugün, daima başka millet ve devletlere dayandı ve mevcudiyetini sürdürdü. Bu itibarla biz de önce onu meydana getiren âmiller üzerinde durmak istiyoruz.
Kölelik, harpler yoluyla oluşur ve sonra devamını isteyen milletler içinde sürüp gider. Müreffeh bir hayat yaşamayı hedef almış Roma, kendi tarihinin şehadetiyle bir zevk ve safâ devleti idi. Elbiselerin en güzelini giyerek; sofralarını çeşit çeşit süsleyerek; insanı utandırıcı en sefil arzular içinde behîmî bir hayat yaşıyordu. Bu israf ve sefahetin; bu lüks ve debdebenin devam etmesi için de, bitmeyen servet, sürekli ganimet; esirler ve halâik gerekti. Bunun için, Romalı harp ediyor, müstemlekeler kuruyor ve bu istikamette dünya üzerindeki hâkimiyetini sürdürmek istiyordu. Müslümanlar, Mısır’ı fethettiklerinde bu havayı, bütün çirkinliğiyle orada müşâhede etmişlerdi. Ticarî emtia pazarları gibi, esir pazarları.. kadın-erkek en haysiyetsiz şekilde zincirler içinde o pazarlara götürülmesi ve açık-saçık olarak müşterilerin önünde teşhir edilmesi.. akşamları pis kokulu ve haşarâtın gayet mebzul bulunduğu izbe ve dehlizlerde yatırılması.. hatta çok defa böyle bir yerde dahi onlara yatıp istirahat etme imkânının verilmemesi.. ellisinin-yüzünün üst üste yığılıp bir yerde kalması, Müslümanların bilmediği ve görmediği şeylerdi. Ve, bundan da çok müteessir olmuşlardı. Onlar uğradıkları her yerde, İslâmî prensiplerle, bu yarayı tedavi etmelerine karşılık Batılı, eski Roma ve Mısır’ın bu çirkin mirasını, herhangi bir rötuşlamaya tâbi tutmadan olduğu gibi alıyordu. Bundan sonra köle, o günkü batılı ağalara uşaklık yapacak; onların keyfi için dövüşecek; onları eğlendirmek için ölecek ve öldürecekti. Tıpkı sefih ve sefil Romalıyı eğlendirmek için gladyatörlerin yaptığı gibi...
İslâm, evvelâ, köleliği bir vak’a olarak ele aldı. Sonra kölelerin ne ticaret ne de eğlence metaı olmadığını hatırlattı ve insan olduklarına dikkati çekti: “Sizin bazınız bazınızdandır.”1 “Kim kölesini öldürürse onu öldürürüz, kim onu hapseder veya gıdasını keserse onu hapseder ve gıdasını keseriz, kim onu hadım yaparsa onu hadım yaparız.”2 gibi ilâhî prensipleri ilân ederek, düşünceye istikamet verip inhirafın önüne geçti. “Siz âdemoğullarısınız. Âdem de topraktandır.”3 “Biliniz ki, hiçbir Arab’ın Arap olmayana ve hiçbir Arap olmayanın da Arap olana; hiçbir beyazın siyaha, hiçbir siyahın da beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük takva iledir.”4 Yani bütün üstünlük ve meziyet, Yaradan’ın insana bakışı ve insanın bu bakış ve hitap karşısında tavır ve davranışlarını düzeltmesine bağlanıyordu.
İslâm’ın bu yumuşak havası sayesinde bütün bir mazisi esarette geçmiş -hadisin ifadesiyle- nice saçı başı dağınık kimseler vardır ki, eşraf ve ileri gelenlerden hep tâzim görmüşlerdir. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), “Bilâl, Efendimiz; ve onu Efendimiz Ebû Bekir (radıyallâhu anh) hürriyete kavuşturdu.”5 derken, bu mânâya saygısını ifade ediyordu. İslâm, onları da, âlemşümul kardeşliği içinde mütalâa ediyor ve her şeyden evvel “Hizmetçi ve köleleriniz kardeşlerinizdir. Kardeşi, elinin altında bulunan her fert, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onların yapamayacakları işleri emredip onlara yüklemesin. Eğer zor işler teklif ederseniz, behemehal onlara yardım ediniz.”6 “Sizden hiçbiriniz, ‘Bu kölemdir, bu cariyemdir.’ demesin. Kızım veya oğlum, yahut kardeşim desin.”7
Buna binaen, Hz. Ömer (radıyallâhu anh) Mescid-i Aksâ’nın teslim alınması için yaptıkları seyahatlerinde, bineği Medine’den oraya kadar hizmetçisiyle nöbetleşe kullanmışlardı. Hz. Osman (radıyallâhu anh) devlet reisi olduğu devrede kölesinin kulağını çektiği için, halkın gözünün önünde, kulağını kölenin eline verip çektirmişti. Ebû Zer (radıyallâhu anh) takım elbisesinin bir parçasını hizmetçisine giydiriyor, bir parçasını da kendi sırtına alıyordu...8
Bütün bunlarla kölenin de bir insan olduğu, hatta diğer insanlardan farkı olmayan bir insan olduğu anlatılıyor ve böylece bu birinci merhale sağlama bağlanıyordu. Tekrar hatırlatmak gerekirse, dünyanın en metruk, en ücra bir yerinde, duyguları itibarıyla bâkir bir topluluk için, bu büyük bir inkılâptı. Zira muasır millet ve devletler, kölenin insanlığı hususunu düşünmeye bile yanaşmadıkları bir dönemde, arenalardaki vahşi boğuşmalara, iş yerlerindeki insafsız kırbaçlara ve onların insanlıklarıyla istihza ve alaya karşı, en çaplı en tutarlı ve en müspet bir davranış mâşerî vicdanın kabulüne takdim ediliyordu.
Bu yapıcı ve müspet muamelenin köleler üzerinde de değişik bir tesiri olmuştu. Köle müsavat prensibiyle insanlığına kavuşup, efendisinin yanında yerini almasına; hatta hürriyetini elde edip serbest bırakılmasına rağmen, efendisinden ayrılmak istemiyordu. Zeyd b. Hârise ile başlayan bu durum, devam edip gitmişti. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Zeyd’i hürriyete kavuşturup, babasıyla gidebilme hususunda serbest bırakmasına rağmen o, Efendimiz’in yanında kalmayı tercih etmişti. Ve daha sonra bir sürü köle de hep aynı şeyleri yapmışlardı. Zira bunlar o kadar güzel muamele görmüşlerdi ki, kendilerini, efendilerinin ailelerinden birer fert sayıyorlardı. Efendileri de öyle biliyor ve titizlikle onların hukukuna riayete çalışıyorlardı. Esasen başka türlü yapamazlardı da. Çünkü bugün onlara mâlik görünseler bile yarın kimin kime mâlik olacağını kestirmek mümkün değildi. Kaldı ki prensipler de çok sert ve bu anlayışı ayakta tutacak güçte idi. “Kim kölesini öldürürse onu öldürürüz, kim kölesini hapseder veya gıdasını keserse onu hapseder ve gıdasını keseriz.”9 Bu türlü cezaî müeyyideler karşısında efendi, ihtiyat ve tedbir içinde, köle ise gayet emindi. Bütün bunlar, evvel ve âhir, tarihte eşi gösterilemeyecek büyük hâdiselerdi ki, bu mevzuda İslâm’ın getirdiği şeylerin birinci merhalesini teşkil ederler.
İkinci merhale, hürriyete kavuşturma merhalesidir. İnsanda asıl olan hürriyettir. Hür olan bir insanı köleleştirme büyük günahlardan sayılır ve bundan elde edilen geliri kullanmak ve istifade etmek ise kat’iyen haramdır. Hürriyete dokunan her hareket ve davranış kınanmış olmasına mukabil, ona hizmet edici her hamle de, İslâm nazarında takdir görmüştür. Bir insanın yarısını hürriyete kavuşturmak, hürriyete kavuşturan için vücudunun yarısını ahiret azabından kurtarmak, bütününü azat etmek ise, vücudunun tamamını teminat altına almak sayılmıştır. İslâm’da köleleri hürriyete kavuşturma, uğrunda bayrak açılan bir mevzudur. İslâm, yerinde onu bir vazife sayar, yerinde fazilet der, teşvik eder, yerinde efendi ve köle arasındaki anlaşma ve mukavelelerle ona giden kapıları açık tutar.
Bu hususta gösterilen en çalımlı gayret de, her gayret gibi yine İslâm’ın zuhuruyla başlamış ve devam etmiştir. Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) köle alıp azat etme mevzuundaki gayretleri ve bu uğurda tükettikleri servet herkes tarafından bilinen hususlardandır.
Önceleri şahsî mal ve servetlerle sürdürülen bu faaliyet, daha sonraları devletçe ele alınıp yapılan vazifeler arasında mütalâa edilmeye başlandı. Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), on kişiye okuyup yazma öğreteni hürriyete kavuşturuyor ve bunu mâlî imkânsızlıklar içinde kıvrandığı bir devrede yapıyordu. Daha sonraki devre, hususiyle Ömer İbn Abdülaziz döneminde ise, zekâtın sarf yerlerinden biri şekliyle tatbikat zemini buluyor ve sağdan soldan gelen yığın yığın esir, hazineden paraları ödenerek hürriyete kavuşturuluyordu. Bunlardan başka, bazı dinî vazifelerdeki hatalar, bazı davranışlardaki inhiraflar ve bir kısım günah irtikâpları, hep köle hürriyete kavuşturma mükellefiyetini getiriyordu.
Yemin edip sonra da yemini bozmada, zıhâr muamelesinde, adam öldürme cinayetinde hep bir tutsağın azat edilmesi tavsiye ediliyordu. “Kim hataen bir mü’mini öldürürse, onun kefareti bir mü’min kölenin azadı ve ölenin ehline teslîmen ödenecek bir diyettir.”10
Bir cinayetin hem cemiyete, hem de öldürülenin ailesine bakan yönleri bulunduğundan; diyet, maktulün ehline verilmiş bir tarziye vesilesi olduğu gibi, esiri hürriyete kavuşturmak da -topluma hür bir fert kazandırma ölçüsüyle- cemiyete ödenmiş bir hak sayılmaktadır. Buna göre de, bir ölü karşılığında diğer bir insanın hürriyete erdirilmesi, âdeta bir ferdi ihyaya denk tutulmuştur.
Bunlardan başka İslâm’da “mükâtebe” ve “tedbir” yolları ile de köleler hürriyete kavuşturulur. Bunlardan birincisi; efendisiyle köle arasında, üzerinde anlaşabilecekleri bir miktar mal tediyesiyle yapılan yazışmadır. Böyle bir yazışma ile köleye hürriyet yolu açılır. Kur’ân’ın bu mevzudaki açık beyanından anlıyoruz ki, kölenin bu mevzuda getireceği teklifi, efendi kabul ettikten sonra, geriye, üzerinde anlaşmaya varılan paranın kazanılıp getirilmesi kalıyor. İkincisi ise; efendinin vefatı veya herhangi bir hâdiseye bağlamakla yapılan hürriyet vaadidir ki, “Ben vefat edince sen hürsün.” şeklinde söz verdikten sonra, tedbir yapılmış ve esire artık hürriyet yolu açılmıştır. Bundan başka, sevap maksadıyla hürriyete kavuşturma faaliyeti her türlü tavsifin üstünde geniş bir yer işgal etmektedir. Geçmişte yüzlerce tutsağı birden salıverip de, bununla Allah’ın ihsan ve lütfunun umulduğu devirler olduğu gibi, mübarek aylar ve mübarek gün ve geceler gözetilerek esirlerin alınıp hürriyete kavuşturulduğu devirler de olmuştur.
Burada denilebilir ki; “Kölelerin hürriyete kavuşturulması ve onlara insanca muamele yapılmasında ne kadar ileriye gidilirse gidilsin; hatta isterse hepsi birden hürriyete kavuşturulsun, yine de köleliğin kabul edildiğini, hükümlerinin buna göre getirilmiş olduğunu ve fıkıh kitaplarında da ahkâmın bu istikamette cereyan ettiğini görüyoruz ki, bu da köleliği kabullenmesinden başka bir şey değildir. İnsanlığın dem ve damarına işlemiş pek çok fena huy ve âdetleri, bir hamlede kaldıran İslâm’ın, köleliği kaldıramaması düşünülemez. Kaldırabilirken kaldırmaması, onu tahkir etme mânâsına gelmez mi?”
Her şeyden evvel bilinmelidir ki, İslâm köleliği vaz’ ve icat etmediği gibi, onun koruyucusu ve devam ettiricisi de olmamıştır. Kölelik, devletlerin ve milletlerin savaşlar münasebetiyle oluşturdukları bir müessesedir. Devletler arasında harpler devam ettiği müddetçe -ki, insanlık tabiatını değiştirmedikten sonra kıyamete kadar devam edecektir- esaret ve köleliğin önüne geçmek de, tek başına hiçbir millete mukadder olmayacaktır. Şimdi düşünelim:
Biz bir devletle harbe tutuştuk; esir aldık ve bizden esir aldılar. Bu esirlere karşı yapılacak çeşitli muamele şekilleri vardır:
1- Bazı zalim idarelerde olduğu gibi, hepsini kılıçtan geçirme,
2- Yahut esir kamplarında bakım ve görümlerini yapıp muhafaza etme,
3- Veya onlara kendi memleketlerine dönüp gitme imkânlarını sağlama,
4- Yahut da, alıp onları mü’minlere dağıtıp, ganimetten bir parça sayma.
Şimdi geriye dönüp teker teker bunların üzerinde duralım:
1- Evvelâ hangi vicdan ve insaf, kadın-erkek, çoluk-çocuk bütün insanları acımaksızın kılıçtan geçirmeye taraftar olur. Aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen, Kartacalılara reva görülen mezalim, hâlâ Romalının alnında utandırıcı bir leke olarak kendini göstermektedir. Buhtunnasır’ın acımaksızın yaptığı muamele; firavunların gadri ve cevri, beşerin hafızasından silinmeyen zulüm tablolarındandır. Uzağa gitmeye ne lüzum var; Balkanlarda bizim çekip gördüklerimiz; bir dönemde Rusya’da doğranan otuz milyon kurban; Naziler tarafından katledilen binlerce insan... Bütün bunları hoş görecek bir insan gösterilebilir mi?..
2- Esir kamplarının tiksindiriciliği de bundan geri değildir. Yirminci asır, esir kamplarının en çirkinlerine şahit olmuştur. Bilumum Balkanlardaki esir kampları, hususiyle Edirne (Sarayiçi), vahşilere rahmet okutturacak kadar şenaetlerle doludur. Amerikalılar, Japon kamplarından şikâyet ederler, eğer kadınlarının memelerinin kesilip, iffetlerine ilişildiği; erkeklerinin ağaç kabuğu yiyerek ölüme terk edildiği (Sarayiçi) mazlumlarının; Azerbaycan ve komünist Rusya’daki mağdurların uğradıkları zulümleri görselerdi, Japonlardan çektiklerini de, onlara çektirdiklerini de çok hafif ve ehemmiyetsiz addedeceklerdi. İkinci Cihan Harbiyle hem Avrupa, hem de Asya, esir kamplarını en acı şekilleriyle hem gördü hem de yaşadı. Demek ki bu yol ve bu usûlü denemek ve tatbik etmek, insaf ve insanlıkla telifi mümkün olmayan bir vahşet ve hunharlıktan başka bir şey değil!..
3- Esirleri kendi memleketlerine iade gibi insanî bir yolu takdirle karşılarız; ancak, onlar bizden aldıkları esirleri öldürüyor ve iade etmiyorlarsa, bu, kendi insanımıza karşı vefasızlık ifadesi olur.. hele iade ettiğimiz kimselerin, bizden bir kısım malumatlarla yurtlarına ve birliklerine dönmeleri; hem düşmana strateji kaptırma, hem de kendi birliklerimizde moral çöküntüsüne mukabil, düşmanı cesaretlendirme, güçlendirme ve daha dinamik olarak saldırıya geçmelerine yardımcı olmadan başka bir şey değildir. Belki böyle bir iade muamelesi, ancak, devletlerin karşılıklı anlaşmalarıyla tecviz edilebilir ki; bu da dün ve bugün sık sık başvurulan hususlardan biri olmuştur. Bundan sonra da başvurulabilir ve bir ölçüde köle döküntüleri önlenmiş olur.
4- Bütün bunlardan sonra geriye, esirlerin harbe iştirak edenler arasında taksimi mevzuu kalıyor ki, İslâm, iş bu muvakkat esir etme yolunu tercih etmiştir. Ne öldürme, ne toptan imha yolu... Ne esir kampları ve oradaki mezalim, ne de düşmanı cesaretlendirecek bir yol; belki bütün bunların çok fevkinde tabiat-ı beşere de yakışır bir yol...
Her mü’minin hanesindeki esir; doğruyu, güzeli, yakından görme imkânını bulacak. Gördüğü iyi muamele ve insanca davranışlarla gönlü fethedilecek -nitekim binlerce misaliyle de öyle olmuştur- sonra da hürriyete kavuşturularak, Müslümanların istifade ettiği bütün haklardan istifade etme imkânı kendisine verilecektir. Bu yol ve bu usûllerle binlerce mükemmel insan yetişmiştir. İmam Mâlik’in şeyhi Nâfî’den alın da, Tâvus b. Keysan ve Mesruk gibi yüzlerce tâbiîn imamını da içinde sayacağımız büyük bir “Mevâlî” topluluğu hep bu yolla yetiştirilmiştir.
Bununla beraber, biz bu tatbikata muvakkat dedik; zira bu şekilde bir tatbikat tekerrür edip dursa bile, İslâm’da hürriyetin esas olması, esaretten kurtulma hususunda istifade edilecek yolların çokluğu ve dinin değişik yollarla bu mevzuda yaptığı ısrarlı teşvikler, köleliğin arızî ve tebeî olduğunu gösteriyor. Ne var ki, dünya devletleri aynı şey üzerinde ittifaka varacakları ana kadar, başka kesimlerde kölelik üretilecek ve işlettirilecektir. İslâm’ın bu mevzuda, tek başına verdiği hükümler ise, sadece kendi cemaati dairesi içinde kalacaktır. Nitekim o, hükmünü vermiş ve prensiplerini vaz’etmiştir. Cihan sulhunu temine gayret gösterenler, sadece bu prensiplere âlemşümul tatbikat zemini hazırlamakla mükelleftirler. Zaten bu da İslâm’ın tadil ve ıslah etmek üzere ele aldığı hususlardandır ki; en vahşi ve gayri insanî bir durumdan, hayra ve güzelliğe çıkarma yolunu gösterir. Ve kendi sınırlarını aşan hususları da geleceğin devlet idarecilerine teklif eder.
Bu mevzuda diğer bir husus da, kendi toplumumuzun bütün fertlerinin, İslâmî mânâda olgunlaşmış olmamasıdır. Esasen herkesi melekler seviyesine çıkaracağına dair, dinin herhangi bir tekeffülü yoktur. Onun, kudsî prensiplerine sımsıkı sarılmak suretiyle yükselip melekleşenler olduğu gibi, kendini aşamamış bir kısım ham-ruhlar da bulunabilecektir. Ve böylelerin, teferruata ait meselelerde ihmal ve kusurları da görülecektir. İşte, bu tip insanlarda, köleliğin yaşaması arzusu ve bu hususta diğerlerinin, yani kölelik üreten milletlerin yanında bulunmaları da olabilecektir.
Bir mesele kaldı ki; o da; belli devirlerde, hürriyete kavuşturma yolları mevcutken ve biliniyorken; mü’minlerin, uzun zaman ellerinde esir ve köle bulundurmuş olmalarıdır. Bu ise, anlatılan şeylerle, pratikte görülen şeylerin tenakuzu gibidir.
Evet, ilk asırdan başlayarak, belli devirlerde mü’minlerin bu müesseseyi işlettiğini görmekteyiz. Fakat, bunda iki ciddî sebep ve sâik var: Bunlardan biri efendilerle alâkalı, diğeri de kölelerle. Biraz evvel temas ettiğimiz gibi, İslâm tatbikatta mükemmel insan teminatını, insandaki irade ve hürriyetle alâkalı olarak mütalâa etmektedir. Binaenaleyh, nâkıs ve nâtamam fertler, olgun insanlara ait bir kısım işleri eksiksiz yapamayacaklardır. İşte, bu türlü fertlerin, terbiye-i Muhammediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile olgunlaşacakları ana kadar, bu işin tam tatbikat bulmaması bir bakıma normaldir. Kaldı ki, üç beş sergerdanın behîmî hislerini yaşamalarını vesile ederek İslâm’ı karartmağa çalışmak da haksızlık ve insafsızlıktır.
İkinci şık, kölelerin kendileriyle alâkalıdır. Bu hususta da İslâm’ın tatbikatı, tabiat-ı beşeri hesaba katma ölçüsü içindedir ve orijinaldir. İlk Müslümanlar, köleleri evvelâ insan olduklarına inandırma, hürriyete karşı olan vahşetlerini izale etme, aile kurma yolunu gösterme ve hayata alıştırma gibi terbiye edici prensiplerle ele almışlardır.
İtiyat ve alışkanlıklar, insanda ikinci bir tabiat meydana getirir. Bunu giderme ve eski hâli ihya etme, bir vahşi hayvanı terbiye kadar zordur. Kölelik de öyledir. Ve o, bir fıtrat deformasyonudur. Islahı uzun zaman ister. İşte mü’minler de bunu yapmışlardır.
Her mü’min, “Kardeşim” deyip bağrına bastığı kölesine, müstakil çalışma, müstakil kazanma; yuva kurma ve aile idare etme gibi hususları teker teker öğretmiş, alıştırmış -zarar melhuz değilse veya hayır ümit ediyorsa- sonra da hürriyete kavuşturmuştur.
Eğer bu ameliyelere tâbi tutulmadan o istidat ve kabiliyetleri köreltilmiş insanlar, sırtlarında bir “âr” olarak taşıdıkları insanlıkla, topluluk içine salınsalardı, akvaryum balıkları veya kafes kuşları gibi, içtimaînin karmakarışık dolapları karşısında şaşkına dönecek ve eski hâllerine avdet hissine kapılacaklardı. Bu ise, köleler adına hiçbir hayır ifade etmeyecekti. Nitekim, hayat kanunlarına karşı cahil pek çok köle daha sonraları arz edildiği şekilde hareket etmiştir. Amerika reisicumhurlarından Abraham Lincoln’in bir hamlede bütün köleleri hürriyete kavuşturması, kölelerin yeniden eski efendilerinin yanına dönmesi şeklinde neticelenmişti. Başka türlü olması da düşünülemezdi. Bütün hayat boyu veya hayatının bir kısmında esir yaşamış bir insan, hep emir almağa alışmıştır. Belki çok güzel işler verdiği de olmuştur; ancak, makine gibi dıştan idare edildiği için böyle biri, elli yaşında da olsa çocuk mesabesindedir. Hayatı bilen ve hayata açık olan birinin yanında talim ve terbiye görmeye, hayatı ve onun kanunlarını öğrenmeye ihtiyacı vardır. Bu husus, değil hürriyetini yitirmiş köleler için, belki müstemleke hâline getirilmiş ve uzun zaman istismar edilmiş pek çok devletlerde de hissedilen bir marazdır. Evet, bu milletlere dahi uzun zaman terbiye verilip şahsiyet ve benlik kazandırılmazsa.. yabancı devletlere, yabancı milletlere karşı bağlılıktan ve alkış tutmaktan geri kalmayacaklardır. Hatta diyebilirim ki, şahsiyetini yitirmiş milletlere, yeniden benlik şuuru kazandırmak, esirlere insan olduklarını öğretmekten daha zordur. Her ne ise, sadet harici oldu...
İşte İslâm; köleye, benlik, insanlık şuurunu kazandırmakla işe başlamış, onun inhiraf etmiş ruhuna muvazene getirmiş; kalbine hürriyet anlayış ve aşkını yerleştirmiş; âdeta “İste vereyim.” der gibi yapmıştır. Sonra da, hayata salıvermiştir. Zeyd b. Hârise’nin yetiştirilip hürriyete kavuşturulması ve arkasından da soylu bir kadınla evlendirilmesi, sonra, içinde eşrafın da bulunduğu bir İslâm ordusuna kumandan tayin edilmesi, kademe kademe plânlanan hedefin gözetilmesinden başka bir şey değildir.
Bilâl-i Habeşî’nin (radıyallâhu anh) ilk saflarda yerini alması, Huzeyfe’nin kölesi Sâlim’in (radıyallâhu anh) Müslümanlar nazarında gıpta edilecek bir mevkide olması, Selman-i Pâk’in Ehl-i Beyt-i Resûlullah’tan sayılması, kölenin Müslümanlıkta ve Müslümanların hanelerinde ne hâl aldığının canlı misalleridir. Bunları yüzlerceye iblağ edebiliriz. Ancak soru-cevap mevzuu içinde bu kadar kabarık muhteva sıkıcı olur mülâhazasıyla kısa kesiyorum...
Hulâsa olarak diyebiliriz ki; İslâm köleliği vaz’etmedi; bilâkis onu tadile koyuldu ve kurutma yollarını gösterdi. Şayet harplerin döküntüsü esirler ve bir kısım sefil ruhların bunu teşvik ve terviçleri olmasaydı, kölelik İslâm’ın muallâ bünyesinde, tenkit edildiği şekliyle asla pâyidâr olamazdı. Zaten, zarurî olarak karşısına çıkan kölelik için de o, ahkâm vaz’ etmişti ve onu arz edildiği şekilde sefalet ve perişaniyetten; mazlumiyet ve mağduriyetten halâs ederek, mutlak hayra ve mutlak güzele yöneltmişti.
İslâm’ın başlattığı ferdî köleliği kaldırma hamlesiyle bugün bu cins kölelik artık kurutulduğu gibi, devlet ve milletlerin köleliklerinin de sona ermesi niyaz ve dileği ile sözlerime son veriyorum.
Arızî: Dış tesirle meydana gelen, sonradan olan.
Avdet: Dönme.
Behîmî: Hayvanca, hayvanî.
Halâik: Köleler, hizmetçiler.
İnhiraf: Kayma, sapma.
Mebzul: Bol miktarda, fazlaca.
Mevâlî: Azat edilmiş köleler.
Müsavat: Eşitlik.
Sergerdan: Sersem, şaşkın.
Tebeî: Dolaylı, tâli.
Tecviz: Cevaz verme, uygun bulma.
Tediye: Ödeme.
Zıhar: Cahiliye Araplarında kadınların maruz kaldıkları bir durum. Bu geleneğe göre koca, eşine: “Sen artık bana annem gibisin.” deyince karısına yaklaşması haram olurdu. Fakat boşanma da vâki olmaz, kadın evli iken kocasız duruma düşerdi. Kur’ân-ı Kerim’de, (Mücâdele sûresi, 58/1-4) erkeğin bir sözüyle karısının haram olmayacağı bildirildi. Yalnız yeminin ciddiyetini korumak gibi bazı hikmetlere binaen, böyle bir sözü söyleyene kefâret olarak başta köle azat etme gibi birtakım cezâi hükümler getirilmiş oldu.
1 Nisâ sûresi, 4/25.
2 Ebû Dâvûd, diyât 7; Tirmizî, diyât 16; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/408.
3 Ebû Dâvûd, edeb 120.
4 Müslim, imâret 36; Tirmizî, cuma 80, cihad 28.
5 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 1/209.
6 Müslim, eyman 29; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/161.
7 Müslim, elfaz 3; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/484.
8 Ebû Avâne, el-Müsned 4/72; el-Beyhakî, es-Sünen 8/7.
9 Ebû Dâvûd, diyât 7; İbn Mâce, diyât 23; Nesâî, kasem 10.
10 Nisâ sûresi, 4/92.