Nurlu Bir Ân ve İhsan Üstüne İhsan
Tahmini okuma süresi: 23 dk.
405 defa okundu.

Kitap:Diriliş Çağrısı (Kırık Testi 6)



Soru: Cenâb-ı Hakk’ın bir sermaye olarak bize lütuf buyurduğu ilk mevhibeler nelerdir? Bunları güzel değerlendirmek ve daha sonraki nimetlerin davetçileri hâline getirebilmek için hangi hususlara dikkat etmek gerekmektedir?

Cevap: Mevhibe; ihsan, hediye ve bağış demektir; Hak vergisi nimetler ve ekstra ilâhî lütuflar mânâsına da gelmektedir. Her insana bahşedilen ilk mevhibeler çok gerilere kadar gitmekte ve tâ vücud, hayat, varlık gibi ilâhî ihsanlara varıp dayanmaktadır.

Hakk’ın İlk Hediyeleri

Evet, Hâlık-ı Kerim, bizi vücud, hayat, şuur, idrak, irade ve gönül gibi latîfelerle donatıp bu dünyaya göndermiştir. Nur Müellifi’nin yaklaşımıyla, bize vücud elbisesini giydiren Yüce Yaratıcı, iştihâlı bir mide verdiği gibi, Rezzak ismiyle bütün yiyecekleri ve içecekleri de önümüze sermiştir. Göz, kulak gibi duyguları vermekle beraber onlara hitap eden rızıkları da lütfetmiştir. Dahası mânevî çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti nasip etmenin yanısıra, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir nimet sofrasını da hazırlamıştır.

1 Cenâb-ı Hak bizi insan olarak yarattığına göre, evvela kendi adımıza potansiyel insanlığı pratiğe taşıyıp hakikî insanlık ufkuna ulaşmak için gayret göstermemiz gerekmektedir. Evet, değerlendirmemiz için bize verilen bir tohumu ipekten ve kadifeden bohçalara sarsak, hatta altından, zebercetten kutular içine koysak da yapılması lâzım gelen işi yapmış ve onu kıymetine uygun şekilde değerlendirmiş olmayız. Zira, bir tohum için yapılması gerekli olan iş, onu verimli bir toprağın bağrına gömmek ve nemalandırmaya çalışmaktır. Onun havayla ve güneşle temasını sağlamak ve zaman zaman sulayarak gelişip büyümesini temin etmektir. İşte, insanın mahiyetine yerleştirilen beşerî hususiyetler de, aynı o çekirdek misalinde olduğu gibi, kendi özündeki esaslara göre ele alınıp nemalandırılmalıdır. Dolayısıyla, ilk mevhibelere mazhar kılınmış kullar olarak bize düşen vazife de, bu mevhibeleri bilkuvveden bilfiile dönüştürmek, geliştirip büyütmek ve onlar sayesinde insan-ı kâmil ufkuna doğru yürümektir. Allah Teâlâ, لِیَعْبُـدُونِإِلا َّوَالإْـِنْسَالْجِن َّخَلَقْـتُوَمَـا“Ben cinleri ve insanları sırf Beni tanıyıp yalnız Bana ibadet etsinler diye yarattım.” 2 buyurmaktadır. Hazreti İbn Abbas, âyet-i kerimedeki لِیَعْبُدُونِ ifadesini لِیَعْرِفُونِ, yani, “tanısınlar, mârifete ulaşsınlar” 3 şeklinde tefsir etmiştir. Demek ki, kendisine şuur, idrak ve irade gibi bazı ilk mevhibeler verilen insan, bunları Hâlık-ı kâinatı bilme yolunda kullanmalıdır. İbtidaî bir Allah bilgisi ile de yetinmemeli; onu iyi değerlendirerek sonunda Cenâb-ı Hakk’a vasıl olabileceği bir kulluk yoluna girmeli ve mârifet ufkuna yürümelidir. Evet, insan önce icmâlen bilmeli; sonra da o bilgisini derinleştirmeli ve amel sayesinde onu mârifete dönüştürmelidir. Zaten ibadet, Allah yolunda duyulan, hissedilen, yaşanan ve yapılan şeylerin insan hayatı ve insan tabiatıyla bütünleşmesinden ibarettir. İşte, o ilk mevhibeleri kıymetlerine uygun şekilde değerlendiren bir insana, Cenâb-ı Allah bambaşka bir nimet daha verir; ona imanı ve İslâmiyet’i lütfeder. Böyle bir insan, hilkatin gayesi olan iman-ı billâh ve mârifetullahtan sonra muhabbetullah ve zevk-i ruhânî gibi ilâhî lütuflara da ulaşabilir. Haddizatında, insan, istidatlarını inkişaf ettirme ve bilkuvve kabiliyetlerini bilfiile çevirme istikametinde her zaman yaratılışına gaye teşkil eden “iman-ı billâh”, “mârifetullah”, “muhabbetullah”, “aşk u şevk”, “cezb u incizâb”, “zevk-i ruhânî”.. gibi dairelerde kendisi için mukadder olan ihsanları yakalamaya ve avlamaya çalışmalıdır. İç enginliğiyle, teveccüh derinliğiyle, mârifet ufkuyla ve ibadet ü taatıyla bütün gönlünü ortaya koymalı ve o noktada varılabilecek son noktaya varmaya gayret göstermelidir.

... Ve Bir de Ziyade

Bütün bu cehd ü gayretler o ilk mevhibelere karşı birinci fasılda yapılması gerekli olan şükür ve hamd ü senâdır. İnsan bu vazifeyi yerine getirince, bir âdet-i ilâhiye olarak, şükrü eda edilen nimetleri ziyade hediye ve bağışlar takip eder. Cenâb-ı Hak, yüce kelâmında bu hususa dikkat çekmiş, “Eğer şükrederseniz Ben de nimetimi artı rırım; şayet nankörlük yaparsanız, biliniz ki azabım çok şiddetlidir.” 4 buyurarak, şükredenlere mükâfat vaadinde bulunmuştur. Evet, Mün’im-i Hakikî, o ilk mevhibelerini mukabelesiz bırakmayanlara ihsanlarını daha da artırır, onların üzerinden daha başka nimetler yağdırır. O’nun hoşnutluğuna muvafık ve rızasına uygun güzel ameller yapanlara, insanlığının ve iradesinin hakkını verenlere, bir hadis-i şerifin ifadesiyle “her zaman Allah’ı görüyormuş gibi davranan ya da en azından O’nun tarafından görülüyor olma şuuruyla hareket edenlere” 5 Allah Teâlâ ekstra lütuflarda bulunur. Nitekim, bu ihsanlarını müjde sadedinde, “İhsan ruhu ile yatıp kalkanlara, ihsan üstü ihsan ve bir de ziyade vardır.” 6 buyurmuştur. “İhsanın mükâfatı da başka değil yine ihsandır.” 7 ilâhî beyânı da yine bu hakikati hatırlatmaktadır. Nitekim bir gün, Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu âyeti okumuş ve ashabına sormuştur: “Cenâb-ı Allah’ın bununla ne anlatmak istediğini biliyor musunuz?” Ashab-ı kiram efendilerimiz, o her zamanki saygı ve edep tavırlarıyla, “Allah ve Resûlü bilir!” cevabını verince, Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Yüce Rabbimiz bu âyetle ‘Benim kendisine iman ve tevhidi ihsan eylediğim kimsenin mükâfatı başka değil Cennet’tir..!’ demektedir.” 8 İşte, kendilerine sermaye olarak verilen ilk ilâhî hediyeleri, kabiliyetleri ve istidatları güzel işlerde, ibadet ü taatte, hayır ve hasenât yolunda nemalandıran muhsinler için nimetlerin daha fazlası söz konusudur. Onlar, yaptıkları iyiliklerin sevaplarını almakla beraber Allah’ın daha başka lütuflarına ve O’nun sonsuz kereminden gelecek sürpriz hediyelere de davetiye çıkarmış olacaklardır. Hele bir de, amel ve davranışların ötesinde, kalblerdeki hâlis niyetlere terettüp eden ilâhî hediyeler vardır ki, onlar bütün bütün tasavvurlar üstüdür. Âyet-i kerimede zikredilen 9 وَزِيَادَةٌ kaydı da Cenâb-ı Hakk’ın o ekstra lütfuna işaret etmektedir. Vakıa, o âyetteki “bir de ziyade vardır” ifadesi Cenâb-ı Allah’ın cemâl-i bâkemâlini müşâhede şeklinde anlaşılabilir. وَرِضْوَانٌأَكْبَرُاللّٰهِمِنَ“Hepsinden âlâsı ise Hakk’ın kendilerinden razı olmasıdır.” 10 gibi bir ziyadeden de söz edilebilir. Bununla beraber, mağfiret, Allah’a mülâkî olma, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini müşâhede ve rıdvan gibi bütün nimetleriyle umum Cennet hayatı da o ziyade kategorisi içinde mütalâa edilebilir. Bu itibarla, ilk mevhibeler karşısında eda edilen kalbî, kavlî ve fiilî şükür, meselenin kasdî ve iradî yanını ortaya koyma olarak kabul edilmektedir ve onu da Cenâb-ı Hakk’ın diğer lütufları takip etmektedir.

Yolda Kalanlar ya da Dönekler

Diğer taraftan, Allah Teâlâ’nın hususî mevhibeleri de söz konusudur. Meselâ; günümüzde bizden daha zeki, çok donanımlı, oldukça mükemmel ve hemen her meseleye aklı eren insanlar var. Fakat, onların çoğu, sıradan bir mü’min kadar bile iman hakikatlerini kavrayamıyorlar. O kadar akıllı insanlar, âlemde her mevcut mücessem bir kelime olup Hâlık-ı kâinat’ı gösterdiği hâlde, bu kelimelerden hiçbirini okuyamıyor, anlayamıyor ve kendisini binlerce dille ifade eden Zât-ı Ulûhiyet mevzuunda hiçbir hakikî bilgi elde edemiyorlar. Dahası, bazıları ilim kapısından girip mârifete doğru yürüyor gibi görünüyorlar ama irfan ufkuna asla ulaşamıyor, muhabbet şerbetini hiç yudumlayamıyor ve ruhânî zevkler adına da hiçbir şey tadamıyorlar. Öyle ki, onların hâllerini düşününce, Seyyidinâ Hazreti Musa’nın taaccübü gibi bir hayretle doluyor ve “nasıl olur?” demekten kendimi alamıyorum. Rivayetlere göre: Hazreti Musa (aleyhisselâm) Tur dağında Hak ile mülâkî olmaya yürüdüğü sırada bazı insanların Allah yolundan döndüklerini görür ve şöyle der: “Rabbim, bu insanlara ne oluyor ki, Sana vardıktan sonra yüz çevirip gerisin geriye dönebiliyorlar? Nasıl oluyor da bunca güzellikleri gördükten sonra, onları terk edip tekrar karanlıklara yönelebiliyorlar!” Hazreti Musa’nın bu istifsarı üzerine, Cenâb-ı Allah ona hikmet lisanıyla cevap veriyor: “Ey Musa, onlar Bana vâsıl olamamışlardı; henüz yoldaydılar. Hem onlar, Benim yolumun yolcuları da değillerdi, Bana gelmiyorlardı. Başka gayeler için bu yola düşmüşlerdi. Şimdi geri dönüşleri de bu yüzdendir. Yoksa, Benim yolumda bulunup Bana ulaşmaya karar verselerdi ya da Bana vâsıl olsalardı asla geriye dönmezlerdi.” Evet, bazıları yolun yarısından dönüyor; kimileri de daha yolu bile bulamıyorlar. Demek ki, O’nun yolunda olmak ve O’na ulaşma peşinde bulunmak da Cenâb-ı Hakk’ın hususî bir mevhibesi. Demek ki, O’na karşı kulluk şuuruyla dolmak ve i’lâ-yı kelimetullah uğrunda çeşit çeşit hayırlı faaliyetlere koyulmak da O’nun ekstra bir lütfu. Demek ki, bu konuda, insan iradesi şart-ı âdî plânında bir şey ifade ediyor ama, her şeyi ifade etmiyor.. akıl, kalb ve şuur gibi latîfelerin kısmen tesirleri olsa da, hükmü onlar vermiyor. İlk plânda anlayamayacağımız, belki sonra da tam kavrayamayacağımız çok ince bir vesileden dolayı mıdır, nedir; فَضْلُذٰلِكَيَشَۤـاءُمَنْيُؤْتِیهِاللّٰهِ“İşte bu, Allah’ın öyle bir lütfudur ki, onu dilediğine verir.” 11 hakikatinin Sahibi, sanki insanın iradesini, cehdini, gayretini hiç nazar-ı itibara almıyormuş gibi ekstra lütuflarda bulunuyor.

Küçük Bir Vesile

Einstein, –hâşâ– “Allah zar atmıyor, buna ikna oldum!” der. Evet, kur’a çekmiyor Cenâb-ı Hak. Fakat, bakıyorsunuz ki, insanlar sokaklarda sel gibi akıyor; siz de o selin içinde bir damla gibi akıntıya kapılmış sürüklenirken, bir yerde sürpriz bir kapının açıldığını görüyorsunuz. Kapının açılması anı tam da sizin geçtiğiniz zamana rastlıyor; o esnada size “buyurabilirsiniz” deniyor. Siz buyuruyorsunuz içeriye.. binlerce, milyonlarca kapı arayan insan, gözleri kapalı o kapının önünden geçip gidiyorlar ve o saraydan içeriye asla giremiyorlar ama siz sürpriz bir şekilde ve bir gaybî inayet eliyle içeri alınıyorsunuz. İşte, bu bir lütuftur, bir ihsandır ve özel bir mevhibedir. Düşünün; şimdiye kadar okuduğunuz değişik seviyedeki okullarda pek çok arkadaşlarınız vardı.. onların hiçbiri –affedersiniz– aptal değildi. Üniversite imtihanını kazanıp değişik fakültelerde eğitim görebilecek kadar bilgi sahibi idiler ve hepsi belli ölçüde muhakemeleri gelişmiş kimselerdi. Belki bazıları da size akıl öğretiyorlardı; kendilerince sizi doğru yola çağırıyorlardı. Fakat, görüyorsunuz çokları hak ve hakikatlere ne kadar ırak yaşıyor ve ne kadar uzaklarda dolaşıyorlar. Bugüne kadar hayır ve hasenât adına, i’lâ-yı kelimetullah hesabına, din-i mübin-i İslâm’ı neşir uğrunda da şayan-ı takdir bir iş yaptıkları söylenemez. Demek ki, Cenâb-ı Hak, dine ve millete hizmet vazifesini herkesin omuzuna yüklemiyor; onu bir mevhibe-i ilâhiye olarak bazı kullarına lütfediyor. İsterseniz, Maturîdî akîdesi zaviyesinden meseleyi şöyle de değerlendirebilirsiniz: Böyle bir mevhibe-i ilâhiye, Cenâb-ı Hakk’ın, onların iradelerinin hakkını vererek ortaya koyacakları yüksek bir performansa önceden bahşettiği bir avans oluyor. Zira Allah Teâlâ onların ne yapacaklarını, nasıl hareket edeceklerini ilm-i ezelîsi ile biliyor. Bu türlü bir tecellî bazen kulun teveccühünün önüne geçiyor; bazen de kulun ciddi bir im’an-ı nazarını ve kararlı bir konsantrasyonunu takip ediyor; ne var ki, her iki durumda da, zihin, his ve şuur üstü bir ekstra teveccüh söz konusu oluyor. Bununla beraber, bir kutsî hadiste de, “Bana bir karış yaklaşana Ben bir arşın yaklaşırım.” 12 buyurulduğu gibi, genelde şart-ı âdi plânında kulun cehdi önde gösterilerek, Hak nezdinde insanın irade ve tercihlerinin ne kadar önemli olduğu hatırlatılıyor. Diğer bir ifadeyle, Cenâb-ı Hak kullarına bir akıl ve irade gücü vermiş; onların da bir hikmet-i vücudu var. Dolayısıyla, Allah Teâlâ, kulun teveccühünde, nazarında, niyetinde ya da iradesinin hakkını vermesinde kayda değer bir çizgi veya küçük bir nokta görüyor; onu ilk mevhibeyi değerlendirme ve bir şart-ı âdi kabul ederek sonraki nimetlerini bahşediyor.

Zindandan Kâbe’ye Açılan Pencere

Mevzuyla alâkalı, bildiğiniz bir menkıbeyi hatırlatmak istiyorum: İbrahim Havas Hazretleri gâipten gelen ve kendisini ismiyle çağıran bir ses üzerine Bizans’a gider. Şehre ulaşınca, Rum Kayseri’nin kızının delirmiş olduğunu ve bir türlü derdine derman bulunamadığını işitir. Aslında, prenses bir vesileyle Barnaba İncili’ni okumuş, onda Peygamber Efendimiz’e dair güzel sıfatları ve harika haberleri görünce gözü açılmış ve hidayete ermiştir. Onun, Peygamber Efendimiz’e inanmasını ve Müslüman olmasını kabullenemeyen kimseler, “Bunun ruhuna şeytan girdi!” yâveleriyle prensesin yakılması gerektiğini söylemişlerdir. İbrahim Havas Hazretleri durumdan haberdar olunca, prensesi tedavi edebileceğini söyleyerek onun yanına girer. Bir aralık, Hak dostu, mağdure kadıncağıza “Keşke bizim diyarları bir görseydin!” der. Prenses, eliyle karşı tarafı işaret edip, “Şuraları mı kastediyorsun?” cevabını verir. İbrahim Havas Hazretleri, bir de bakar ki, Mescid-i Haram ve Kâbe karşılarında. Evet, karanlık bir yerde ve kapkara insanlar arasında bulunmasına, Kur’ân’dan ve Sünnet’ten uzak kalmasına rağmen Resûl-i Ekrem Efendimiz’i tanıma ve O’nun ümmetine dahil olma bahtiyarlığına eren bu azize kadın kelime-i şehadet getirerek ruhunu Rahman’a teslim edince, İbrahim Havas Hazretleri prensesin nedimelerine sorar; “Nasıl bir insandı, neler yapardı? Ona bu pâyeyi kazandıran hangi ameliydi?” der. Hazret, bir kalb adamı olmanın yanı başında, hikmet-i ilâhiyedeki sırları da kavramış bir insandır; şart-ı âdi plânında da olsa bu bahtiyarlığın bir vesilesinin bulunduğunu düşünür. Nedimeler derler ki, “Hanımımızın iki tane çok güzel hasleti vardı: Her şeyden önce çok mütevazi idi; âlâyiş ve gösterişten hoşlanmaz, kimseyi hakir görmez, hiçbir kulu hafife almazdı; fakir halkla oturup kalkar, herkesin hâl ve hatrını sorardı. Bir de, ne zaman bir fakir kızcağızın gelin olacağını duysa hemen ona yardıma koşar, çeyizler hazırlar ve hediyeler verirdi; çok cömertti.” İşte, belki onun içindeki tevazu ve cömertlik duyguları Hak katında çok kıymetli bir nokta olmuştu. Öyle ki, o nokta semanın ve semalar ötesinin dikkatine, nazarına ve teveccühüne esas teşkil edebilecek bir mahiyete ulaşmıştı. Ulaşmış ve âdeta çok büyük enginlikleri istiâb edebilecek bir hâl almıştı.

Bir Ân-ı Seyyâle Vücud-u Münevver

Böyle bir hakikate de ışık tutacak şekilde, İmam Rabbânî Hazretleri gibi bazı ehl-i hakikat demişler ki: “Bir ân-ı seyyale vücud-u münevver, milyon sene vücud-u ebtere müreccahtır.” Meselâ, Allah’a iman ederek bir an yaşamak, O’nu tanımaksızın milyon sene yaşamaktan daha iyidir. Evet, bir ân-ı seyyâle öyle bir ruh hâleti yakalarsınız ki, bütün gönlünüzle “Allahım, bir saniyecik Senin maiyyetine erme uğrunda bin defa ölürüm!..” dersiniz. Bu öyle bir hâldir ki, Allah o küçücük çekirdekten kocaman bir şecere-i Tûbâ yaratır. Öbür tarafa gittiğinizde, o minnacık düşüncenin sizin Cennetinizin çekirdeği olduğunu görürsünüz. İman nuruyla aydınlattığınız o bir anlık zaman diliminde zihninizi dolduran o nurlu düşüncenin, ötede sizin için cemalin de, rıdvânın da esası hâline geldiğini müşâhede edersiniz. Aslında, insanların Hakk’a teveccühlerinde herhangi bir beklentiye girmemeleri, O’na karşı saygılarının gereği ve amelde ihlâslı olmalarının da iktizasıdır. Ancak, Cenâb-ı Hak, iltifat ve teveccühlerini şöyle veya böyle kullarının kendisine yönelmesine bağlamışsa, o zaman bütün mevhibelerin sihirli anahtarı da işte böyle bir teveccüh olsa gerektir.. aynı zamanda, ilk mevhibeleri iyi değerlendirme de sonraki mevhibeler için bir çağrı mânâsına gelmektedir. Meseleye Maturîdîce yaklaşma ve iradenin hikmet-i vücudunu da nazar-ı itibara alma böyle düşünmeyi iktiza etmektedir. Evet, madem Cenâb-ı Hak size hususî mevhibeler ihsan etti; sizi hak ve hakikate irşat buyurdu ve ruhunuza ulvî hakikatları duyurdu, öyleyse, size düşen de bu yeni mevhibelere yine kalbî, kavlî ve fiilî şükürle mukabelede bulunmak ve duyduklarınızı başkalarına da duyurmak, tattıklarınızı diğer insanlara da tattırmaktır. Hak ve hakikati bütün enginliğiyle duyup tattığımızı söyleyemeyiz; doyduğumuzu ise hiç iddia edemeyiz. Fakat, hiçbir şey duyup tatmadığımızı söylememiz de nankörlük olur. Çok şükür, her fırsatta O’nun karşısında secdeye kapanıyor, O’ndan başkasına asla boyun eğmiyoruz. Sonsuz şükürler olsun ki, aradan geçen bunca zamana rağmen hâlâ Resûl-i Ekrem’le beraber bulunduğumuzu hissediyor, “Efendim” deyip O’na sesleniyor, içimizi O’na döküyor ve bütün bütün sahipsiz, kimsesiz olmadığımıza inanıyoruz. Kâinatın zerratı adedince hamd ü senâ olsun ki, onca tökezlememize ve yolda kalacakmış gibi sendelememize rağmen, Rabbimiz bizi kutsî bir dairede tutuyor.. –bizi yalnızlık ve kimsesizlik vadilerine terk etmeyen Rahman u Rahîm’e canlarımız kurban olsun– kayıp gitmemize fırsat vermiyor.. en olumsuz şartlar altında bile önümüze bir vesile çıkarıyor ve bizi nefsimizle, şeytanla başbala bırakmıyor, felâkete atmıyor. Belli ölçüde de olsa, varlığını ruhlarımıza her an duyuruyor; bize Kendini tanıtıyor. Kabiliyetimiz ne kadarına müsaitse, işte o ölçüde de olsa ruhlarımızı mârifet ve muhabbet şuâlarıyla besliyor. Evet, güvercin yumurtasından güvercin çıkar, tâvus çıkmaz. Deve kuşunun yumurtası da, o büyüklüğüne rağmen, tâvusa dönüşmez. Bizim de istidadımız ne kadarsa, bizden de öyle bir netice çıkar. Fakat, bir gerçek var ki, Cenâb-ı Hak kendisine yönelen hiç kimseyi hüsran ve hizlan içinde bırakmıyor; teveccüh edene Zât’ına yaraşır teveccühlerle mukabelede bulunuyor; bize de kendi istidamıza göre mutlaka bazı şeyler tattırıyor. İşte, bunca lütuf ve ihsanlar karşısında biz de Cenâb-ı Hakk’ın ahlâkıyla ahlâklanmalı; madem bir ölçüde de olsa ballar balını bulup tattık, biz de onu ne yapıp edip başkalarına tattırmalıyız. Bulduğumuzu buldurma, duyduğumuzu duyurma ve erdiğimiz kadar başkalarını da erdirme istikametinde çalışmalıyız.

Hususî Mahiyetteki İlâhî Mevhibeler

Mevzuyla alâkalı son bir husus da şudur: Vücud, hayat, şuur, idrak ve irade nimetleri Hakk’ın ilk ihsanları olduğu gibi, iman, mârifet ve muhabbet de kendi sahalarında birer ilk mevhibedir. Bunların her biri kadr ü kıymeti bilinmesi ve şükrü eda edilmesi nisbetinde –yine şart-ı âdi plânında– sonraki lütuf ve ihsanlara vesiledir. Bununla beraber, her insana özel olarak lütfedilen istidat ve kabiliyetler, makam ve mevkiler, yer ve konumlar da birer ilk mevhibe sayılır. İnsan, bunları Cenâb-ı Hakk’ın rızası istikametinde değerlendirebildiği sürece nimetlerin şükrünü eda ediyor ve konumunun hakkını veriyor demektir. Meselâ, bir insan, bir yerde konuşma imkânı bulduğunda, kalemi eline aldığında ya da fikrine müracaat edildiğinde makâsıd-ı ilâhîyeye uygun şekilde, duygu ve düşüncelerini kelimelere dökebiliyor, hak ve hakikatlere tercüman olabiliyor ve sesle, sözle, yazıyla gönüllere girebiliyorsa, bunlar Allah’ın ihsanıdır ve birer ilk mevhibedir. Bu ilk mevhibeler kendi nevinden şükür ister; bu şükür de konuşma, anlatma, yazma, ifade etme, seslendirme ve böylece nimetleri sergileme şeklinde olacaktır. Şu kadar var ki, hakikî bir mü’min kendini sadece insanları Allah’a yönlendiren bir enstrüman gibi kabul etmeli; canını-malını, sesini-soluğunu, dilini-dudağını, kalemini-mızrabını gönlünün emrine vermeli ve gününü gün etme sevdasından, mâlâyânî uğraşlardan, mâneviyattan nasipsiz kuru bilgilerden ve faydasız söz ebeliklerinden her zaman uzak kalmayı yeğlemelidir. Bir ihsan eri edasıyla, O’nu görüyor gibi yaşamanın mehâfet ve mehâbetiyle oturup kalkmalı, sürekli mârifet ve muhabbetle soluklanmalıdır. Gerektiğinde bir aşk u şevk çağlayanı gibi gürlemeli ama ilk fırsatta mihrabına yürüyüp Yaratan’ı karşısında yine iki büklüm olmalıdır. Zira, insan bunları hissedecek, görecek, duyacak ve seslendirecek kıvamda yaratılmıştır.

1 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.384 (Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal, İkinci Meyve). 2 Zâriyât sûresi, 51/56. 3 el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl 4/235; el-Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân 17/55; el-Âlûsî, Rûhu’l- meânî 15/50. 4 İbrahim sûresi, 14/7. 5 Bkz.: Buhârî, îmân 37, tefsîru sûre (31) 2; Müslim, îmân 1. 6 Yûnus sûresi, 10/26. 7 Rahman sûresi, 55/60. 8 el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/372; el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl 4/276. 9 Yûnus sûresi, 10/26. 10 Tevbe sûresi, 9/72. 11 Mâide sûresi, 5/54. 12 Bkz.: Buhârî, tevhîd 15, 50; Müslim, tevbe 1, zikr 1, 20-22.